Karamsarlık bir arıza değildir
Karamsar olmaya (bazen kötümserliğe) yol açan olaylar-olgular, çeşitli belirtiler ortaya çıkmasa ve herkesi iyimser olmaya sevkedecek koşullar içinde yaşasak, tam anlamıyla harika olurdu. Ama öyle bir hal geçmişte olmadı, bu gün yok, gelecekte de olmayacak gibi görünüyor.
Söylemeden geçemeyeceğiz; Karamsarlık bir arıza değildir. Endişe içinde olmaya, kuşku duymaya yol açan bir yığın insanlık halinin sonucunda ortaya çıkan bir düşünme eylemi ve elbette ki iyimserliğin karşıtı bir yaklaşımdır. Fikir-sanat ortamında karamsarlık da en az iyimserlik kadar, hatta belki daha da fazla gereklidir. Kanaatimizce, kötümserlik de arıza değildir. Özünde gece-gündüz gibi, sıcak-soğuk gibi, iyimser-karamsar da (hatta kötümser/pesimist de) doğaldır.
İnsanlık tarihi iyimserleri de, karamsarları da şaşırtan (kötümserleri şaşırtmayan) olaylarla doludur.
Sonraki kuşaklar çok iyi hatırlamasalar bile 78 Kuşağı, 68 Kuşağı ve ondan önceki kuşaktan insanlar çok iyi hatırlayacaklardır; Kapitalist dünya tarafından Demir Perde olarak adlandırılan Doğu Bloku’nun (Sovyetler Birliği) dağılacağını, ilgili programları hayata geçiren ve onları yakından takip edenler hariç pek kimse öngöremezdi, tahayyül edemezdi. Berlin Duvarı’nın yıkılacağı akla gelmezdi. Yugoslavya’nın dağılacağını ve o coğrafyada vahşet yaşanacağını kimse öngöremezdi, söyleyemezdi. Ortadoğu coğrafyasında yaşanan ve şu anda tanık olduğumuz kızılca kıyameti de kimse öngöremezdi. Sovyetler Birliği dağıldığında herkes şok oldu. Berlin Duvarının yıkılışı da aynı etkiyi yaptı. Kadim gelenekten süzülerek gelen bilge ifadedeki gibi, perşembenin gelişi çarşambadan belli olduğu için, daha sonra tanık olunanlar ise pek kimseyi şaşırtmadı.
Şu anda öngöremediğimiz veya tahayyül edemeyeceğimiz aynı çapta veya daha büyük çapta şeyler yaşandığında da bir kısım insan şok olacak, bir kısım insan (en başta pesimistler) hiç şaşırmayacaktır.
Kimi insana göre yeryüzü geçmiş zaman içinde yaşananlardan çok daha büyük travmalara gebe, kimi insana göre de her şey öncekinden daha iyi olacak. Bu durum sanat ortamı için de geçerli. Dolayısıyla, sanat insanının iyimser, karamsar veya kötümser oluşuna bağlı olarak, eser de doğal olarak iyimser, karamsar veya kötümser bir atmosfer içerecektir.
Çok derinlere kök salmış, kemikleşmiş bir değerler sistemi, kendisine dayatılan yeni sistemi reddeder, direnir. Kendisini tehdit eden yeni bir olgu karşısındaki her ayak direyiş, bir kavga çıkacağına delalet eder. Başka türlü olması düşünülemez.
Yeni zengin burjuva sınıf
Feodalizmi tarih sahnesinden silen lokomotif güç nasıl ki tüccar-sanayici (yeni zengin burjuva sınıf) ve zamanında doğru ata oynayıp kendisini dönüştürmeyi, yeni sosyolojik evreye adapte olmayı başaran bir kısım aristokrat idiyse (bir kısım aristokrat da, eskiyi korumakta ısrar ettiği ve yeni duruma uyum sağlayamadığı için en fazla iki-üç kuşak sonra silinip gitti), modernizmi tasfiye edip kapitalizmin bir başka evresine veya onunla birlikte kapitalizmi de tasfiye edip bir başka sosyolojik evreye geçecek olan dinamikler (burjuva-küçük burjuva ortaklığı veya başka şey), hemen her konuda asıl belirleyici olanlardır.
Çağın egemen gücü muhalif olanı tam anlamıyla sindirdikten sonra, boşluk hissi yaşayan insanlara oyalanabilecekleri ehlileştiren ortamlar hazırladı. Bir kısım insan çeşitli mecralarda olgunlaşıp uhrevi bir ortama erişmeye çalışırken, bir kısım insan zamanın ürettiği başarı değerleri üzerinden birbirleriyle kıyasıya yarışa girdi. Böylece geleceğin güdümlü insanı inşa edildi. Dinozorların (mecazen) elinde kalan yegâne söz ve/ya eylem düzlemi ise, fikir ve sanat kulvarları oldu.
Fikir ve sanat insanı, doğası gereği kaygılıdır, huzursuzdur.
Fikir-sanat ortamında kendisine yer açan herkes, farklı ölçülerde de olsa kaygılıdır, huzursuz bir hayat yaşıyordur. Bu yüzdendir ki sanat ortamında bulunan insanın, tabiatı gereği bu kaygılar üzerinden eserini inşa etmesi beklenir.
Ve yine, birey fikir-sanat ortamının kıyısında bir yerlerde bile olsa kendisine küçük bir yer tutmuş ise, yaşadığı güne kadar olanları ve gelecekte olabilecekleri tam olarak çözme kabiliyeti bulunmasa bile, kavramaya yönelik çaba içinde olmaktan kaçamaz.
Yanlış anlamaya meydan vermemek için açıkça belirtelim ki, bu, herkesi kapsayan bir beklenti katiyen değildir. Bütün toplumsal kesimlerin böyle bir çaba içinde olması beklenemez. Meselelere kafa yoran, anlamaya-kavramaya çalışan, tasavvur-tahayyül etme, muhakeme etme gibi bir düşünme eyleminden kaçamayan, yorumlayan, sonuçlar üretebilen, kimi zaman çıkış yolu için öneri geliştirebilen nispeten dar bir kesim için böyle bir varsayım söz konusu olabilir. O da, entelektüel sanat ortamı (söze konu olduğu için özelde foto-graf entelejansiyası) ve tabii ki aynı bağlamda olmak üzere diğer entelektüel ortamlardır.
Gayet açık ki, bu kadarından hiçbir toplum mahrum değildir.
Fikir gün ışığına çıkmakta ısrar eder ve söz prangaya vurulmaz ise, o kadarından mahrum olunmadığı hakikaten görülür. Mamafih düşünen birey türlü saikle, binbir endişe içinde, çoğunlukla fikrinin gün ışığına çıkmasına izin vermez, onu kendine mahkûm eder, zihninde hapseder.
Oysa gelişmenin, ilerlemenin, yükselmenin lokomotifi, farklı oluşundan ötürü sert ve kaba bir tavırla karşılanacağı endişesine yol açan fikirlerdir. Yazık ki bireyi fikirlerini beyan etmekten alıkoyan her türlü hal, fikir sahiplerini kısır bir döngü içinde kalmaya mecbur bırakmakla birlikte, başka bireyleri ve toplumu da üretken ve sağlıklı bir ortama çıkıştan mahrum eder.
Devasa bir kısır döngü sürüp gider.
Yaşadığımız zamanda, maalesef insanların herhangi bir şey üzerinde bir an durup düşünebilecekleri kadar zamanları olmadığı için durum giderek daha kısırlaşıyor sanki.
Dijital dönem
Yarattığı atmosfer itibariyle geçmiş zamanlar Rönesans neyi ifade ediyor idiyse, gönül isterdi ki dijital dönem de aynı şeyi ifade etsin. Öyle olduğunu düşünenler var. Belki de öyledir. Bilemiyoruz. Öyle mi olacak, yoksa tersi bir duruma doğru mu gidecek, bu günden öngörü ifade etmek yanıltıcı olabilir. Bildiğimiz şundan ibaret: İyimserler için gelecekte her şey daha iyi olacak, kötümserler için gelecekte her şey daha kötü olacak.
Öylesi bir sanal dünya doğdu ki, kendi mecrasında hayatın akışı aşırı hızlandı. Sanal olan, gerçek olana baskın halde. Hayata sokakta, parkta, top sahasında, çeşitli üretim alanlarında veya elle tutulur başka ortamlarda karışmak yerine, sanal ortamda karışmak gibi bir vaziyeti idrak ediyoruz artık.
O nedenle, bütün gün evde oturan, hiçbir şey üretmeyen aylak insanın da zamanı yok.
Hatta zihnen ve/ya bedenen üretim faaliyeti içinde yer alan insana nazaran aylak insanın zamanı daha az, daha yetersiz çoğu kez. Zilyon adet görüntünün dağıtıldığı (paylaşıldığı) bir görsel ağın parçası haline gelmiş insanın elbette ki başka hiçbir şeye zamanı kalmaz. Özellikle de düşünmeye hiç zamanı olmaz. Uzun bir metni okuyamaz. Bir paragraflık yazıya bile sabır gösteremez. Sadece bir cümle olmalı, okuyabilmesi için. O da çok kısa bir cümle tabii ki.
Entelektüel bilgi
Kısa cümleler kolayca ezbere alınır ve en temel entelektüel bilgi de artık onlar olur. Çoğunlukla kırılıp dökülmüş, meşrebinden, mecrasından uzaklaşmış/uzaklaştırılmış reçete niteliğinde sözler ezberlere alınınca, muhakeme kabiliyetine ihtiyaç kalmaz. Muhakeme kabiliyetinden mahrum edilen birey ise, sürüye katılır. Fakat sürü içinde yer aldığının da genellikle farkında olmaz. Tersine, kendisini herkesten üstte görme eğilimindedir. Ezberlediği üç-beş özlü sözden ötürü âlim olduğu yanılsaması yaşar çünkü. Fütursuzca ahkâm keser, küçümser sessiz duranları.
İçten içe kendisini yeni entelektüel düzlemde konumlandıran hazır reçeteye yaslanmış kalabalık yeni bir kesim doğdu.
Çok okuyan, araştıran ve öğrenmeye çalışan insan ne kadar bilgisinden şüphe eder, o yüzden ender konuşur ve çoğu kez susmayı yeğlerse, o da, o kadar kendinden emindir, her konuda öne atılıp ahkâm keser, baskındır, tehditkârdır.
Bir bakıma Üçüncü Dünya ülkelerinin makûs talihidir. Geç endüstrileşmenin doğal sonucu olarak geç modernleşme evresiyle buluşmak böyle bir vaziyete yol açar. Hatta denebilir ki modernleşme evresi ıskalanmış, yani bütün toplumsal katmanlarda modernizm tam olarak yaşanmadan, sindirilmeden, içselleştirilmeden, post-modern sürece (modern sonrasına) geçilmiştir.
Hal böyle iken, bir kısım insan modern değerlere itiraz bağlamında post-modern değerlere sıkı sıkıya sarılır, buna mukabil, gerek modern, gerek post-modern değerlerin pek farkında olmayan baskın çoğunluk (yığınlar) ise yeni popüler kültürün, tüketim toplumu sürecinin çarklarına kapılır, başka bir ifadeyle her yandan tepelerine yağdırılan, üzerlerine boca edilen ‘haz’ imgelerine teslim olur.
Değersizlik
Post-modern sürecin post-postmodern evresinin değerlerinin (veya değersizleştirmelerinin), dünya görüşleri yelpazesinin bir ucundan diğerine bütün entelejansiyayı dehşete düşürecek kadar çeşitli toplumsal katmanları egemenliği altına aldığını söylemek yanlış olmaz. “Değersizlik” de bir fikirdir, başka bir yaklaşımdır. Yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için özellikle belirtelim; burada bir “sıradanlaştırma” çabasından söz etmekteyiz. Hayatın içinde özel önem ve değer atfedilen ne varsa hepsinin sıradanlaştırılıp, o özel önem ve değerden mahrum edilmesidir asıl amaç.
Bu bakımdan onun varlığına da bir anlam (ki “anlam” da aynı kaderi paylaşıyor) yüklenebilir. Fakat en temel değer olarak “değersizlik” (yahut sıradanlaştırma) öne çıkartılıyor gibi görünse bile, sorgusuz sualsiz tüketilmesi için sunulanlar (örneğin çeşitli markalar) son derece önemli birer değer olarak çoktan içselleştirilmiş vaziyette. “Sosyal Medya” çok önemli bir değer, hatta vazgeçilmez bir değer olarak durmuyor mu? Sosyal Medya hesaplarından izlenme oranı (tıklanma sayısı) veya takipçi sayısı çok temel bir değer gibi görünmüyor mu? Bu vaziyet de sıradan hale geldiğinde, yüksek değer ve önem atfedilen başka bir şey konmayacak mı insanların önüne?
Neden varız?
“Anlam”dan söz etmişken ona da kısaca değinelim ki zihinlerde oluşabilecek soruların yanıtını vermiş olalım. İnsan türü devam ettiği sürece kanaatimizce anlam arayışından vazgeçmez. Çünkü insan türü yaşadıkça varlık nedenini sorgulamaya devam eder. Şimdiye kadar oldu gibi bundan sonra da başta kendisinin ve kendisiyle birlikte her şeyin varlık nedenini merak edip araştıracak, olup bitenlere dair sebep-sonuç ilişkisini kurmaya, doğayı anlamaya ve çözümlemeye çalışacaktır. Başka şeyler bir yana, “Neden varız?” sorusunun yanıtını aramaktan vazgeçmeyecek, bu soru ile yanıtı insan için şimdiye kadar ne anlam ifade ediyor idiyse, ne kadar önemli ve değerli idiyse, bundan sonra da hiç kuşkusuz aynı şeyi ifade edecek ve o oranda önemli ve değerli olacaktır.
Bilim alanında bu yöndeki arayışlar gibi, sanat alanında da bu yöndeki arayışların izi hep olacaktır. Anlam arayışından vazgeçme yahut her şeyi anlamsızlaştırma ve önemsizleştirme-değersizleştirme istem ve çabaları beyhudedir. Böyle bir istem veya çaba teslimiyet anlamına gelir ki (görüldüğü üzere her durum için bir ‘anlam’ muhakkak çıkıyor), bu da insan doğasına aykırıdır.
Doğusu ve batısıyla bütün kültür ve sanat birikimi
Önemli bir soru daha: Neden sanat alanında doğu ile ilgili söylemler çoğunlukla egzotik anlatım veya betimleme eğilimi gösterir? Başka şey yok mudur doğuda? Kadim doğuda çok önemli başka şeylerin, örneğin hakiki anlamıyla felsefi öğretinin, bilimsel çalışmaların, kendine has kültürün ve sanatın olup olmadığına bakılmaz, bakılması arzu edilmez. Emperyal oryantalist yaklaşım batı esaslı bir sanat algısı dışına pek çıkmak istemez. Doğudakini sanat olmaktan çok, egzotik birer kültür ürünü olarak ele almak ister. Oysa doğusu ve batısıyla bütün kültür ve sanat birikimi, dünya insanlık ailesine yapılmış katkıdır.
Fakat anlaşılan o ki oryantalist yaklaşım biçim değiştirerek veya başka kıyafetlere bürünerek daha uzun yıllar devam edecek. Dileyen kendini doğaya veya çeşitli mistik güçlere teslim eder, orada var olmaya ve hiçliğe yolculuk eder. Dileyen sorgular, kendisini hiçbir şeye teslim etmez. Dileyen dünyadan bîhaber her iki vaziyeti seyreder. Bir kesim de her şeyi ayrıntılarıyla izleyip analiz eder ve neyi nasıl pazarlayacağının veya neyi nasıl yöneteceğinin hesaplarını yapar. Nihai olarak tezahür eden bu gibi eğilimler veya hallerdir.
Her çağda neye önem atfedilmişse, o, bir değer olarak toplumsal bellekte yerini almış ve normlar da ona göre biçimlenmiştir. Yaşadığımız zamanda da bazı yeni şeylere çok ciddi önem atfediliyor. Doğal olarak bu günün değerlerini de onlar oluşturuyor. Teorik olarak güya “değersizlik” (veya sıradanlık) görücüye çıkmış olsa da, esasında abur cuburdan ibaret yeni bir değerler (yüksek değerler) sistemi zihinlere çoktan kazınmıştır.
Post-modern süreç
Modern toplumun değerlerine itirazı olan entelektüel çevrelerin önemli bir kısmı post-modern süreci, başlangıcında bir karşı duruş olarak göründüğü, bir muhalefet algısı yarattığı için belki de benimsemiş ve kısmen o düzlemde yerini almıştı. Kimi ise modernizmi yere göğe sığdıramadığı için, yeterince ölçüp biçmeden post-moderni peşinen yerin dibine batırdı. Sürecin taşıdığı hastalıklara tanık olup geri plandaki durumu kavramaya başladıkça, entelejansiyanın bir bölümü geleneksel-kültürel değerlere sıkı sıkıya sarılıp öze dönmeyi ve onun üzerinden yeni bir dünya inşa etmeyi önerdi, diğer bölümü ise yerel değerlerin de hakkını teslim ederek evrensel değerler üzerinden yol almayı öneren yeni bir düzleme geçti. Öte yandan, başlangıcından itibaren gerek modern evreyi, gerekse post-modern süreci benimsemeyen, itiraz eden, başka toplumsal sözleşmeler öneren kimseler de vardı.
Modernizmi ıskalamış ve denebilir ki post-modern sürece paraşütle indirilmiş toplumların (yahut toplumsal kesimlerin) sanat-edebiyat ortamına ilişmiş bireylerinin bir bölümü ise, egemen gücün yanında kendilerine bir yer açabilmek, başka bir söyleyişle doğru ata oynamak (halk arasında ‘yörük ata binmek’ denir) istemiyle sürecin çarklarının daha iyi işlemesi için ne yapmaları gerekiyorsa onu yaptılar, yapmaya devam ediyorlar. İnsanın doğasında bu var zaten. Modern dönemin argümanlarına sıkı sıkıya sarılanların bir bölümü samimi olarak benimseyip modern yapı içinde yerlerini alsa da, bir bölümü başka saikle (doğru ata oynamak için) hareket ediyordu kuşkusuz. Modern öncesinde de durumun farklı olduğu söylenemez. Çünkü çağ değişse de insan, aynı insan. Dolayısıyla post-modern evrede olanlara şaşmamak gerekir.
Ufkumuzu genişletmek
Kapitalist dünyanın motor gücü olan ülkelerin halklarının baskın çoğunluğunun vaziyeti üzerine fazla söze gerek yok aslında. Hayatın rutinini bozmak istemeyen, sorgulamayan, yani tam anlamıyla edilgen olan konumlarından hoşnut görünüyorlar. Fakat aynı ülkelerin entelejansiyasının hakkını teslim etmek zorundayız. Bir kısmı bu motor gücün kusursuz işlemesine kendini adamış olsa da, bir kısmı itirazını yüksek sesle ve cesurca dillendirmiştir. Üstelik her dönem ödün vermeden böyle davranan düşün ve sanat insanları çıktı. Nitekim onların kaleme aldığı metinlerin okumalarını yaparak ufkumuzu genişletmekteyiz.
Her insan dilediği yerde durur, dilediği yaşam biçimini seçer, dilediği görüşü benimser, negatif yahut pozitif olup bitene itiraz eder ya da etmez. Bu konuda kendi adımıza söze hacet görmeyiz. Çünkü kanaatimizce hayatın akışını bu bağlamda değiştirmek, dönüştürmek salt bireyin gücünü aşar. Hayatın akışını düzenleyen çok çeşitli ve birbiriyle bağlantılı son derece büyük ve güçlü dinamikler var. Bu dinamiklerin yanında birey (şayet yeni paradigmanın veya alternatif paradigmanın kuramsal yapısını oluşturacak çapta bir düşünür değilse), çoğu kez, büyük bir sel baskının içinde sürüklenen küçük bir çöp olmaktan öte anlam ifade etmez.
Ve ne yazık ki çok uzak geçmişten günümüze kadar küçük bir çöp olma hali hiç değişmedi.
Feodal dönem
Feodal dönemin aristokrat egemenlerinin uçsuz bucaksız topraklarında karın tokluğuna ve güvencesiz çalıştıkları için mutsuz olan kalabalık kitlelerin Endüstri Devrimi sürecine umut bağlaması son derece doğaldı. Fakat o süreç daha ilk evresinde küçük atölyeleri, aile işletmelerini ortadan kaldırdı ve kendi işini yaparak hayatını kazanan insanları, usta zanaatkârları ve büyük toprak sahiplerinin tarımsal faaliyetlerini icra ederek yaşamlarını sürdüren çiftçi topluluklarını fabrikalarda karın tokluğuna çalışan işçilere dönüştürdü. Kent varoşlarında son derece sefil bir hayata mahkûm oldular ve yeraltında, maden ocaklarında çocuk işçiler dahi günde 16 saat, hatta bazen 18 saat çok ağır koşullarda çalışmak zorunda kaldılar. Direnişler oldu, direnişleri kırmak için sopa ve silah kullanıldı ve bu böyle sürüp gitti. İnsanlığı saran büyük umut da kendiliğinden yok oldu.
Modern hayat vaat ettiğinden giderek daha da uzaklaşmaktaydı. Birbirine yakın zaman aralıklarıyla yaşanan iki büyük dünya savaşı, işgaller, toplama kampları, gaz odaları, katliamlar, nükleer silah kullanımı (Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerini yerle bir eden atom bombaları) ve daha bin türlü vahşet. İnsanlığın adeta aklını yitirdiği bu iki savaşta 100 milyona yakın insan öldü, yaralandı, sakat kaldı. Bir savaşın bitiminde insanlık ailesi ve elbette ki sanat dünyası yeniden umut beslese de, onu bir başka savaş izledi ve umutlar bir kez daha söndü. Hal böyle iken modernizme itiraz, özellikle de fikir ve sanat çevreleri için doğal bir sonuç olarak görülmeli. Bu nedenle post-modern sürece sıkı sıkıya sarıldı insanların bir bölümü. Sürecin varacağı yeri öngören ve benimsemeyenler (modenizmin alternatifinin bu olmadığını düşünenler) zaten baştan itibaren sürece uzak durdular, eleştirdiler, fikir ve sanat eserleriyle eklemlenmediler.
İnsanın tabiatı
Bu gibi halleri yadırgamanın anlamı yoktur. İnsan tabiatı birbirinden çok farklı tutumlar geliştirmeye elverir. Böyle bir tutumun modern ve modern öncesi dönemlerde de ortaya çıktığı malûmlarıdır. Başka türlü açıklayalım ya da eşyanın tabiatı diyelim, hiç fark etmez. Kaldı ki, hangi tutumun gerçekte ne kadar doğru/haklı bir tutum olduğunu ve/ya hangi tutumun isabetsiz/yanlış olduğunu çok berrak şekilde bilmek pek de olası değil. Sadece bu günkü bilgileri ve değer yargıları ışığında bazı görüşler dillendirebiliyor insanlar. Bu görüşlerin bir süre sonra değişmesi de pekâlâ mümkündür.
Bu koşullarda iken (bazı şeylerin eksik kalacağını veya yeterli olmayacağına da baştan bilerek) vaziyeti analiz etmeye ve mümkün olduğunca farklı görüşleri birlikte ele alarak, keskin-köşeli sözlerden uzak fazla iddiası olmayan bir panorama çizmeye çalışmak en iyisi gibi görünüyor.
Diğer sanat alanlarında her daim yapıldığı gibi, foto-graf üzerinden hayata dair kayda değer birkaç şey söyleyebilmek; işte bütün mesele bu.
Modern dönemde icat edilip geliştirilen, dijital sistemle birlikte yeni bir evreye geçen görüntü kayıt teknolojisinin kullanıldığı foto-grafta da durum, hayatın diğer alanlarıyla aynıdır. Hiçbir alan ayrıcalıklı bir yer tutmaz. Herbirinin dolaylı-dolaysız diğeriyle bağı vardır, hepsi birbirini etkiler. Özetle, her parça bütünden bir şey yansıtır ve bütünün ne olduğu konusunda fikir verir. Dolayısıyla, foto-graf dünyası allame-i cihan olmadığı gibi, abartılı şekilde yaygın olması nedeniyle de çoğu kez aşılması zor handikaplar barındırır ve maalesef vasat (bazen vasatın altında) bir düzlemde yol alır. Bunun farkında olmak mucizevî bir bilgi yahut deneyim gerektirmez. Hal-i pür melali olduğu gibi görmek, pek parlak olmayan vaziyeti kabullenmek, özellikle de birey olarak bizatihi kendi kısır döngüsünü itiraf etmek ise hakikaten zordur.
Bize Ulaşın