Leylâ Erbil’e saygıyla…
Eylül 2019 tarihinde 76.Venedik Film Festivali’nde Roman Polanski’yi, Aralık 2019 tarihinde de Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Peter Handke’yi protesto ettik.
Sanatın bileşenleri için kötülük nedir? Sanatın yaratıcısı, sanat eseri, sanatın alıcısı için, hatta bu üçlünün içinde bulunduğu toplum için, hatta geçmişten bugüne insan tarihi için. Bir eser ancak okur ya da izleyici ile bir değer kazanıyor ve sanat eseri oluyorsa o zaman sanatın üreticisi olan okur, izleyici için kötü, kötülük, kötücüllük nedir?
Bu sorunun yanıtına dair izleri Leylâ Erbil’in “Üç Başlı Ejderha” adlı eserinde 30 sayfalık “Bir Kötülük Denemesi” metninde sürmek istiyorum. Metinde kahramanlarımız bir şair, şairin yazar /şair arkadaşlarının içinden bir anlatıcı ve bir ruh doktoru.
Leylâ Erbil, metinle başıboş bir ilişkiye girmemizi istemiyor. Bu başıboş ilişkinin bizi “dedikodu” tuzağına düşüreceğini biliyor. Onun için de metne Michel Foucault’dan bir alıntıyla başlıyor, diğer bir alıntıyla da bitiriyor. Bu alıntılar sayesinde durum insan tarihi içerisinde daha varoluşsal bir anlam kazanıyor.
Kısaca metin hem güne hem tarihe/politikaya hem de insanın zihinsel tarihine ait. Üç Başlı Ejderha ile birlikte okunduğunda da bütün okumaları içine alan felsefi bir metne dönüşebiliyor.
Ben, daha “güne” ait bir öyküleme yapacağım.
“Ortada yasaklanacak ve cezalandıracak bir şey kalmadığı zaman açık infaz anlık bir şenlik lüksüne fırsat verirdi. Yaklaşmakta olan ölüme sığınan suçlu her şeyi söyleyebilir ve kalabalık buna alkış tutardı.(…) yalnızca prensin yıldırıcı gücünü gösterme durumunda olan bu infazlarda, tam bir karnaval havası yaşanır, kurallar tersyüz olur, egemen güç alaya alınır ve suçlular kahraman haline getirilirdi.” (s. 59)
Yazar, Michel Foucault’dan yaptığı bu alıntıyı metnin başına yerleştirerek, açık infaz yapacağını ilan eder adeta. Yargı verilmiş ve uygulanacaktır. Kim infaz edilecektir peki? Şair mi, anlatıcı mı, Dr. Nurer mi?
Bilindiği üzere açık infaz 19. yüzyıl öncesi Avrupa’sında hükümdara karşı suç işleyenlerin halka açık alanlarda cezalandırılmasıdır. Foucault “Hapishanenin Doğuşu “ eserinde açık infazın kapalı infaza dönüşmesini anlatır.
Açık infaz şiddeti yüksek bir seyirliktir. Bu infazın amacına ulaşması için cellat işini iyi yapmak zorundadır.
Bir Kötülük Denemesi üç bölümden oluşuyor. Birinci bölümde şair anlatılıyor, ikinci bölümde şairin anlatıcı ile karşı karşıya gelmesi, üçüncü bölüm şairin öldüğü gün anlatıcının hissettikleri.
Denemede ne şairi ne de Dr. Nurer’i duyuyoruz. Anlatılanları çoğunlukla “biz” dese de tek bir anlatıcıdan dinliyoruz.
Şairimizin metindeki adı Tanrıçay. Türetilen ismin Tanrı, Tanrıça, Tanrıçay göndermesi üzerinde durmayacağım. Yazarın öyle ya da şöyle bir göndermesi var mı? Metnin bir göndermesi var.
Kimdir bu şair?
Anlatıcı “…nereden kaynaklandığını bilmeden kabul edilmiş bir dürüstlük anıtı, sınır tanımaz bir kurnazlık abidesi, yüreklerimize çakılmış bir korku totemi’ydi. (s. 60) diye anlatmaktadır şairi.
Dünya çapında tanınan, sürekli gündemde kalabilen, sevilen bir şair. Yayın dünyasında gazete, dergi sahipleriyle içli dişli ilişkileri var. Bu çevrelerde hayranı olan birçok yazar ve çizer bulunuyor.
Öyle ki anlatıcıya “Aslında sen bana güvenmedin, şunlar şunlar gibi (kadın yazar isimleri saydı) geleydin yanımıza seni bir yılda en tepeye çıkarırdık” (s. 71) diyecek kadar hâkim bu çevrelere ve hâkimiyetinden emin.
“Oğlum Abdullah’ın cinsel organını kesip yuttum.” (s. 71) diyerek çevresini şaşırtmayı ve oyunu seviyor.
Kirasını ödeyen, buzdolabını dolduran, elektrik su giderlerini karşılayan arkadaşlarını “paramı çaldılar” diye mahkemeye veriyor. Altı kere mahkemeye verdiği arkadaşı Osman’ı ve diğerlerini “arkadaşıma yardım ettiğim için kendimden tiksineceğim aklıma gelmezdi” (s.77) diyecek kadar yıldırıyor.
Devletteki işinden kovulduktan sonra anarşist, devlete, tüm kurumlara karşı olma tavrını edinmiş, aynı devlete arkadaşlarını iftiralarla şikâyet etmiş bir şair. Zaten işten kovulmasının suçunu da arkadaşlarına havale ediyor.
Ya da arkadaşlarını “ensest” oldukları dedikodusuyla tehdit ediyor. “Şer’siniz, hırsız, uğursuz, homo, açık değilse kapalı, derin puşt, gizli lezbiyen, sahtekâr, maço, yeteneksiz arsız, hayâsız, onursuzlardan oluşmuş bir Türk “kötülük toplumu’sunuz.” (s. 69) “sizi ben kurtaracağım” diyor, on iki arkadaşıyla toplandığı ve Leonardo Da Vinci’nin İsa’nın havarileriyle Son Akşam Yemeği tablosunu hatırlatan yemekte.
Tanrıçay’a göre kendinden önce şair yok, kendinden sonrakiler onun “paltosu”ndan çıkmışlar. Anlatıcının Ted Hughes’le Sylvia Plath ile ilgili görüşlerini kendi görüşleri gibi dergide yayınlayan, Seyyal’in en güzel dizesini çalan, Nilay’ı intihara kışkırtan bir şair…
Arkadaşı Osman, Tanrıçay‘ın kötülükleriyle kahramanlık tasladığını, Türk Genet olmak istediğini belirtir. ”Genet her türlü pisliğe bulaştı ama önce kendisi günah çıkardı toplumun önünde, ilkin kendini yargıladı.” (s.77) Yani Osman Tanrıçay’ı affetmeye hazır.
Şair bu kadar kötüyken ya diğerleri…
“Biz” nasıl anlatılıyor denemede?
Şairden çok biz’e yükleniyor anlatıcı. Seni deli kabul ettik, diyor. Kendimizi iyi insan katında duyumsamak istedik, diyor. Bizimle ilgili teşhisini kabul ederek boyun eğdik, diyor. Hayranlarımız tarafından dışlanmaktan, dost çevremizi kaybetmekten, işimizi kaybedip parasız kalmaktan korktuk diyor ve kendilerini “Bence biraz da bu yüzden davranışlarımızda tutuk, çekingen, şüpheci, iftiracı, yalancı, ürkek, korkak bir topluluk olmuştuk.” (s. 62) diye tanımlıyor.
Anlatıcı daha da ileri gidiyor kendileri ile ilgili: “Biz, Tanrıçay’a bağlı olanlar, toptan kendisine teslim oluyor; yapıp ettiklerini yüzüne vuramayacak ölçüde iyi oluşumuzu kanıtlayarak, gözüne girme yarışına kalkıyor; kötülüklerini görmezden gelmek şöyle dursun, kötülüğünü inkâr edip, gün günden onun gibi biri olmaya dönüşüyorduk.” (s.60)
Şairin kişilik bozukluklarına, çirkinliklerine tanık olduğu için şiirini de gözünden düşüren anlatıcımız, bu eğlencede ben yokum dese de Tanrıçay’ın onu ziyaretlerinin birinde Dr. Nurer’in verdiği ot çayıyla şairi uyutmaya çalışıyor. Yarı uykulu haldeki şaire tüm düşündüklerini, duygularını bağıra çağıra söylüyor. Sonra da Dr. Nurer’i ve arkadaşlarını çağırıyor.
Bu yüzleşme ya da hesaplaşma sahnesinin bir bölümünün bir “düş” olduğunu anlıyoruz. Çünkü çağırdığı arkadaşları Cemal, Edip, Arif artık yaşamamaktadır. Gelelim Dr. Nurer’e…
Kimdir Dr. Nurer, metindeki işlevi nedir?
Anlatıcının çocukluk arkadaşı. Güler yüzlü, şakacı, çalışkan, fakir dostu Dişçi Ferit’in çocuğu.
Tanrıçay Dr. Nurer’in hastasıdır. Tanrıçay’a karşı güler yüzlü, sabırlı, sevecen ve sadık.
Anlatıcı, “Dr. Nurer Tanrıçay’a öyle saygın, sabırlı davranıyor diye, biz toptan teslim oluyorduk” (s. 60) diyor. Bunların Tanrıçay’la ilgili düşüncelerine Dr. Nurer gülüp geçiyor, yargılarını doğru bulmuyor.
Mesela Tanrıçay baskılarını artırdıkça Dr. Nurer “(…) hastalığının seyrinin hızlandığını, artık sonun yaklaştığını söyleyip, ona eskisinden çok ihtimam göstermeliyiz!” diyor. (s.70)
Nurer, Tanrıçay’la yaptığı seanslarda kendi ıhlamurunu içerken Tanrıçay’a kendi harmanı olan sakinleştirici çayı içiriyor; kimin hasta kimin doktor olduğunun anlaşılmadığı seanslarla yürütüyor tedavisini.
Bir yaz gününde Nurer ile Anlatıcı İda dağlarına tatile giderken şairin ölümünü öğreniyorlar. Nurer “ben doktordum o hastaydı, öyle yalnız bırakamazdım onu; ama size ne oluyordu ki asıl hasta olan sizlerdiniz” (s.82) diyerek kötülükte herkesi eşitliyor, Tanrıçay’ı kabul edilir hale getiriyor.
“O bütün insanlığın taşıdığı ‘insanlık suçundan‘ yararlanarak kullanıyordu sizi!” (s. 83) derken de Tanrıçay’ı kabule zorluyor. Bizi de kötülüğün radikalliğinin girdabına savuruyor.
Dr. Nurer’in Tanrıçay’ı bağışlama önerisine Anlatıcı, “Bağışlamak. Bu sözcük, normal, uygar insan ilişkilerinde kullanılabilirdi ancak.” (s. 84) diye cevap veriyor ve kılıcını tüm taraflara saplıyor.
Sonunda en can alıcı noktaya geliyoruz metinde. Şair bu kadar kötüyse “şiiri” nerede durmaktadır? Anlatıcı, Dr.Nurer’in iyi şiirleri var ama’sına “Dostlarının dünyasını kirletmeye, karartmaya değecek kadar iyi şiir olur mu diye düşündüm. Böyle ölçülerle değerlendirilmiş sanat ürünü var olmuş muydu şimdiye kadar.” (s. 84)
Dr. Nurer Anlatıcı’yı şöyle teselli edecektir. “No more pain, no more sorrow, no more bitter words, put painful memory…” (s. 85)
artık acı yok
artık üzüntü yok
artık acı kelimeler yok
(ama) hafıza acılarla dolu
Evet. Nedir Dr. Nurer’in işlevi? Dr. Nurer metinde ne zaman karşıma çıksa “zamanın sesini” duyuyordum. Her şeyi iyileştiren değil, yerine oturtan, daha anlaşılır kılmaya çalışan bir “zaman” olarak düşünmüştüm.
Ben de Foucault’dan bir anlatı yapayım, onunla da bir cevap vereyim bu işleve. Hapishanenin Doğuşu kitabında yazar “Psikiyatrik bilirkişilik, tarihinin iyice başlangıcında yasayı ihlal eden kişinin yaptığı eylemdeki özgürlük payına ilişkin gerçek “önermeler” formüle etmek durumunda olmuştur.” saptamasını yapar. Dr. Nurer’in işlevi aslında tam da böyle bir şey: Şairin eylemlerindeki özgürlük payını genişletmek.
Yazının başlığını tekrar soralım. Sanat eseri ne yana düşmektedir? Bizim şairin şiirleri karşısında tavrımız ne olacaktır? Anlatıcı gibi mi bakacağız?
Leylâ Erbil, yakamızı bırakmaz ve Foucault’tan bir alıntıyla bitirir metnini. O alıntının bir bölümü: “(….) Ortaçağ hukuk ve siyaset anlayışına dayanan, ikiz olarak doğmuş kral efsanesine göre, hükümdarların iki bedeni olduğu kabul edilir. Bunlardan biri günün birinde çürüyecek olan doğal bedendir. Öteki aevum’dur. Bu kutsal, gizemli ve ölümsüz beden, krallık payesinin bütün insan zaaflarını ve krallık üzerindeki talihsizliğini aştığı dünyevi bir sonsuzluktur.” (s. 86)
Yani sanatçıyı efsanede olduğu gibi iki bedenli mi kabul edeceğiz. Birincisi günün birinde çürüyecek olan doğal bedeni, diğeri sanatçılık payesinin her şeyi aştığı dünyevi sonsuzluk olan ölümsüz bedeni. Yani sanat eseri sanatçının ölümsüz bedeni midir?
O zaman şu soruyu soracağız: Ölümlü bedeni yargılarken, bu yargılamadan ölümsüz beden hiç mi etkilenmeyecek?
Leylâ Erbil söyleyeceğini söylüyor. Sonuçta bizi kendimizle ve sorularla baş başa bırakıyor.
Evet sanat eseri ne yana düşmekte?
Hakkında bir çocuğa yönelik cinsel istismar suçlaması ve mahkûmiyet kararı olan Roman Polanski’nin filmleri karşısında tavrımız ne olacaktır? Ya da insanlık suçu işlediği kabul edilen Miloseviç’i destekleyen Peter Handke’e karşı tavrımız ne olacaktır?
İkiz doğmuş kral efsanesini mi kabul edeceğiz? Dr. Nurer’e mi başvuracağız? Ot çayı içerek mi bakacağız?
Benim için yanıtlanması hâlâ çok zor bir soru. Buna karşın, eserin niyetine bakarım her zaman. Metnin içinde ve dışında kalabilme tavrına güvenirim. Bertolt Brecht’in naivete/saflık ilkesine yaslanırım. Ama sanatçıdan ben de Jean Genet’in tavrını beklerim.
Leylâ Erbil’e sonsuz saygıyla…
Ahmet Arif 12 Ağustos 1955 tarihli mektubunda Leyla Erbil’e şöyle seslenir:
Otur da iki satırcık bir şey yaz. Yiğit sesini özledim.
O yiğit sesi çok çok özlemişim.
Kaynak
Eser: ERBİL, Leylâ, Üç Başlı Ejderha, 3.baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2019
Fotoğraf: Ramiz ŞAHİN
Sorum şu olacak Nigar hanım, yazarın niyeti eninde sonunda eserinde gömülü olmayacak mı? Saygılar. Güzel bir çalışma olmuş elinize fikrinize sağlık.