Bu yüzden olumluluk şiddeti olumsuzluğun şiddetinden beterdir çünkü kendini özgürlük olarak takdim eder.
Byung-Chul Han, Şiddetin Topolojisi
Doksanların sonuydu. İFSAK’da bir dia gösterisi sunumu öncesi misafir genç fotoğrafçı, etkinlik sonrası izleyicilerin fotoğraflarını eleştirmesini yalvarırcasına istedi. Gösteri bitti. İFSAK adına etkinliği sunan arkadaşımız konuşmalara fırsat vermeden “her şey çok güzeldi” tonlaması ile huzur ortamını sağladığına inandı.
Huzur arayışı; etkinlik sonrası izleyicilerden gelen sorulara sınır getirme, eleştirilerin övgüyle sınırlı kalması ve zamanımız değerli bahanesiyle sürer gider. Kurumsal ev sahibinin, “misafirimizi daha fazla tedirgin etmeyelim” kaygısı ortama siner. “Hepimizin zamanı değerli” bahanesi de arkadan eklenir. Neyse ki, sağlananın huzur olmadığı tersine etkinlik görevlisinin huzursuzluk yarattığı çok kişi tarafından paylaşılır. Çünkü, İFSAK benzeri ortamlarda katılımcılar açıklayıcı öğrenme, açıklayıcı eleştirme-eleştirilme arzusu ile salonu doldururlar.
Öyle olmasa 1970’lerin ortasında başlayan Ayın Fotoğrafı seçimleri bugün bile güncelliğini korur muydu? Fotoğrafa ilk adım attığımızda örnek aldığımız çalışmalar yanında, ürettiklerimizin kırıp dökmeden eleştirilmesini hep bekledik. Abartılı övgülerden rahatsız olduk, samimi bulmadık. Başlangıçtaki bu saf, hırs barındırmayan eleştirilme arzusu sonradan neden kaygıya yol açıyor?
Sergilere konulan izlenim defterlerini düşünün. “Eline, gözüne, emeğine sağlık” övgüleri yerine misafirler (fotoğrafçı olsun olmasın) bir iki satır duygularını, ne anladıklarını ifade etseler huzurumuz kaçmaz aslında. Belki de, yeni eleştirmenlerin kendilerini denedikleri ortam olur izlenim defterleri.
Aslında eleştiriden kaçışın bir nedeni kırıp dökmeli eleştiriler. Yani “aman yıkıcı olmasın” denilenler. Bir nedeni de eleştiri sonucu ortaya çıkan tartışma ortamlarını yönetememek. Yani; tartışma zamanını kullanmada, adaletli yönetim konusunda, özellikle tartışma dili konusunda bitmeyecek gibi görünen sıkıntılar var. Sıkıntıları aşmak için, tartışmayı öğrenmek için bol tartışmalı ortamları (panel, açık oturum, forum, çalıştay) hazırlamak gerekir. Bunlar da sanat kurumlarının önceliği olmalı.
Bana göre asıl neden çok daha derinlerde. Gazete makalelerinde (Radikal) sözünü esirgemeyen yönü ile bilinen Perihan Mağden’in “zamanında doğru eleştirilmedik ki!” anlamına gelen bir satırı aklımda kalmıştı. Zamanında derken, aile çevremizi, hemen sonraki okul yıllarımızı anladım ben. En duygusal, korumasız, kurallarla engellendiğimiz yıllar yani.
Aman yıkıcı olmasın!
Günümüze özgü neden ise sürekli mutlu, pozitif, başarılı görünme talimatının her yerden üstümüze üstümüze gelmesi. Sonuç, reklamlarda mutlu mutlu sırıtan yüzler gibi örneklerden oluşan yapay kamusal huzur iklimi oluyor. Kitapları, uzmanları ile kişisel gelişim piyasası da bu iklimi normalleştiriyor. Onaylanma, sevilme ihtiyacı uzmanların eline düşüyor.
Ancak, hayat boşluk tanımadığı için televizyonlarda gündüz kadınlara, akşam erkeklere yönelik bağırmalı-çağırmalı tartışma programları sınırları zorluyor. Ya da bize akıl-fikir, uyanın vaazları veren sinirli, gergin adamlar (sabahları Can Ataklı Tele 1’de seyirci toplayınca, Enver Aysever bu kez Halk TV’de) öne çıkarılıyor. Halk sözcüğünü bıktırırcasına yineleyen bu televizyonlar; bitmeyen, ülke meselesi denen dertlerin taraflarını, mağdurlarını sürekli ekranlarında konuk etseler de, araştırma şirketlerinin rakamlarından, vekaleten dert anlatanların, aralarında tartışanların sinirli halinden kurtulsak artık.
Sosyal medya dedikleri “beğen” komutuyla yönetilen, sürekli mutlu reklam tipi suratların kapladığı alan “bu millete ne olmuş” dedirten yorumlara neden oluyor. Sanal ortam kızgın, bezgin; “beğenmedim” tuşundan mahrum karakterlerle doluyor. Bir yandan kafanıza göre takıldığınız için kendinizi özgür hissettiriyor. Öte yandan sinirlenmenize suçluluk ve mağduriyet duygusunun eşlik etmesi özgürlük hissinde bir terslik olduğuna işaret ediyor.
Kurumlar, dernekler, partiler, sendikalar, gönüllü topluluklar tartışma ortamı yaratmaktan uzak durdukları için bizim adımıza (vekaleten) konuşan, öfkelenen, kavga eden, parmak sağlayan karakterler (taşeronlar) boşluğu dolduruyor. Örgütlü olduğumuz ortamlarda “aman huzur kaçmasın, aman sorun çıkmasın, aman yıkıcı olmasın” diye diye daha büyük huzursuzluk, çözümsüzlük, daha beteri fikirsizlik ortamına yol açıyoruz. Rahat olalım, eleştiri yıkıcı bile gelse içinden yapıcı olan tarafını bulalım. Böylesi, tartışmadan uzak sahte huzur ortamının şiddetinden daha iyidir.
Tersi durumda, terapi benzeri yaklaşımı her yere taşıyoruz. Örneğin, kitabın birinde, bir fabrikanın çalışanlarına yönelik “verimlilik artışı” önerisi kapsamında sıralananlar arasında şunlar da var: Tartışmaya girme, tavsiyelerde bulunma, dinle. Bu yaklaşımı bizim örgütlü ortamlarımıza çevirirsek: Üyelerinle, misafirlerinle tartışma ortamı yaratmaktan kaçın, yöneticiysen kafana göre işleri hallet, yapacaklarını paylaşma-paylaştırma, gelen önerileri de ciddiye alıyormuş gibi yap, dinle.
Her koşulda aracısız, diz dize tartışmak, hasta muamelesi görmekten kat kat iyidir.
Bir keresinde instagramda paylaştığım fotoğrafımı beğenen yani “like” layan bir takipçime “nesini beğendin? Açıklar mısın?” diye sorma gafletinde bulundum. Tabii bir şey olmadı.
Elinize sağlık…