Başlangıç itibarıyla, fotoğrafın ülkemiz topraklarında hayli ilginç bir seyir serüveni olmuştur. Fransa’da bulunuşu açıklandıktan çok kısa bir süre sonra sınırlarımızda bulmuştur kendisini. Seyyahlar, Batı’dan Doğu’ya doğru bir rotayı izleyerek, Balkanlar, İstanbul ve Ortadoğu’nun içinde olduğu zengin bir coğrafyanın yaşamını ve tarihi değerlerini fotoğraflarına aktarmışlardır. Bu kişilerden Osmanlı topraklarına yerleşenlerin bir kısmı ise profesyonel olarak bu mesleği uygulamaya başlamış ve İstanbul’da yeni birçok stüdyonun açılmasını sağlayarak yakın geçmişimizin mikro tarihini geleceğe taşımışlardır.
1839’da ardında sayısız deneme sonucunda bulunuşu duyurulan fotoğraf, önce Pera’da çiçek açmış ve gözü pek fotoğrafçıların çabalarıyla- teknik koşulların yetersizliğine rağmen- stüdyo fotoğrafının bugün bile önemini koruyan seçkin örnekleriyle varlığını kanıtlamıştır. Türkiye’de fotoğraf, farklı aşamalardan geçip günümüze kadar gelen kırılmalarla örülü ilginç bir geleneğe sahiptir. Stüdyo fotoğrafının günlük yaşama taşınması, teknik ilerlemelere bağlı olup fotografik malzemenin hafiflemesiyle yeniden gövde bulmuş ve bundan sonra fotoğrafçılar sokağa çıkarak fotoğrafa yepyeni bir perspektif kazandırmışlardır.
Fotoğraf, özellikle fizik, kimya ve optik ile yakından ilgili bir zanaat olarak insanların suretlerini kalıcı kılarak çok önemli bir işlevi yerine getirmiştir. Bunun sonucunda, geçmiş zamanlarda insanların tipolojileri, meslekleri ve yaşadıkları çevreyle olan ilişkileri sabitlenerek fotoğraflara dönüşmüş ve yıllar geçse de hatırlatacak kıymetli belgeler olarak günümüze kadar gelmiştir. Fotoğrafın belgeselliği, fotoğrafçının dürüst ve yansız bakış açısıyla birleştiğinde bir sanat dalındaki en gerçek kabul edilen noktayı işaret eder. En azından bu durum yakın geçmişe kadar böyleydi.
Bugün Cumhuriyet 100 yaşında. Ben de 60 yaşındayım. Çocukluktan beri fotoğrafa sevdalıyım. Fotoğraf makinemi 14 yaşında boynuma astıktan sonra, dünyayı farklı bir gözle algılamaya başladım. 1970’lerden 1980’lere, fotoğrafın sinyalsiz şerit değiştirişini bire bir izledim. Unutamadığım bir dönemdir, 1973yılı; 10 yaşındayım, Cumhuriyetimizin 50’inci yılını hatırlıyorum. Harçlıklarımdan artırarak aldığım, üzerinde Boğaziçi Köprüsü’nün olduğu, köprü açılış hatırası pullarını, pul defterimde, 1970 yılında köprünün temel atma pulunun olduğu panoramik pul serimin yanına özenle yerleştiriyorum. Kulaklarımda, hemen ezberleyip tüm okulca söylediğimiz ve hâlâ ezberimde olan 50.Yıl Marşı “Müjdeler var, yurdumun toprağına taşına / Erdi Cumhuriyetim 50 şeref yaşına” diyor. Şimdi başkalarının hatalarıyla biçimlenen yeni yaşamımızda, dili ve ruhu bizden olmayan şarkılar, türküler ve “oy”un havalarıyla geçiştiriliyor tüm özel günlerimiz.
Tuhaf olaylarının gölgesinde, durmak bilmeyen bir kötülük rüzgârı kasıp kavuruyor tüm ülkeleri. Dünyayı cahiller ve akıl hastalarından oluşan bir güruh, denetimi imkânsız egolarıyla yönetiyorlar. Onların da iplerini egemen güçlerin tuttuğu, rüşvet ve şantajla biçimlenen, iktidarda kalma sözü verilmiş birer kukla oldukları iyi biliniyor. Günümüzde yaşam dijital bir platform üzerinden yönetiliyor. Ancak kimlik ve vergi numaralarımızla varız. Devlet, bankalar ve alışveriş yaptığınız kurumlarla ancak sayılar üzerinden kurulan ilişkimiz var. Bilgisayarımızın klavyesi, mobil cihazımızın tuşları ve elbette kredi kartımız bizim yerimize konuşuyor. Bir cep telefonumuz ya da internetimiz yoksa biz de yokuz. Posta adresimiz kuryelerin teslimatları dışında hiçbir işe yaramıyor. Yani insanın “kişi”lik olarak yok sayıldığı bir dönemdeyiz.
Elbette fotoğraf da bu tuhaf gidişten nasibini alıyor. Her gün milyonlarca fotoğraf çekiliyor. Tüm görüntüler birbirinin içine yok oluyor. Nerede kimin fotoğrafını gördüğümüzü hatırlayamıyoruz. Geleneksel analog fotoğrafla yapay zekâ arasında gidip gelen bir salıncak var adeta. Postmodern dönem sonrası kargaşa henüz dinmedi ve yapılan işler herhangi bir kategori içinde ele alınamıyor. Fotoğrafçılar resmin sınırlarına girerlerken, görsel sanatların diğer disiplinlerinde olanlar da fotoğrafın fiziksel kolaylığından yararlanıyorlar. Herkes az bilgi ve çok teknoloji ile yol almaya çalışıyor, bu da müthiş bir görüntü karmaşası yaratıyor. Bellek asli görevini yapamaz oluyor.
Türkiye’de başlangıçtan günümüze fotoğrafın serüvenini, kimlerin gelip geçtiğini, zaman içinde neler olup bittiğini kronolojik olarak anlatan bir ansiklopedimiz dahi yok. Dergilerde yazılan yazılar, kayda geçirilip yazıya dökülen konferanslar ve yapılan tezler dışında geçmişe ait bilgilerden oluşan bir kaynağa ulaşmak olanaksız. Devlet, yerel yönetimler, özel kurumlar; hiç kimse el atmıyor bu konuya. Türk Fotoğrafı, zamanında ve detaylı bir biçimde tanıtılsaydı, tıpkı Türk mutfağı gibi emsallerinden çok farklı ve zengin yönleriyle bilinecek ve üzerinde konuşuluyor olacaktı.
Türk Fotoğrafı’nın gövdesi ağırlıklı olarak insan ve onun habitatı üzerine kuruludur. İster köy kahvesinde çayını içip kağıt oynayan yaşlı bir amca, ister şehirde lüks bir otelin terasında “alkolsüz” kokteylini yudumlayan beyaz yakalı iş adamı, ister sokakta bir bankta sonbahar güneşinin altında uyuklayan emekli teyze, ister sabah sporunun çevikliğini taşıyan, bir toplantıdan diğerine koşarken bir sokak fotoğrafçısına yüksek enstantanede yakalanan iş kadını olsun, insan bir obje olarak fotoğraf anlayışımızın geleneksel malzemesidir. Her ne kadar 70’ler, ağırlıklı olarak sosyal belgesel dramla kutsanmış sümüklü çocuk fotoğraflarıyla anılsa da insan faktörü gelecek dönemlerde çekilecek neredeyse tüm fotoğrafların mayası olmuştur.
İnsan fotoğrafı, geçmişin portre geleneğinden günümüzün sokak fotoğrafına varıncaya kadar ülkemiz fotoğrafının yüzlerle olan eğilimini gösterir. Bugün ise bu fotoğraf yaklaşımının bir kısmı günlük yaşamın dinamizmi içinde renk ve hareket cambazlıklarına dönüşerek alan küçültürken, nitelik olarak fazla değişim gösterememektedir. Ülkemiz fotoğrafçılarının en büyük tutkusu, başlangıçtan bu yana yüzlerle kurduğu sıcak ittifaktır. O dönemin fotoğrafçılarının işleri, tıpkı bir akım gibi çoğunlukla 70’li yıllarda politik bakışı doğrultusunda aczin ve yoksunluğun fotoğraflarına dönüşmüş de olsa 80’lerdeki yeni arayışlar ve bakış açılarıyla, stüdyo fotoğraflarından nü çalışmalarına kadar genişleyen fotoğraf-insan ilişkisiyle yeni bir gövde kazanmıştır.
Dünyanın yaşı hepimizden daha fazla. Evren zamanının bize ayrılan bölümünde çağımızın tanığı olarak bizler de yaş aldık var olduğumuz coğrafyalarda. Fotoğrafın önemini hep bildik ama tahmin edemediğimiz nokta, fotoğrafın dünyayı asla değiştiremeyeceği gerçeğiydi. Fotoğraf makinesi o kadar çok yalana alet olmuştu ki, çoktan inandırıcılığını yitirmişti. Fert olmayla insan olma arasındaki sınır çizgisi çok inceydi. Üstelik yapay zekâ kapıya dayanmıştı. Oy verdik, vergi verdik; bayrağa, toprağa, inançlara, haklara saygı duyduk; erdemli ve dürüst kalmaya çalıştık. Sonuçta fotoğrafa sarıldık ama yalnız bırakıldık. Karamsarlık Doğu’nun kaderiydi. Bunu doya doya yaşamayı seçtik. Kendi yaptığımız yanlışları, kader olarak geçirdik kayıtlara.
Kötülük, aralarında ittifak yapmış insanların üzerine musallat oluyor. Ruh halimiz, ister istemez Cumhuriyet ile olan ilişkimizi ve kutlama biçimimizi de etkiliyor. Herkes kendi 100. Yıl Marşı’nı yazıyor. Bu da yüz senede tek marş üzerinden birlik oluşturamadığımızı gösteriyor. Ben kendi adıma 50. Yıl Marşı’nın plağını iki kez arka arkaya koyup on yaşından bu yana elli yıldır tek bir kelimesini unutmadan kendi “yüz”ümü ezberimden söylemeyi yeğliyorum.
Umutsuz değiliz elbet. Umut, akıl ve ideallerle desteklendiğinde yerini bulur; vicdan ve erdem ile payandalanır. Bir göktaşı çarpıncaya, dünyayı yerle bir edecek bir felaket oluncaya kadar umudumuzu yitirmeyeceğiz. Birlikte var olamadık ama birlikte yok olabiliriz, buna cesaretimiz var. Cumhuriyet Fotoğrafını mı ele alacağız; öyleyse dünyada bize en çok belge bırakmış bir liderin, Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğraflarının sosyolojisi, dönem dinamikleri ve fotoğraf okumalarıyla işe başlayalım. Belki bu şekilde bir yerlere ulaşabiliriz. Yoksa başımıza musallat olan cini/periyi kovmak için üfürükçülere kendimizi okutmak zorunda kalacağız. Fotoğrafçılar olarak, üzerimize düşen ışığı adeta bir görev bilinciyle yansıtmayı sündüreceğiz.
Uygarlık tarihinde görmezden gelinerek hiçbir şey yok edilememiştir: “Yüzde yüz!” Ne bir inanç ne bir sevgi ne de bir insan! Son söz yerine: “Yaşasın Cumhuriyet!” ya da “Cumhuriyet fazilettir!”
Bize Ulaşın