Yeni Delhi’den İnsan Manzaraları

/

“Slumdog Millionaire – Kenar Mahalle Milyoneri.”

Hindistan gerçeğini anlatan bu filmi izlediniz mi? Yeni Delhi’den insan manzaralarını anlatmaya bundan daha anlamlı bir cümleyle başlayamazdım herhalde. Aslında Türkçesi biraz daha argo; ama ben sansürledim! Mumbai‘nin varoş çocuğu Jamal Malik‘ten öyle çok var ki Delhi’de de!

Önce kısa bir Hindistan bilgisi vereyim sizlere: 1947’de İngiltere’den bağımsızlığını ilan eden, 28 eyaletten oluşan Hindistan 1,2 milyar nüfusuyla dünyanın ikinci en kalabalık ülkesidir. Başkenti 14 milyon nüfusuyla Himalayalar’a yaslanmış Yeni Delhi ve en büyük şehri de Mumbai’dir. 3.300.000 km² yüz ölçümü ve 7.500 km’lik sahil şeridi vardır. Ülke %80 oranında Hinduizm’e inanır ve sonraki en büyük oran ise %14 ile İslamdır. Dünyanın 12. büyük ekonomisi olan Hindistan’ın büyüme hızı %6,7, kişi başı geliri US$1.000, enflasyon %8, işsizlik oranı ise %7’dir. En kötü oran ise %61 ile okuryazar oranıdır.

Vesselam çok sıcak insanlar Hintliler. Çok da saygılılar. Tanımadığınız insanlar bile -yanlarından geçerken- anjali mudra denilen selamı veriyor size. Yani, elleri ayalarından birleştirerek göğse doğru götürme ve başın hafifçe öne eğilmesi hareketinden bahsediyorum. Seslerini yükseltmiyorlar. Aranızdaki konuşma bir iddialaşmaya giderse mutlaka geri çekilen ve sessizliğe bürünen onlar oluyor.

İnekler sokaklarda özgürce dolaşıyorlar; ama hepsinin sahipleri var. Akşam kendi kendilerine evlerine dönüyorlar. Arabaya koşulmuş olanlar da görüyorsunuz; ama onlar sadece öküzler. Sizin anlayacağınız, hayvanlar dünyasında bile bayanlar daha kutsal. Kuzey eyaletlerinde inek eti yenmiyor. Bufalo, geyik, keçi ve koyun eti yiyorlar. Modern gençlik ise bunların hiçbirine inanmıyor.

Sokakta renkli şapkalı Sikhleri görüyorsunuz. Saçlarını hiç kesmiyorlar ve şapkalarının altında topluyorlar. Yılda 15 cm uzasa, 10 yılda 1,5 m eder. Herhalde o zaman bir düzeltme yapıyorlardır. Sakal ve bıyık bırakmaları da zorunlu.

Kurşunsuz benzinin litresi 72 rupee, yani 5,80 lira. Bu arada sakın şaşırmayın! Mercedes, Audi ve BMW’nin fabrikaları var Hindistan’da!

Mistik güçlere inanıyorlar. Arkadaşım Rajan’ın arabasında kokpitin üzerinde bağdaş kurmuş yaşlı bir erkek heykelciği görünce, kim olduğunu sordum:

— O, Shirdi Sai Baba, dedi.

O Guru’ya inanıyordu. Gözleri doldu birden:

— Oğlumun bize dönüşünü ona borçluyum. 2 sene önce trafik kazası geçirdi. Kafatası parçalanmıştı. Hayatı kurtuldu; ama ne konuşabiliyor ne de yürüyebiliyordu. Batı Bengal Sibpur'daki Sai Baba Tapınağı'na götürdük. Durmaksızın Sai Baba'ya dua ettik. O bizimleydi ve bizi görüyordu. Sai Baba 100 yıl önce öldü; ama sözleri bugünün dünyasına da ışık saçmaya devam ediyor. Sevgi, bağışlayıcı olmak, insanlara yardımcı olmak, iç huzur onun ilkeleriydi. Belki şaşıracaksın; ama müritlerine Hinduizm ve İslamın ortak paydalarını ve bu iki din arasındaki toplumsal uyumu anlatıyordu. Yaşarken, çaresiz hastaları mucizevi şekilde iyileştiriyor, zihinleri okuyor ve ruha giren şeytanları kovuyordu. O öldükten sonra da insanlar tapınağına gidip şifa dilenmeye devam ettiler. O da şifa dilenenlerin rüyalarına girerek şifa dağıtmaya devam ediyordu. İşte biz de oğlumla gidip Aziz Sai Baba'dan şifa dilendik. O gece hem benim hem de oğlumun rüyasına girdi. Birkaç gün sonra da oğlum hem yürüyebiliyor hem de konuşabiliyordu.

Bu anlatılanın çoğunuza inanılmaz geldiğine eminim; ama benim hayatımda da öyle örnekler var ki ben inanmamazlık edemiyorum. Abadiania Brezilya’da da yine inanılmaz güçlere sahip olan John of God (Tanrının Musa’sı) adlı bir kişi var. Dünyanın dört bir yanından binlerce insan ona akın ediyor. O da beş kuruş almadan insanlara şifa dağıtıyor. Son yıllarda öyle çok can dostumun hastalıklarıyla ilgilendim ki alternatif tıp adına dünyada bakmadığım köşe kalmadı.

Rajan’ın oğlu oğlumla yaşıttı. O elinin tersiyle gözlerini silerken omzunu sıvazladım. Artık geride kalan kara günlerini anlıyordum.

Trafik bir felaket Delhi’de!

Tokyo, Mexico City ve Taipei‘den de kötü. Arabalar eski püskü. Her yerde 3 kişilik -Tuk Tuk denen- sarı motorvanlar var. Ayrıca da motosikletler ve bisikletler. Hatta tekerlekli iskemlesiyle trafikte cebelleşen yürüme engelli insanlar. Ticari araçların hemen hepsinin arkasında, “Lütfen korna çalın.” yazıyor!! Caddelerdeki gürültü kirliliğine inanamazsınız. Kornalar hiç susmuyor. Sanki kontağı açınca otomatikman çalmaya başlıyorlar. Bizim minibüsleri ararsınız.

Delhi’nin havası İstanbul’a benziyor. Gündüzler sıcak ve nemli, ama akşamları serinliyor.

Gittiğim ülkelerde taksi şoförleriyle sohbetten hoşlanırım. En gerçek şehir haberleri onlardadır. Otelden randevuma doğru yol alırken, beyaz şapka takan şoförle konuşmayı denedim:

— Ne olacak bu trafiğinizin hali?

Dikiz aynasından bana bakarak:

— Metro ve kaldırımlar yapılıyor da ondan.

dedi, inşaat alanını göstererek. Şehirde gerçekten de bir inşaat furyasıdır gidiyordu. İstanbul’a benzettim:

Çocuğun var mı?
— 3 tane.
— 1 milyardan fazla nüfusunuz var, devlet sınırlama getirmiyor mu?
— 1 çocuktan fazla yapmazsanız iyi olur, diyor.
— Yani bir evde 5 nüfussunuz?
— Aslında yedi. Annem-babam da bizimle yaşıyor.
— Hepsine sen mi bakıyorsun?
— Evet."
— İyi maaş alıyor olmalısın.
— Ayda 100 dolar maaş alıyorum.

Zor mu küçücük yaşamını tahmin etmek! İçime büzüştüm, aynada görünmez oldum! Beni görebilmek için o dikildi:

Çocukların hepsi okula gidiyor mu?
— Evet; ama devlet okuluna gidiyorlar. İngilizce eğitim veren özel okullar çok pahalı.

Bunu söylerken arabanın güneşliğini indiriyor ve üç çocuğunun resimleri çıkıyor ortaya:

Ne kadar ki özel okullar?
Her çocuk için ayda 100 dolar.
Ya devlet okulu?
Ona da ayda 1300 rupee ödüyoruz.

Kabataslak hesap yapıyorum, 19 dolar filan ediyor. E kardeşim sen geçinme konusunda bizim asgari ücretlileri de solladın demiyorum.

Verdiğim 200 rupee bahşiş karşısında birkaç kere anjali mudra yapıyor.

Delhi‘nin manzaraları bizden daha farklı. Sadece koyu renkler var. Dikkatli bakarsanız canınız çok yanar. Dertlisi, çaresizi, fakiri çok. Sanki tek tip giyinmiş gibiler. Bizde dar gelirli insanımız eski de olsa bir elbise giyer. Burada insanların ayakları çıplak, kir-pislik içinde. Üzerlerinde ise sadece lime lime olmuş örtüler var. Metroseksüel erkekler, french manikürlü çıttırık hanımefendiler yok! Alışverişe Paris’e gidenler de yok. O manzaraları gördükten sonra Bağdat Caddesi’nde yürümekte zorlanıyorum. Delice alışveriş yapan insanlara boş gözlerle bakıyorum. Hangisine ağlayayım, kime yetişeyim! Bence ağlamayı bırakıp BM gönüllülerine katılmalı ve Afrika’da insanlara yardım ederek yaşamalıyım. Kalan ömrümde en çok ne yapmak beni mutlu eder dediğimde, durduğum yerde acı çekip insanlara ağlamaktansa, onlara daha çok yardım edecek şekilde çalışmalıyım diye cevaplıyorum. Çünkü dünyanın neresine gidersem gideyim, benim izlediğim manzaralar bunlar oluyor.

Otelim şehir merkezine 20 km uzaklıkta bir varoştaydı! Yok yok şaşırmayın, 5 yıldızlı, son derece lüks bir oteldi; ama konumu itibariyle felaketti. Etrafı Slumdog Millionaire‘deki barakalarla çevriliydi. Odamın penceresinden dışarı bakmaya utanıyordum. Çünkü sefalet içindeki insanlar yukarıya odalara bakıyorlardı. Canım öyle yanıyordu ki.

Kapak fotoğrafına iyi bakın, o zavallı insanın ne yaptığını anlayabildiniz mi? Resmini çekmeye utandım; ama bu resimlenmesi gereken ve ders alınacak bir görüntüydü. Üzerine giyecek bir elbisesi yoktu, barakasında su da yoktu. Kim bilir kaç zamandır yıkanmıyordu; ama evet, elinde bir diş fırçası tutuyordu! Şaşkın bakışlarım altında dişlerini fırçaladı! Nasıl beslendiği meçhul. Aslında yemek bulup bulamadığı da meçhul; ama dişlerini fırçalamayı ihmal etmiyordu. Belli ki ekmeğe vereceği parayı diş macununa veriyordu. Oysa ben ne zengin insan müsveddeleri bilirim sapsarı dişlerle gezen, serçe parmağının iğrenç tırnağıyla dişlerini temizleyen! Fırçalamayı bitirip doğrulunca camda beni gördü ve o kapkara yüz gülümsedi, anjali mudra yaparak beni selamladı. Tekrar doğrulduğunda beni de aynı selamı verirken görmek eminim ki onu çok mutlu etti.

Edebiyat aşığı anne babanın evladı olarak çokça okuyor, yazıyorum. Yayımlanmış kitaplarımın yanı sıra dünyanın dörtte üçünü gezdim, keşfetmeye devam ediyorum. “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” sorusunu "Çok gezip çok okuyan." şeklinde yanıtlıyorum. "Bakmakla görmek arasındaki fark"ın bilincinde yarım asırdır fotoğraf çeken bir edebiyatçı gezgin fotoğrafçı olarak özellikle gençlere edebiyat ve fotoğraf sevdasını aşılayacak aktiviteler içinde bulunup deneyimlerimi kaleme alıyorum.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son yazılar: Gezi Kültürü