Bir örnek kıyafet, teklik, aynılaştırma, arileştirme (uniformity); hepsi de insani bireysel, kültürel farklılıkları, çeşitliliği (diversity) yok sayan, yok eden uygulamalar; en masum görüneninden en vahşisine. Hâkimiyet kurmanın ve yok etmenin ilk adımı herkesi bir örnek kılmak, tek tip kıyafet giydirmek, tek tipleştirmektir.
Rudolf’a, 8 Şubat 1940’da bir tebligat gelir, bir tutuklama emri; iyi hal kıyafetlerini giyinir, karakola götürülür, önden yandan fotoğrafları çekilir, kaydı tutulur; bilirsiniz, totaliter düzenlerde kayıt önemlidir.
Ve birçok başkalarıyla birlikte, o da, bir toplama kampına götürülür, Kapıda büyük bir yalanla karşılaşır:
“çalışmak özgürleştirir”. Uzun sürmez bu yalanın ne olduğunu anlaması, burası masum bir çalışma kampı değil, duygudan yoksun insan rasyonalitesinin kurduğu, sistematik bir kıyım merkezi, bir ölüm fabrikasıdır. Şehrin dışında, gözlerden ırak bir yerde, bir merkezin etrafında düzenli dizilmiş tahta barakalar, ara ara tuğla yığma yapılar vardır burada. Tüm alana hakim bir kuleden herkes gece gündüz gözetlenir ve büyük hoparlörden sürekli uyarılar yapılır, yasaklar hatırlatılır, göklerden emirler yağar: Şunu şunu yapın, bunu bunu yapmayın, yoksa cehennem azabı sizi bekler. Etrafı elektrikli tellerle çevrili, kaçışın imkânsız olduğu bir yerdir burası. Önce tüm kişisel eşyaları, ayakkabıları, giysileri, saati, cüzdanı elinden alınır; varsa altın dişleri sökülür, saçları kökünden kazınır, çuval yapılmak üzere; hayatlarının tüm simgesel bağlarından koparılırlar.
Bütünüyle, bedenleriyle, ruhlarıyla çırılçıplak kalırlar. İnsan olmaktan çıkmışlardır artık, böyle olunca da öldürülmeleri meşrulaşır, çünkü insan değillerdir ki zaten. Ötekini dehümanize etmek onu yok etmeyi meşrulaştırır. Gözlüklerini, mendilini, kalemini, alırlar elinden, çuval gibi tek tip bir çizgili giysi verirler üstüne. Sonra yaşlılar, çocuklar, güçsüz kadınlar doğrudan fırına, diğerleri koğuşa gönderilirler. Üstüne biraz saman atılmış, tahta kerevetlerde üçer beşer yattıkları koğuşlara…
Tüm gün çalıştırılırlar, azıcık yemekle, bir tutam tayınla ne kadar gücü kaldıysa mahkûmların, en ağır işleri yaparlar, arada düşenler, ölenler olur, hemen alıp uzaklara götürülen. En temel ihtiyaçlarını karşılamak bile bir işkencedir ki bunun, saatler süren sabah içtimalarının, sayımlarının, sürekli dayağın, itilip kakılmanın yanında lafı bile edilmez.
Yasakları delenler, örneğin bir lokma ekmek için başkasının kazmasını küreğini taşıyanlar, küçücük daracık hücrelere atılır; yardımlaşma, dayanışma yasaktır. Bazen sekiz on kişi bu daracık karanlık yerlere tıkıştırılır, insanlıklarından utanırlar. Bazıları o hücrelerden birinde ölür kalır; ama hayat yine de devam eder, yıllar yıllar sonra bir mum diken olur onların anılarına.
Bazıları topluca kurşuna dizilir, idam mangalarının önünde. Bazıları, diğer mahkûmların önünde tek tek. Bangır bangır anonslar yapılır, öldürüldükleri yetmez, bir de sözle lanetlenir kurşuna dizilenler. Bazıları yol üstündeki darağaçlarında idam edilir, yan yana. Günlerce öylece bırakılır cesetleri, ibreti âlem olsun diye.
Eninde sonunda her birinin gideceği yer bellidir; fırınlarda yakılırlar, külleri havaya savrulur; öyle ki, yakınlardaki lojmanlarda oturan subay eşleri şikâyet eder, habire bahçelerindeki güllerin üzerine düşen insan küllerden.
Kendileri kül olur gider insanların; gölgeleri, yansımaları kalır toprakta.
Ya da bazılarının birkaç fotoğrafı: nasıl da çeşit çeşittir bakışları, giysileri, duruşları; nasıl da biriciktir her insanın hayatı. Nasıl da türlü türlü hayatlar saklıdır yüzlerinde, çeşitlilik nasıl da yaşam katmıştır zamanında ömürlerine.
Burası kurtarıldıktan 35 yıl sonra, ya da günümüzden 40 küsur yıl önce, genç bir adam ziyaret eder bu katliam yerini, bu utanç müzesini. Duyduğu, okuduğu bu hakikatin içinde bir gün geçirir, çarpılır, yaralı çıkar dışarı; insan insana bunu nasıl yapabilir, diye düşünür durur yıllardır.
Ve bir afişte arar yanıtını sorularının. Geçmiş ve gelecek arasında sıkışmış bu yıkım, bu kör karanlık içinde var olabilmektir aslolan. O gün bugündür, döner döner sarılır hayata; hayatına insani anlam katma çabalarına sarılır.
(*) bu metin ve video, ilgili fotoğraflar ile birlikte, The Lobster (Yorgos Lanthimos, 2015) filmi üzerine, Serkan Turaç danışmanlığında düzenlenen “referans çağrışım” fotoğraf atölyesi (2023) kapsamında hazırlanmıştır. Metin filmdeki ana temanın “teklik-çeşitlilik” olduğu düşüncesiyle yazılmıştır. Projenin tüm ürünlerine şu websitesinden ulaşılabilir: https://referanscagrisim.org/.
Merhaba Levent Hocam,
Her zamanki gibi ne güzel bir anlatım olmuş.
Yazdıklarınızdan çağrışımla benden de şu iki ‘üç satır söz’ çıkıverdi
gül rengi
kül rengine dönüşür-
tek tipleşir dünya
…
savursun rüzgar
yıkayıversin yağmur-
renkleniverelim
Sevgi ve saygılarımla
“üç satır söz” ile ne çok şey anlatmışsın,
ne güzel yazmışsın sevgili Tolga,
çok teşekkür ederim…
sevgilerimle,
levent