Sinema ve çok kültürlülük, insanların dünyayı anlama, paylaşma ve birbirlerine daha yakın olma yolunda önemli bir araç haline gelmiştir. Bu bağlamda, çok kültürlü, çok dilli çalışmalarıyla tanınan yönetmen Zafer Özgentürk ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi, sinema sanatının çok kültürlü perspektifte nasıl bir rol oynadığını ve bu alanda nasıl bir derinlik kazandırdığını irdelemeyi amaçlıyor.
Kendi filmlerinde ve projelerinde farklı kültürleri eşitlikçi ve gerçekçi bir şekilde nasıl ele aldığını ve bu yolla izleyiciye farklı kültürleri nasıl aktardığını anlatan Özgentürk, sinemanın toplumları bir araya getirme potansiyeli üzerine düşüncelerini de paylaşacak.(İ.S)
Sevgili Zafer, sayfamıza hoş geldin, bize sanat bağlamında sinemaya bakış açından biraz söz eder misin?
Ben sanatın, sinemanın dünyayı güzelleştirdiğine inanıyorum. Bizler kontrol edemediğimiz, iradesi bizim dışımızda olan bir hayatı yaşıyoruz. Yani sistem tarafından dayatılan bu. Fakat sanat soluk alabileceğimiz bir kocaman pencereye dönüşüyor hayatımızda. Sanatın, gerçekle düş arasında bir yolculuk yaparken, iyileştirici bir gücünün de olduğunu düşünüyorum.
Sinema, toplum ve kültürle nasıl etkileşimde bulunur?
Sinema, toplum ve kültür arasındaki ilişki, bir mozaik kadar renkli ve karmaşıktır. Sinema, toplumların kültürel değerlerini, yaşam tarzlarını ve tarihsel dönüşümlerini yansıtan bir “ayna değil onu biçimlendiren çekiç” gibidir. Her film, izleyicilerine toplumun bir kesitini sunar; geleneklerini, inançlarını ve günlük yaşam pratiklerini gösterir. Kültürel farkındalığı artırırken, aynı zamanda toplumların kendilerini ifade etme ve özdeşleşme biçimlerini de şekillendirir. Toplumun kolektif hafızasını oluştururken, aynı zamanda geleceğe yönelik kültürel mirasını zenginleştirir, korur ve gelecek kuşaklara bugünü taşır. Her film, o toplumun bir parçası olarak, kültürel kimliğin devamlılığını ve evrimini destekler. Sinemanın evrensel dili, farklı kültürler ve toplumlar arasında bir köprü görevi görür; empati ve anlayışı teşvik eder. Kısacası, sinema sadece bir eğlence aracı değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel bir etkileşim alanıdır. Bu nedenle, sinemanın gücünü anlamak, toplumlarımızın derinliklerine ve kültürel zenginliklerine ulaşmamızı sağlar.
Peki, film projelerin sanat evreninin neresinde konumlanıyor?
Sanatla, özelde sinema ile bir şekilde tarihe not düşüyorsunuz. Böyle bir sorumluluğu var mı, bu bir zorunluluk mu bilemem fakat bu konuda benim düşüncem böyle bir işlevinin ve sorumluluğunun olduğu yönünde. Ben sadece sanat ya da sinema değil, bir nevi çağımın tanıklığını yaptığımı düşünüyorum. Bugün birçok şeye tanıklık edip bunları görmezden gelerek sanat yapmak çok da anlamlı ve doğru değil benim için. Sanatçı zaten, görünmeyeni gören, duyulmayanı duyan değil midir?
Zafer Özgentürk‘ün kamerası bir yönetmen olarak en çok hangi yönlere çevrilerek kültürel unsurları vurguluyor? Ne görüyor, ne anlatmak istiyor?
En çok ve severek odaklandığım konu çok kültürlülük. Farklı kültürlerin bir arada yaşama deneyimlerine dair bir hafıza oluşturmaya ilk önce “Süveydiye’nin Çiçekleri“ belgeseliyle başladım. Güncel işlerimde de Arap Alevileri gibi çeşitli toplumsal grupların deneyimlerini belgelemeye devam ediyorum.
Farklı kültürlerden gelen sanat eserleri, toplumsal birleşmeye nasıl katkıda bulunabilir?
Çok kültürlülüğün sanattaki rolü, hayattaki rolünden çok da farklı değil aslında. Gündelik hayatı, hayattaki önceliklerimizi her kültür kendine ait bir pencereden görüyor. Farklı kültürlerle bir arada yaşamak ve karar alma mekanizmalarında farklı kültürlerin eşitlikçi temsili hayatın her alanı gibi sanatın da daha kapsayıcı olmasını sağlıyor. İzleyici çok kültürlü bir sanat eserinde farklı bakış açıları yakalamayı başarabiliyor, farklı kimliklerin farklı fikirlerine zihnini açmaya başlıyor.
Birbirlerini tanımayan toplumlar birbirleri üzerine önyargılar beslerler. Bunu daha çok devletler ve onların hükümetleri çıkarları doğrultusunda toplumlar üzerinde toplumsal barışı ortadan kaldıracak daha çok etnosentrik nüveleri öne çıkartarak, diğer toplumlarla uyum içinde yaşamak yerine, önyargılarla ayrı duran ve uyumsuz bir toplum yaratırlar. Kültürel çatışmalar ve bir arada yaşamanın dibine dinamit konmuştur. Sinema-sanat tam da bu noktada çok önem kazanıyor belki de sanata büyük bir sorumluluk veriyoruz. Fakat öyle kuvvetli bir silahtır ki bu sanıldığından çok ötede bir gücü vardır. Toplumların sosyal uyum içinde çatışmasız yaşayabileceği dünyanın, doğru bir ideolojiyle beslenmiş sanatla yaratılabileceğine inanıyorum.
Belirli bir kültüre özgü film yapma, kültür çeşitliliğini ve toplumsal duyarlılığı anlama sürecini nasıl etkiler?
Zaten içinde yaşadığınız toplumun bir bireyi olarak bir kültüre doğuyorsunuz ve bağlı oluyorsunuz. Bu durum sizi diğer kültürlerden ayrı gelenek-görenek ve alışkanlıklarla biçimlendirmiş oluyor. Farkındalığınız ve toplumsal duyarlılığınız ölçüsünde elinizdeki beceriye göre çalışmalar yapıyorsunuz. Film çekimi sırasında ben de çok şey öğreniyorum. Toplumun aslında birbirini tanıdığında aralarındaki duvarın o kadar kalın ve yüksek olmadığını düşünürüm hep. Burada ideolojik duruşunuzun da önemi var tabii ki.
Sanatta-Sinemada çok kültürlülük, toplumsal sorunların çözümüne nasıl katkıda bulunabilir?
Sanatta çok kültürlülüğün çok değerli olduğunu düşünüyorum. Toplumsal barışın olduğu, sosyal çatışmaların olmadığı bir dünya sanat ile mümkün olabilir. Toplumların kalbini ve ruhunu yansıtan bir araçtır ve çok kültürlülük, sanatın bu özelliğini zenginleştiren bir unsurdur. Çok kültürlülük, sanatı sadece bir gösterim alanından çok, farklı bakış açıları ve anlatımların kesişim noktası haline getirir. Bu, sanat eserlerinin daha geniş bir yelpazede yorumlanmasını ve anlaşılmasını sağlar, böylece sanatın evrensel bir dil olarak işlevini güçlendirir. Sanatta çok kültürlülük, farklı kültürlerin öğelerini, tekniklerini ve bakış açılarını bir araya getirerek yeni ve yenilikçi eserlerin doğmasına olanak tanır. Bu, hem sanatçıların yaratıcılıklarını besler hem de izleyici ve dinleyicilere daha zengin ve çeşitli bir deneyim sunar. Ayrıca, sanatın çok kültürlü bir yapıda olması, farklı kültürler arasındaki diyaloğu ve anlayışı teşvik eder. Sanat eserleri, farklı kültürel geçmişlere sahip insanları bir araya getirebilir ve onlara ortak bir dil ve deneyim sunabilir. Bu durum, toplumlar arasında empati ve hoşgörüyü artıran bir köprü işlevi görür. Sonuç olarak; çok kültürlülük, sanatı sadece estetik bir ifade aracı olmaktan çıkarıp, toplumların birbirlerini anlamalarına ve kültürel çeşitliliği kabullenmesine yardımcı olan güçlü bir etkileşim alanına dönüştürür.
Filmin yönetmeni, çok kültürlülük temasını işlerken nasıl bir sorumluluk taşır? Farklı kültürlerin doğru bir şekilde temsil edilmesini sağlamak için yönetmenin yapabileceği şeyler nelerdir?
Eserin çok kültürlülüğünün sağlanmasında yönetmenin en önemli sorumluluğu söz söyleme hakkını, farklı bakış açılarıyla paylaşmaktır. Bunun için çeşitli kültürel gruplardan ve mesleki yapılardan oluşan bir film ekibi ve danışmanlarla demokratik bir ortamda beraber çalışmak gerektiğine inanıyorum. Farklı kültürlere ait öğeleri, yönetmenin kişisel perspektifi ile kemikleşmiş bir filmin üzerine baharat gibi serpmekle çok kültürlü sonuç alınmaz. Filmin içeriğine, sanatına, senaryosuna, kurgusuna dair her aşamada farklı kültürlerden gelen kişilerin fikirlerinin beraber işlenmesi gerekir. Bu işbirliği zeminini yaratmak da yönetmenin görevidir.
Ben de bu görevi layığıyla yerine getirmek adına, ilk belgeselim ‘’Süveydiye’nin Çiçekleri’’nden itibaren filmlerime dair estetik ve ideolojik söylemi aynı zamanda pek çok projede yürütücü yapımcılığımı da yapan sosyolog arkadaşım Ferzan (Özyaşar) ve farklı kültürlerden gelen çok değerli danışmanlarımla beraber belirliyorum.
Çok kültürlü hikayeler, izleyici üzerinde nasıl bir etki bırakabilir? Bu hikayeler, farklı bakış açıları kazanmamıza nasıl yardımcı olabilir?
Anadolu’nun dil ve kültür zenginliğini biliyoruz. Fakat bugün toplumu oluşturan kültürler üzerinde uzun yılların baskı ve şiddetinin getirdiği bir yorgunluk var. Kimsenin kimseye tahammülünün kalmadığı bir zamanın içinden geçiyoruz.
Kültürümüzün değersizleştirilmesinde kültür emperyalizminin etkisi göz ardı ediliyor. Ancak siyaset, ekonomi ve kültür birbirine bağlı olarak evriliyor.
Mesela, “zeytinyağlı yiyemem aman basma da fistan giyemem aman…” diye bir türkü var. Derlenme tarihi zeytinyağı yerine mısır yağı tüketiminin öne çıktığı döneme denk geliyor. Tesadüf değil bunlar. Buna benzer örnekler artırılabilir.
O dönemde bu şarkı nasıl çok kültürlülüğün baskılanmasına hizmet ettiyse, bugün ortaya koyacağımız farklı eserler de tersine bir etki yaratarak çok kültürlülüğü kucaklamaya hizmet edebilir.
Dil, çok kültürlü bir toplum içinde nasıl birleştirici bir rol oynayabilir? Dil çeşitliliğinin iletişimdeki rolü nedir sence?
Toplumsal gruplar tarih içerisinde hep farklı özelliklerine göre tanımlanmış. Din, dış görünüş, dil gibi. Güncel toplumsal zeminde toplumsal gruplar daha çok anadiller üzerinden tanımlanıyor. Her dilin kendine ait bir düşünüş ve mantık yapısı var.
Dil çeşitliliği, düşünce ve kavrayış çeşitliliğini de beraberinde getiriyor. Dillerin birlikteliği, toplumların da birlikteliğinin temelinde yer alıyor.
Birbirimizin farklı düşüncelerine saygı duyduğumuz gibi farklı dillerine de saygı duymak ve hatta o dilleri anlamanın bir yolunu bulmak daha birleştirici olabilir diye düşünüyorum. Farklı düşünürken, beraberce ve bencil olmayan kararlar alabilmek için farklı dillerin zenginliğinden faydalanmamız lazım.
Farklı dillerin ve diyalektlerin kullanımı, çok kültürlü bir filmde nasıl bir atmosfer yaratır? Dil bariyerlerinin, izleyiciyle bağ kurma üzerindeki etkilerini düşününce ne söylemek istersin?
Farklı diller, esere farklı duyguları da ekleme imkanı sunar çünkü diller duygularla beraber şekillenir. O kadar ki bir dilde uzun uzun cümlelerle yarım yamalak anlatabileceğimiz bir duyguyu, başka bir dilde buna özel tek bir kelimede anlatabiliyoruz. Örneğin; annem bize, Arapça ‘ruhum’ anlamına gelen ‘Ye ruhe’ sözcüğünü kullanırdı. Anadili Türkçe olan bir anne çocuğuna ‘canımın içi’, İngilizce olan anne ‘apple of my eye’ (gözümün elması) diyebilir.
Hem filmin diline, hem de çeviri yaptığı dile son derece hakim bir çevirmenle çalışmak, hem filmin arzu edilen atmosferine hem de izleyici ile olumlu yönde bağ kurma üzerinde etkilidir. Bu da dil bariyerlerini büyük ölçüde aşmak demektir. Oyuncuların da karakterlerle aynı kültürü taşıması ya da kültüre hakim kişilerden oluşması bu durumu destekler. Film ekibinin de farklı kültürleri temsil eden kişilerden oluşması da ortaya çıkacak esere bu bağlamda önemli katkı sağlar. Bana kalırsa, bir filmde farklı dillerin zenginliğinden faydalanmanın yaratıcı yollarını keşfetmeliyiz. Ana diller özellikle duyguları dile getirmede önemli rol oynuyor. Gerektiğinde senaryoyu ya da planlarımızı bir kenara koyup, oyuncuların ya da röportaj yaptığımız kişilerin farklı dillerdeki ifadelerini olduğu gibi bırakmak eserin duygusal atmosferine önemli katkılarda bulunuyor. Bu da çok kültürlü filmin atmosferine olumlu yönde yansıyor.
Belgeseller yapıyorsun. Peki, çok kültürlülük ve dil zenginliğinin olduğu Anadolu’da bugün ne durumdayız?
Egemen ideoloji çok kültürlülüğü yok varsayıyor. Toplumun mutluluğu, kültürel zenginliği için bunun ne kadar önemli olduğunun üzeri örtülüyor. Toplumu tek tipleştiren, makbul vatandaşı kendi ideolojisine göre tanımlayan egemenlerin kirli politikalarına rağmen, bu topraklarda nesillerdir bir arada yaşayan, birbirinden öğrenerek zenginleşen toplumlar, topluluklar olduğunu biliyoruz, görüyoruz. Bunun en somut örneklerinden biri ülkemizde Antakya ve Samandağ bölgesidir. Orada çeşitli milliyetlerden, çeşitli inanışlardan ve kültürlerden insanları yan yana aynı sofrada görmemiz, o kentin en olağan durumudur. Bu çatışmasızlık, bu sosyal uyum orada görülecek durumda. Ülkenin beşte birini yıkan deprem felaketinden sonra bile, Hatay’lıların şehirlerine canla başla sahip çıkma çabası da bu kültürü yaşatmak içindir. Bu birliktelik, bu kültür, neden diğer kentlerde yaşayan insanlarımız için de geçerli olmasın. Bunun mümkün olduğunu belgesel çekimlerimiz sırasında defalarca gördük.
Egemenlerin ve politikacıların, halkların bir arada yaşayışı konusunda samimi olmadıklarını görebiliriz bu çok somut örnekte. Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı ‘nda yan yana hayatını veren insanların oluşturduğu bir toplum düşünün, İngiliz’ine Fransız’ına karşı bu ülkede birlikte mücadele ettiler. İngilizce, Fransızca makbul diller olarak okullarda öğretilirken, Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı mücadele vermiş Anadolu’nun kadim halklarının dilleri yıllardır baskı altına alınıyor, hor görülüyor. İnsanlar kendi ana dillerinde masal anlatamıyor, şarkı dinleyemiyor. Kürtçe, Arapça şarkılar çaldığında düğünleri kolluk kuvvetleri bastığı için insanlar bir ağıtta bile kalkıp oynayarak duygularını egemen kültürden saklamak zorunda kaldı yıllarca. Örneğin, “Süveydiye’nin Çiçekleri“nde Türkçe çevirisini okuyarak dinleyebileceğiniz ‘Meryem’ şarkısı aslında bir ağıttır ama dilsel bağlamından kopartıldığında oyun havası sanılmaktadır.
İki filminde de çok kültürlülüğün etkisinden bahsettin, örneğin “Süveydiye’nin Çiçekleri”? Bir arada yaşama becerisinin temelini oluşturan unsurlar üzerine biraz konuşalım mı ?
Birlikte barış ve eşitlik içinde yaşama iradesinin nasıl fiiliyata geçirileceği eski çağlardan beri insanlığın gündeminde olan bir mesele. Toplumlar arasındaki etnik, dinsel, dilsel farklılıkların toplumsal aidiyet duygusunu zedelemeden, karşılıklı anlayış çerçevesinde bir arada var olabilmesi üzerine pek çok çalışma yapılmış ancak istenen sonuçlar bir türlü elde edilememiştir.
Oysa bugün, toplum olarak, çok kültürlülüğün yarattığı zenginliği konuşuyor olmamız gerekirdi. Şuradan bir bakalım: Gastronomik açıdan örneğin ülkemizin güneyi çok zengin ve çeşitlidir’ demeyi biliyoruz ama bunun nedeninin orada çeşitli kültürden insanların bir arada yaşaması ve kültürel alışveriş içinde bulunması olduğunu aklımıza getirmiyoruz. Bir arada yaşama becerisi özel bir kültür gerektiriyor. Antakya ve Samandağ en iyi örnekler bence. Güney Anadolu’da, büyük usta Yaşar Kemal’in ‘binbir çiçekli bir kültür bahçesi’ diye tanımladığı bir zenginlik yeşeriyor. Bizim filmimizin adındaki çiçekler de işte bu bahçenin çiçekleri.
Çalışmalarımda aynı coğrafyada yaşayan kültürlerin ana dillerini de görünür kılmaya çalışıyorum. Bununla beraber kültürler arası deneyimleri de belgeliyorum. Farklı kültürlerin bir arada yaşam deneyimi öyle harika bir şey ki: bunun tüm dünyaya hâkim olmasını isterim.
‘Cumhuriyet Çocukları’ filmini de anmadan geçmek istemem, mesajı nedir bu filmin?
Cumhuriyetin 100. yılında ilk gösterimini yaptığımız ‘Cumhuriyet Çocukları’ belgeselini de emperyalizm ve kolonyalizme karşı, kültürünü, yaşam tarzını savunan Anadolu halklarına bir saygı duruşu olarak düşünebiliriz. Adana’nın Fransız işgali döneminde kurulan Seyhan Spor Kulübü’nün hikâyesini anlatan belgeselde ‘futbol sadece futbol değildir’ derken, bir yandan da mücadele hayatın her alanında ve daimdir diyoruz aslında.
Teşekkürler Zafer, bu keyifli söyleşi için…
Rica ederim, mutluluk duydum.
Sonuç:
“Söyleşi, çok kültürlülük ve sinema arasındaki derin bağa odaklanarak, bir arada yaşamanın önemine dikkat çekiyor. Yönetmen, projelerinde çok kültürlülüğü merkeze alarak, evrensel bir dil olan sinemanın, farklı kültürleri bir araya getirerek toplumsal anlayışı zenginleştirebileceğini vurguluyor. Bu söyleşi, kültürler arası köprüler kurma amacı güden sinemanın güçlü etkisini vurgulayarak, izleyiciyi bu yaratıcı dünya üzerinden birbirine daha da yaklaşmaya davet ediyor.”
Yönetmen;
Köşker olan babasının hayatını ayakkabı tabanlarına vurduğu çekiç darbeleriyle kazandığı Adana’lıemekçi bir ailenin yedinci ve en küçük çocuğudur Zafer Özgentürk. Toplumsal cinsiyet eşitliği , müzik, toplum sağlığı ve etnosentrizm (etnik merkeziyetçilik ) gibi konulara odaklanan çeşitli belgesel ve kısa film çalışmalarının yönetmenliğini yapmıştır. Toplumsal cinsiyet eşitliğine katkı koyacağını düşündüğü çalışmalara görüntü yönetmeni olarak da destek vermektedir. Hayatı boyunca okuyarak üstünde düşündüğü her şeyi filmlerinin bir parçası haline getirmektedir.
Yazar görüşü:
Çok kültürlülük ve sinemanın evrimi, kültürel çeşitliliğin günümüz dünyasında ne kadar önemli olduğunu vurgular. Sinemanın gelişimi, zaman içinde farklı kültürler arasındaki etkileşimleri ve anlayışı derinleştirerek, temsil biçimlerinde önemli değişikliklere neden olmuştur. Başlangıçta belirli bir bakış açısına odaklanan sinema, zamanla stereotipleri aşarak daha gerçekçi ve çeşitli portreler çizmeye yönelmiştir. Bu evrim, izleyicilere sadece görsel bir zevk sunmaktan öte, farklı kültürleri daha derinlemesine anlama ve değerlendirme şansı vermiştir.
Özellikle globalleşme ve dijital iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla birlikte, filmler evrensel temaları işlerken özgün kültürel unsurları koruyarak çok katmanlı bir deneyim sunar. Bu, izleyicilere küresel bir perspektif kazandırarak dünya üzerindeki çeşitliliği anlama fırsatı da sunar. Ancak, bu süreçte kültürlerin doğru ve saygılı bir şekilde temsil edilmesi kritiktir. Farklı kültürlerin karmaşıklığına saygı gösterilmesi, bu ilişkinin sağlıklı bir şekilde ilerlemesini sağlar.
Sonuç olarak, çok kültürlülük ve sinemanın evrimi, izleyicilere farklı bakış açıları sunarak anlamın derinleştiği bir yolculuğa davet eder. Film, sadece eğlence aracı olmanın ötesinde, kültürler arası diyalogu güçlendirir.
İrem Siyahgöz:
Ankara’da dünyaya gelmiştir. Ankara Üniversitesi Kimya Mühendisliği mezunudur. Mühendislik, danışmanlık hizmetleri ve bu alanda eğitimler vermektedir.
10 seneyi aşkın süredir fotoğraf, resim ve sinema ile ilgilenmektedir. Çeşitli eğitim kurumlarından sinema, resim ve fotoğraf üzerine eğitim almıştır. Birçok film ve fotoğraf yarışmasında jüri üyeliği yapmıştır. Kısa Film Yönetmenleri Derneği, İFSAK ve AFSAD üyesidir.
Seneler sonra sana rastlamak çok hoş. Eline sağlık gazozcum.