Bu yazı, İFSAK Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Grubu‘ndan Özlem Dikeçligil tarafından hazırlanmıştır.
. . . . . . . . . . . . .
Kız kapıyı ilk kez pazar günü öğleden sonra çaldı. Ben açtım. Varsa yıldız tornavida ile çekiç istedi. Kocamın üzerinde pijamaları vardı. Şu lacivert çubuklu olanlardan. Doğum gününde almıştım. Severim öyle klasik şeyleri. Biraz da şakayla karışık “benim mahkûmumsun” demiştim. Çünkü filmlerde gördüğümüz hapishane üniformalarına benziyordu. Kızın karşısına onlarla çıktı. Saçlarını daha düzeltmemişti. Öyle ince beyaz solungaçlar gibi hareket ettikçe tepesinde titreşiyorlardı. Kız komik ama sevimli bir şey görmüş gibi güldü.
Kocamın eşyaları kıymetlidir. Geri getirilmeyeceğini ya da uygun olmayan işlerde kullanacağını düşünüyorsa vermez. Çoğunlukla da vermez. Uçlar kırılabilir, kablolar kopabilir. Önce kıza ne için kullanacağını sordu. Gardırop kuracakmış. Karşı daireye taşınmış. Kocam ikna oldu ya da olmuş gibi yaptı. Tornavida ile çekici küçük tuvaletteki alet dolabından getirdi. Gelirken saçlarını eliyle düzeltmiş. Alnının tam üstünde salınan tek bir solungaç kalmış. Gri, ince ve tüy gibi. Bence bu hali daha komik. Kız teşekkür etti. Bana da kocama da. Ucu top gibi minik kurnaz bir burun, meraklı ela gözler, cüretkâr bir gülüş, kumral uzun saçlar. Saçlarını uzatmış bir tilkiye benziyor. Ben taşınıyor olsam saçlarımı tepemde toplardım böyle Rapunzel gibi belime kadar salmazdım. Zaten iki senedir kullandığım hormon iğnelerinden bir tuhaf oldular.Azalıp parlaklıklarını kaybettiler. Yirmilerinin hemen başı. Daire kapısından girerken bize dönüp “İsmim Burcu” dedi. Tam kapıyı kapatacakken kocam “benimki de Serhat” diye seslendi. Benim söylemeye fırsatım olmadı.
Salon duvarlarımız bitişik. Bütün gün ağır bir şeylerin itilmesini, çekilmesini, kolilerin parkelerin üzerinde oradan oraya sürüklenmesini dinledik. Akşamüstü çekiç sesleri başladı. Kararsız güçsüz vuruşlar. Peşinden ağır bir şeyin bam diye yüksekten düşüşü, sonra daha çatlak ses çıkaran bir diğerinin. “Kuramaz bu gardırop falan, gidip bir bakayım” dedi kocam. Yerinden kalkmak için doğruldu. Ben “sana ne, bize ne” dedim. Biraz utandı sanki. Yanakları kızardı. Oturdu, başını telefonuna eğdi satrancını oynamaya devam etti. Klinikteki petri kabında embriyo olmayı bekleyen zigotlarımız var. Tam yedi tane. Aklıma gelince kitabımı elimden bırakıp tepesi kelleşmeye başlayan kafasını öpücüğe boğdum.
Kocamın tanısı hafif dereceli oligospermi. Mikro enjeksiyon yöntemi ile başarı oranı yüzde yetmiş beş. Konforlu bir işlemmiş. “Çok konforlu, hissetmeyeceksiniz bile, hafif bir narkoz vereceğiz size” diyor doktor kocama. Doktorumuz bize bunları büyük ekrandan seyrettirdiği videoda anlatıyor. İribaşlara benzeyen binlerce spermanın taze bir yumurtaya doğru koşuşunu izlettiriyor. Sonra ekranı uzaktan kumandayla kapatarak “ama” diyor “sizin durumunuz farklı. İşi şansa bırakamayız.” Bizim durumumuz derken benim yaşımı kocamın spermlerini kastediyor. Benimki fazla onunki az. Bu bakımdan bana göre uygun bir çiftiz. “Onları” diyor “özel bir ortamda dölleyeceğiz.” Önce zigot, ikinci günde dört hücreli embriyo olacaklarmış. Daha sonra da altı hücreye sahip oldukları mükemmel zamana ulaşacakmışız. Yanlış hatırlıyor olabilirim hücre sayıları belki dört ve dokuzdur ya da on. Sonra işte bu insan olabilme potansiyeline sahip şeyi ya da şeyleri yıkayıp içime koyacaklarmış. Tabii önce yumurtalarımı topladıktan sonra. Yüzüme bakıp “kocanız için ameliyat dahil pek çok seçenek mevcut, her yaşta baba olabilir ama sizin zamanınız kısıtlı o yüzden en etkin yöntemi kullanmalıyız” diyor.
Çıkışta salya sümük ağlıyorum. Kocam bana sarılıp “istersen yaptırmayalım mecbur değiliz” diyor. “Yok” diyorum “ondan değil biraz tavrı sertti, azarlar gibi konuştu.” Ama aslında isterse kocamın yumurtaları benden çok daha taze biriyle olabileceğini aklımdan geçiriyorum. İçi taze yumurta kaynayan. Doktorun dediğine göre kocama sonsuz gençlik bahşedilmiş. Bense günden güne yaşlanıyorum.
Bu üçüncü denememiz. “Bu da başarılı olmazsa estetik ameliyat olup tangoya başlayacağım” diyorum kocama supanglemi yerken. Ağlıyorum diye beni Görgülü’ye getirdi. Hep tango yapmak istedim ama hiç denemedim bile. “İyi de” diyor kocam “estetik ne alaka?”. “Çünkü” diyorum “tango kursuna hayatta hüsrana uğramış yaşlı bir kadın olarak değil canının her istediğini denemek için vakti olan genç bir kadın olarak başlamak istiyorum.” “Zaten gençsin daha otuz dokuz yaşındasın” diyor. “Kırk olmama iki ay kaldı” diyorum ağlayarak. Masanın üzerinden eğilip dudaklarımdan öpüyor. Dili ağzımın içine girip dilimi arıyor. Bana hala arzu edilebilir olduğumu göstermek istiyor. Kocam çok merhametli bir adamdır. Dilimi kıvırıp alt dişlerimin arkasına saklıyorum çünkü üzerine supanglenin bisküvileri yapıştı. Tangonun iki kişilik olduğu aklına bile gelmedi.
Kız ertesi gün saat on bir gibi elinde çaydanlıkla kapıyı çalıyor. Elektrikli olan çalışmıyormuş. Ocağı daha bağlatmamış. Bizde demlemek istiyor. Kapıyı bu sefer kocam açtı. Dokuz buçukta başlayan iş toplantısı yeni bitmişti. O yüzden üzerinde lacivert ceketi, mavi kravatı ve kırmızı kalpli şortu vardı. Şortu sevgililer gününde almıştım. Ben mutfaktaydım. Sesini duyunca kapıya geldim. Üzerinde pembe bir polar, altında siyah tayt. Poların şeker pembesi yanaklarına vurmuş. Işıltılı gergin bir cilt.Yumurta rezervi de zengindir. Erkekler bunu anlıyormuş. Amigdalaları onlara en sağlıklı çocuğu verecek kadınları seçtiriyormuş. Kocam çaydanlığı ocağa koymam için bana verip kıza “gardırop ne oldu?” diye sordu. Oysa “bize ne demiştim” o da yakalanmış gibi kızarmıştı. Çünkü yakalanmıştı. Kız “duruyor” dedikten sonra kocamı süzüp gülerek “kıyafetin de çok tatlış” dedi. Kocam “seninki de” dedi. Mutfaktan duydum. Zigotlarımızın ikinci günü.
Aslında çocuk sahibi olmakta ısrarcı olan kocam. Sayısı düşük ve yavaş olan da o. Benim yumurtalarım on iki sene içinde yaşlandı. İlk başta benimkiler de tazeydi. Laboratuvarda bir kabın içine sığmayacak kadar çoklardı belki de. O zaman umursamadık. Şimdi de aynısını yapabiliriz. Kocama böyle devam etmenin de başka bir güzelliği olabileceğini söylüyorum. Ona Pinterest’ten yaşlı sevgili fotoğrafları gösteriyorum. Yanlarında çocuk olmayanları. Birlikte yaşlanmışları ve hala sevgili kalmışları. Onların cast olduğunu söylüyor. Çocuksuz olduklarından şüphe duymadıklarımızı Bülent – Rahşan Ecevit’i, SimoneBeauvoir’la Sartre’ı, Althusser ile Helen’i, Dali ile Gala’yı örnek veriyorum. Hepsine bir kulp buluyor. “Ecevitlerin çocuğu partiydi” diyor. Simone ve Sartre birbirlerini hep aldatmışlar. Althusser desen cinnet geçirip karısını boğmuş. Daliaseksüelmiş. Aklıma başka bir örnek gelmiyor. Kocam beraberken olduğumuz şeyin artık eksik olduğunu düşünüyor. Benim aksime ancak çoğalırsak tamamlanabileceğimize inanıyor.
Çarşamba günü öğleden sonra kız gene zilimizi çaldı. Açtığımda elinde bir tabak tulumba tatlısıyla kapı sövesine kalçasını yaslanmış duruyordu. “Kovboya teşekkür için” dedi.Merhametli kocam dün ben arkadaşımla kahve içtiğim o iki saatte gardırobunu kuruvermiş. Göze alarak.
Kız gelmeden hemen önce klinikten aradılar. Petri kabındaki zigotlarımızın dört tanesi embriyo olmuş. Üç tanesi maalesef zigot olarak aramızdan ayrılmış. Kocamın bugün ofis günü. Evde değil. Gardırobu kurmamış olsaydı hemen arardım. Şimdi hormon iğnelerimi yapıp biraz ağlamak istiyorum. Boğazım dikenli bir şey takılmış gibi acıyor. Bir deniz kestanesi oraya yuva yapmış. Bizi terk eden zigotlarımıza ve kızın yatak odasına kurulmuş gardıroba ağlayarak uykuya dalacağım. “Bize ne” demiştim. Bir de “çocuksuz çiftler birbirlerine daha düşkün olurlarmış” demiştim.
Yumurtaların toplanma işini ilk seferde gözümde çok büyütmüştüm. Durmadan su içiyorsun idrar kesen patlayacak gibi olana kadar. Masaya o halde çıkıyorsun. Rahim böyle daha iyi görülüyor. Sonra kancaya ayaklarını asıp kaldıraçlı kaşığın içine sokulmasını bekliyorsun. Doktor onu içine sokup manivelasını sonuna açıyor. Ben o derin açıklıktan bakanın kalbimi görmesinden korkuyorum. Kırık olduğu fark edilirse daha çıplak olacağımdan. Bu sırada daha önce soğuk jel boşaltılmış karnının üzerinde ultrasonunun kafasını gezdiriyor. Bir yandan içini açıp diğer yandan üzerine bastırıyor. Yumurtaların hepsini görüp firesiz toplayabilmek için. Tıpkı hepsini nasıl alsam diye folluğun önünde dikilen bir tilki gibi. Sonra yumurtalarını tek tek topluyorlar. Ne kadar kalmışsa hepsini.
İlkinde çok utanmıştım. Utanmaktan kaskatı kesilmiştim. Bir saat sonra ayağa kaldırdıklarında hala bacaklarım titriyordu. “Çok mu acıdı” diye sormuştu kocam. Beni kapıda gergin bir yüzle bekliyordu. İki saatte meraktan yüzü kararmış, avuçları ter içinde kalmış. “Acımadı ama çok utanıyorum hemen gidelim buradan” demiştim. Doktorların mikroskopun lamelindeki yumurtalarımı birbirlerine gösterip kendi aralarında konuştuklarını hayal etmiştim “şu yumurtalara bak hiçbiri işe yaramaz, çöp olmuş artık bunlar” dediklerini. O zaman onların gözünde kendi yaptığı yumurtanın işe yarayıp yaramadığını bile bilmeyen bir aptala dönüşecektim. Kart bir tavuk, üstelik kocasını da bu boş maceraya atmış. Sonra koşarak tuvalete gitmiştim. Ağlayacağıma neredeyse bir dakika boyunca işemiştim. Gözyaşı gibi renksizdi. Kocam diyor ki “benimkileri toplarken hiç hissetmedim”
Bugün kızı piercingli bir çocukla gördüm. Kaşının yarısı yok. Piercing o olmayan kısımda. Kollarında, ellerinde dövmeler var. Arıza bir tipe benziyor. Aşağı yukarı kızla aynı yaştadır. Belki biraz büyük. Ben apartmandan çıkarken onlar giriyorlardı. Tanıştırmadı ama. Sadece ayak üstü merhaba nasılsınız o kadar. Üç embriyomuz kalmış. Hep aynı kadın arıyor. Bizim için ya çok sevinçli ya da çok üzgün. Duygulanma hiyerarşisinden habersiz. Yaşlı yumurtalarım için kim benim kadar çok üzülebilir ki?
Uykumdan sıçrayarak uyandım. Biri kapıya vuruyormuş ya da zorluyormuş gibi bir ses geliyordu. Kalbim ağzımın içinde attı. Yatakta doğrulup odanın kapısına baktım. Biri bir şeyi açmak için güç sarf ediyormuş gibi bir gıcırdamanın ardından ritmik tak tak sesleri. Uykuyla uyanıklık arasında “kim o? kim var orada” diye bağırdım. Sonra kendi sesime uyandım. Tekrar dinledim. Kırık panjurun cama çarpma sesi olduğunu anlayınca derin bir nefes aldım. Sol tarafı akordeon gibi aşağıya doğru iki karış sarkık. Uzun zamandır böyle. Rüzgâr ne zaman poyraza çevirse aynısı oluyor. Pililer açılıp esneyerek cama vurmaya başlıyor. İçeri girmek isteyen ısrarcı biri gibi. Ya da kaçmak isteyen bir mahkûm. Tak tak tak rüzgâr kesilene kadar.
Gece kavga ettiler. Birbirlerine bir şeyler fırlattılar. Arka odalara doğru koşma sesleri duyduk. Kapılar çarpıldı, kapandı, açıldı. Seslerin çoğu gürültülerinin içinde boğuldu. Arada küfürler, tehditler. Bir ara kızın “defol git, git buradan” diye bağırışını duyduk. Hemen peşinden oğlanın “kime attın memelerinin fotoğrafları” diye haykırmasını. Sesi bizim salondaymış gibi net duyuldu. Duvara sert, ağır bir şey çarptı. Büfemizin üzerindeki ayna sallandı. Kocam “öldürecek kızı” diye ayaklandı. Pantolonundan çektim “bize ne?” dedim. Oğlan “Allah’ın cezası kevaşe” dedi kıza. Sesi bağırmaktan kısılmış, çatlamıştı. Kız “telefonumu ver dedim sana hayvan oğlu hayvan” diye bağırdı. Parkelerin üzerine metal bir şeyin sertçe çarpıp yuvarlanma sesini duyduk. Galiba kız oğlana bir şey fırlattı. Sonra üst katlardan biri pencereyi açıp “yettiniz artık kesin şunu” diye bağırdı. Beşinci katta oturan o küçük köpekli gözlüklü adamın sesine benziyordu. Bir ara susar gibi oldular sonra bir şangırtı koptu. Salon kapısının camı kırılmış olmalı. Biraz sessizlikten sonra zilimiz çalındı.
Kız kapının önünde kanayan bacağıyla dikiliyordu. Ağlamış mı ağlıyor mu tam anlamadım ama gözleri kırmızıydı. Üzerinde minik bir şort. Dizinden aşağı doğru inen fazla derine benzemeyen bir kesik. Merhametli kocam sanki gece boyunca kavgalarını dinleyen biz değilmişiz gibi kızı hemen “ne oldu sana böyle” diyerek içeriye aldı. Ben de “elinin körü olmuş” dedim. Fısıltıyla söyledim ama kocam duydu. Kız duymamış olabilir. Kocam parmağını dudaklarına götürüp bana doğru sessizce “hişşşt” yaptı. “Hişşt” duyulmadı, dudaklarıyla yaptı. Ağız kenarlarını tıslar gibi büzüp kaşlarını çattı. Yukarı çekilmiş dudaklarının arasından ön dişleri beyaz beyaz parladı. Tezgâh mermeri gibi, iç yağı gibi. Fazla beyaz, çok beyaz. Köşeli, kalın, keskin. Daha önceleri böyle değillerdi sanki. Onlarda bir tehdit sezdim. Aynısı dudaklarına götürdüğü parmağında da vardı.
İlkinde hepsi ölmüştü ama ikincisinde yaklaştık. Beşinci güne ulaşan bir embriyomuz yıkanıp içime bırakıldı. Oraya tutunup büyüyecekti. Elimi karnımda gezdirip aynanın karşısında kendimi seyrettim. Sonra başıma kırmızılı fularımı bağlayıp sabahlığımı giyerek loğusaymışım gibi evin içinde ağır ağır dolaştım. Hiç ses çıkarmadan, parmak uçlarımda yürüdüm. İçerdeki odada uyuyan bir bebek varmış gibi. Canım hep tatlı istedi. Dışı çikolatalı içi bol kremalı ıslak hamurlu şeyler. Ekler gibi, profiterol gibi. Aşılamanın onuncu günü “canım tatlı istiyor” dedim. Bir kâse pekmezle tahini karıştırıp ekmeksiz yemiştim ama canımın istediği tat o değildi. O zaman merhametli kocam alnını karnıma yaslayıp “çocuğumun canı tatlı istemişse babası da hemen gidip alır” dedi. Gecenin o saatinde hiç üşenmeden Manolya’ya gidip koca bir kutu profiterol aldı. Biraz yiyip yattım. Sabah külotumda koyu pembe bir leke vardı. Birazcık da çarşafta. Öğlen kliniğe gittik. Tutunamamış. Kocam bana sarıldı “olana kadar tekrar deneriz üzülme sakın” dedi. Akşam televizyon seyrederken salondaki koltukta uyuya kaldı. Yatarken uyandırdım “böyle çok iyiyim” dedi. Yatakta GilmoreGırls seyredip profiterolün kalanını yedim. Çünkü profiterolü ben istemiştim. Sonra içimde derinleşen boşluğa sarılarak uyudum.
“Hayatımda daha saçma şey duymadım” dedim merhametli kocama. Kızevine gitmeye korkuyormuş. Oğlanın siniri çabuk geçmezmiş. “Bu gece burada yatsın ne olacak” diyor. Bana bunları mutfakta söylüyor. Kız duymasın diye salonun kapısını da kapadı. “Ya o manyak öldürürse kızı vicdan azabı duymayacak mısın?” diyor. “Belki de manyak olan kızdır” diyorum. Ne biliyoruz. Daha bir hafta olmadı tanışalı. Sürekli kapımızı çalan, hep bir mağduriyet üreten bir manyak olamaz mı? Var böyle tipler. Aklıma soğuk bir laboratuvar köşesinde sayıları günden güne azalan zigotlarımız geliyor. Kötü biriymiş gibi davranmamın hayatlarına mal olabileceğini düşünüyorum. Karma yasası falan. Sonra aynaya bakınca kendime “eee eden bulurmuş” dememek için “sabah def olup gidecek ama” diyorum.
Merhameti kocam kız için salonun orta yerine bir yer yatağı yaptı. Koltukların bütün minderlerini aşağı indirdi üzerlerine yıllardır hurcun içinde duran yün yorganı serdi. Minder boşluklarını onunla kapadı. Mutfakta hep aynı yerde duran çay tepsisini bir türlü bulamayan adam dolabın en kuytu köşesinde bir yün yorgan olduğunu nasıl hatırladı?
Yanımda yüzü pencereye dönük uyuyor. Panjur hala cama çarpıp duruyor ama duymuyor. Kız kapımıza dayansa haberi olmayacak. Şimdi salona gidip bakacağım. Uyuduğundan, evin içinde dolaşmadığından emin olmalıyım.
Terliklerimi giymeden salona doğru yürüdüm. Belki çoktan kalktı evde bir şeyleri karıştırıyor. Portmantoda asılı çantamı, kocamın paltosunun ceplerini. Özellikle onları odaya almadım. Belki koridorda elinde cüzdanımla yakalayabilirim. O zaman “hırsız var” diye bağırırım, kocam uyanır, kızı kapının önüne koyar.
Ev sessiz, salonun kapısı akşam kocamın çektiği gibi kapalı duruyor. Kulağımı yaslayıp içeriyi dinliyorum. Ses yok. Nefesimi tutup tekrar dinliyorum. Derin derin soluk alıp verme, horlama, sayıklama, sıçrama hiçbiri yok. Belki de kan kaybından öldü. Bazen öyle oluyor. Kesik yüzeysel gibi görünüyor ama meğerse ana damarlardan biri kesilmiş. Vücudun bütün kanı o kesikten lok lok akıp gidiyor. Sabah anlaşılır.
Ayaklarımın ucuna basa basa yatağa geri döndüm. Yorganın neredeyse tamamı üzerinde. Ucundan iki elimle tutup sertçe kendi tarafıma doğru çektim. Şimdi sadece dizlerinden aşağısı yorganın altında. Kalkıp panjurun çarptığı camı açtım. Odaya rüzgarla beraber taze, keskin bir kış soğuğu doldu. Kocam uykusunda kollarıyla kendi gövdesine sarıldı, dizlerini karnına doğru çekti.
Sabah kalkar kalkmaz salona gittim. Kapıyı sertçe açtım. Bir insan kendi evindeki odalara nasıl girerse öyle. Kızın gözleri açıktı, uyanmıştı. Koltuk takımlarının arasındaki geniş yer yatağında en sevdiğim nevresim takımının içinde yatıyordu. Kocam bunu ne ara sermiş? Mavi bir zemin üzerindeki sarı, mor süsenler, beyaz nergisler incecik dallarla çevrelenmiş. Çiçeklerin yaprakları acı yeşil ve kalp şeklinde. Sanki bir orman gölünün üzerine cennet bahçesi yansımış. Aklıma Ophelia geldi. Nerdeyse kızı kaldırıp çarşafı altından çekecektim. Yanına çömelmedim. Başında dikildim. Kız yattığı yerden bana baktı, yarım yamalak gülümsedi. “Günaydın” dedi. Meydan okur gibi. Hem de ona tepesinden bakarken. Hem de benim evimde, benim çarşaflarımda yatarken. Gözlerini gözlerime dikti. Sessiz bir ısrarla baktı. Korktum ama gözlerimi kaçırmadım. “Salonu toplayacağım da” dedim
“Bizden bir şey istiyor” dedim kocama banyoda tıraş olurken. Kalan savaşçı zigotlarımızın dördüncü günüydü. Kabın içinde ulaşabilecekleri mükemmel varoluş noktasına sadece yirmi dört saatleri kalmıştı. İkimizi aynadan seyrettim. Uzaktaki bir şeye bakar gibi gözlerimi kıstım. Buharla kaplanmış aynada aksimizi hayal meyal seçtim. Elimle aynayı silmeye çalıştım ama nedense olmadı. Galiba ayna çok kirliydi. Tıraş makinesinin sesi ademelmasının üzerinden geçerken daha boğuk çıkıyordu. Avurtlarında, çenesinde daha ince. Hiç dinmeyecek gibi bir vızırtı. Arı kovanının içinde gibiyiz. O soruyu sorarsam birkaç tanesi belki de hepsi üzerime hücum edecek. Vücudumu, yüzümü, sabahlığımım altından çıkmış kollarımı sokacak. Sonra belki karnımı. “Onun yumurtalarını mı istiyorsun? “ Makinenin fişini çekip “kız bizden bir şey istiyor” diye bağırdım. Merhametli kocam gözlerini açarak yüzüme baktı “Havlu mu?” diye sordu.
Klinikten aradılar. Kocam duymasın diye yatak odamıza geçtim. Aynı kadın. Ama bu sefer işi daha kolay. Sesini iki ayrı duygu durumu arasında çekiştirip sündürmesine gerek yok. “Maalesef” diyor “Çok üzgünüm.” Sonra bana dördüncü, beşinci, altıncı denemesinde ya da tedaviyi bıraktıktan sonra sürpriz bir şekilde başarıya ulaşanları anlatıyor. “Başarı” derken sesi gerçek bir başarıdan bahsedermiş ve bunda kendi payı da varmış gibi gurur dolu çıkıyor. “Kliniğimizin otuz beş senelik tecrübesi” diyor. “Öyledir muhakkak” diyorum.
Oğlan kızı öğlene doğru kapıdan aldı. Zile kız gibi sinir bozucu şekilde kısa aralıklarla basmadı. Pirinç kulpu nazikçe üç kez vurdu. “Burcu bir dakika bakabilir mi?” dedi. Bir köpek yavrusu gibi kaşlarının altından bakarak kapılarının önünde kızın gelmesini bekledi. “Kahvaltıyı hazırladım” dedi kıza. Kız bize teşekkür etmedi. Sonra tam içeri gireceklerken kızı gözümüzün önünde öptü. Kız da onu. Kocam da gördü. Bundan sonra her zil çalışında kapıya koşmaz.
Kaydımı yaptırdığım tango kursunun internet sayfasında “tango kendinizi keşfedeceğiniz bir yolculuktur” yazıyor. Bir saat araştırdıktan sonra buna yazılmaya karar verdim. İçime artık sadece kendim bakacağım. Keşfetmek için,yolculuk yapmak için. Kocam “elinde telefon pür dikkat ne yapıyorsun?” diye sordu. “En fazla birinci çıkaran tango okuluna kayıt yaptırıyorum” dedim.. Gözlüklerini indirip gülerek “estetik yaptırmaktan vaz mı geçtin?” diye sordu. “Evet” dedim. “Kendimi keşfetmeye kaldığım yerden devam edeceğim yolu en başından yürüyecek sabrım yok.” Merhametli kocam cevabımı çok da umursamadan “aklıma gelmişken hemen şunlardan tornavida ile çekici istesene kaybedecekler yoksa” dedi.
Bu öykü Notos’un 96. Sayısında yayınlanmıştır.
Bize Ulaşın