Yeryüzünün en zengin kültürüne sahip olduğunu iddia ile söylemekten katiyen imtina etmeyeceğimiz muhteşem topraklar üzerinde yaşıyoruz. Doğup büyüdüğümüz bu güzel ülkenin, kadim toprakların, kendine has coğrafyanın benzersiz kültür-sanat ortamında hatırı sayılır ölçüde amatör-profesyonel hekim dostlarımız yer almakta ve kabul edilmeli ki bu düzlem onların yapıp etmeleriyle ciddi anlamda zenginlik kazanmaktadır. Özellikle dernek, kulüp, grup gibi amatör platformlarda Tabiplerin yer alışı kazanımdır, şanstır.
İnsan sağlığı gibi son derece hassas bir alanla ilgili olan Tıp Doktorlarının hem öğrenim süreçleri, hem de mesleki yaşamları onları daha fazla okuyup araştırmaya, daha titiz olmaya ve ortalamanın epeyce üzerinde emek vermeye zorlar. Ve meslek yaşamları hakikaten zordur, streslidir.
Kuşkusuz diğer mesleklerde için de çeşitli güçlükler söz konusudur. Hesap hatası, bilgi yetersizliği, deneyim eksikliği, maruz kalınacak mobbing, acemice bir tavır, kıskançlık-haset, sağlık sorunu, hatalı bir tutum, amacı aşan bir söz, iradi olmayan veya dışarıdan belirlenen çeşitli şeyler herhangi bir meslek erbabının bütün yaşamını zora sokabilir. Kim bilir ne çok insan, olmadık şeyler için ne büyük talihsizlikler, sıkıntılar yaşamıştır
Baskın çoğunluk için hayat güle oynaya tamamlanan bir süreç değil.
Belli seviyeye erişebilmek veya ciddiye alınabilecek bir mesleki kariyere ulaşabilmek için erken yaşta ortalamayı aşması gereken insanların gerek zihnen, gerekse bedenen hissettiği aşırı yorgunluğu, taşımak zorunda kaldığı stres yükünü kültür-sanat ortamı bir nebze hafifletir. Yaratıcı bir atmosfer içinde kısmen soluklanma ihtimali ve alınan darbelerin onarılması umudu vardır. Bu itibarla, kültür-sanat ortamı bir tür sığınak görevi görür ve elbette ki bu vaziyet birey yönünden son derece yararlıdır.
Öte yandan, yaptığı her işi ciddiye alarak yapan az sayıda insan, amatör etkinlikler içinde yol alırken de meselenin ciddiyet boyutunu ileri seviyeye taşır ve kültür-sanat ortamına asıl katkı da bu noktadan itibaren başlar. Öyle ki, amatör tutumu elden bırakmadan kültür-sanat ortamındaki yolculuklarını sürdüren bazı dostlar, profesyonellere parmak ısırtacak etkinliklere imza atarlar. Buna çok kez tanık olduk. İstem dışı bazılarını dışarıda bırakma, o nedenle gönül incitme ihtimalini dikkate alarak bunları tek tek sıralamasak da, istendiği takdirde çok sayıda örnek sıralanabileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunu yapabilen insanlar arasında önemli bir yeri de hekim dostlarımız tutarlar.
Hekimlerle birlikte hemen her meslekten insanın sıra dışı çabalarıyla kültür-sanat ortamında beliren zenginlik, sadece zenginliği üreten bireylere değil, aynı zamanda toplumun çeşitli kesimlerinin ve tabii ki genel anlamda ülkeninde yaranına olmaktan ötürü anlamlıdır, değerlidir.
Kültür-sanat ortamına katkı veren herkese şükran borçluyuz.
Hem teorik, hem pratik bağlamda her kim küçük dahi olsa bir katkı sunmuşsa muteberdir, makbuldür.
Sergi-gösteri gerçekleştiren, seminer veren, söyleşi yapan, dergi, kitap/albüm hazırlayan, yazı yazan, etkinlikleri organize edip emek koyan herkes önemlidir, kıymetlidir. Ne ki bu metin kapsamında bir hekim dostun (Dr. Sadullah Kocaman’ın) yapıtını irdeleyeceğimiz için, sözü hekimlerden açtık ve söyleyeceklerimizi fotoğraf alanında yer alan kıymetli hekimleri üzerinden dillendirdik.
Değerli dostumuz, usta fotoğrafçı Sadullah Kocaman fotoğraf ortamında tanıdığımız en duyarlı ve yetenekli insanlardan biridir. Sorgulayan, araştırıp okuyan, düşünen, yorumlayan ve imrenilecek bir yaratıcı kabiliyetle duygu ve düşünce dünyasını görsel materyal olarak inşa edebilen ender-sıra dışı fotografçılardandır. Yapıp etmelerine tanığız. Tanıklığımızdan yola çıkarak bu sonuca vardığımızı açık yüreklilikle söylemek isteriz. Dünyayı takip eden, sanat ortamındaki gelişmeleri ve yeni yaklaşımları, iğreti duruşları, sağlam zemine oturmuş söylemleri bilen biridir. Sağlam zemin için Sanat Tarihi, Mitoloji, Sosyoloji, Felsefe, Psikoloji konularında donanmak ve Edebi Sanatlar kadar müziğe, Fotoğraf kadar diğer plastik sanatlara vakıf olmak gerektiğini bilerek sanat yolculuğunu doğru zemin üzerinde sürdürüyor sayın Kocaman.
Sadullah Kocaman’ın bu metin kapsamında sözünü edeceğimiz sergisi, Güncel Sanat düzlemiyle tanımlandığı için, dile yerleşmiş/yerleştirilmiş olan Post Modern durum ile bağı kurulur ister istemez. Bulunduğumuz insanlık evresi Post Modern, Post Kapitalist evre olarak nitelenip genelleştirmiş olsa da, bu evreyi Geç Modern, Geç Kapitalist diye nitelemenin daha uygun olduğu kanaatindeyiz. Modern hayatın hayli örselenip aşındığı bu yeni sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik, sosyo-politik ve psiko-sosyal ortamın sanat kulvarında kendine has bir yol inşa edebilecek, uzun vadede kalıcı eser bırakıp kendisini sanatta var edebilecek yüksek bir potansiyele sahiptir, değerli hekim dostumuz.
Neye dayanarak bu sonuca vardığımız sorulabilir. Afaki olduğu düşünülmesin, yapıp etmelerinin yanı sıra, kendileriyle çeşitli vesilelerle yaptığımız sohbetlerden çıkardığımız sonuçtur ve ayakları yere basar söylediklerimizin. Hakikati birinci elden tespit için de, ODTÜ (Orta Doğu Teknik Üniversitesi) Kampüste teşhir edilen Güncel Sanat yapıtlarının incelenmesini, yapıt sahibine (Sadullah Kocaman’a) kulak verilmesini öneririz.
Az rastlanır (esasen hiç yaşanmaz) bir şeydir, değinmeden geçmek haksızlık olur. Eser sahibi sayın Kocaman sergiyi görmek isteyenler için ODTÜ yetkililerinden giriş izni alıyor ve her defasında bizatihi refakat edip sergiyi gezdiriyor, soruları yanıtlıyor, yapıtıyla ne anlatmak istediğini izah ediyor. Eksik olmasın, nezaket gösterip bendenizi de sergi alanına götürüp eserler üzerine sohbet ortamı sağladı. Teşekkür borçluyuz.
Özellikle fotografçı dostların bu sergiyi görmelerinde yarar var. Aramızdan bir fotografçının nasıl bir aşama kaydettiğini görmek ve belki kendimizin durduğu, hatta sabitlendiği yeri sorgulamak için vesile olabilir. İyi bir fırsattır. Her eserin tarihsel köklerini (dolayısıyla, ‘mitolojik bağı’nı) nereden aldığını ve yaşadığımız çağ için sosyo-ekonomik, psiko-sosyal, sosyo-kültürel, sosyo-politik bağlamda ne anlama geldiğini eser sahibinden duymak ve sürekli terennüm edilse de henüz yeterince kavranamayan disiplinler arasılığın ne denli önemli olduğunu fark edebilmek için, evet, bilhassa fotografçı dostların sergiyi görmelerinin isabetli olacağı kanaatindeyiz.
Mamafih, fotoğraf ortamında neredeyse her zaman tekrar edegelen önemli bir handikap, ortaya hangi boyutta, hangi nitelikte eser koyarsanız koyun pek aşılamıyor. Sözünü ettiğimiz handikap, kolayca anlaşılacağı üzere izleyici ilgisidir. Bir türlü hal yoluna konamamış, aşılamamış tuhaf bir haldir bu. Sergiye geleceğine kesin gözüyle bakılan insanların çoğu (hatta tamamı), büyük bir yanılgıya yol açarak sergiye gelmezler. İşin aslı, geride kalan onlarca yıl boyunca bu tutuma o denli alışıldı ki, şimdilerde bu vaziyete artık kimsenin şaşırmadığı söylenebilir. Yakın dostlar, birlikte emek verip iş ürettiğimiz, dayanışma içinde etkinlik gerçekleştirdiğimiz, iyi şeylere imza attığımız yahut öyle olduğu yanılgısına düştüğümüz insanlar yoktur ortalıkta. Onlarla yakın diyalog içinde olanlar da sırra kadem basarlar. Birdenbire ortalıkta görünmeyiş, zaman bulamayış hep de böyle kritik anlara rastlar. Bir bakarsınız hiç beklemediğiniz, sizinle hiç muhabbeti olmayan üç-beş insan gelmiş sergiyi görmeye. Yakın dostların tam serginin açılış günü aniden buharlaşması gibi, o da yanıltır, şaşırtır sizi. Bu hal ne yazık ki makus talihimiz haline gelmiştir. Biz her ne kadar burada basit bir ‘tuhaf’ sözcüğüyle vaziyeti kapatıp geçsek de, böyle haller psikolojik, sosyolojik, kültürel bağlamda ciddi anlamda problemli bir durumu izah eder. Bizim belki de en önemli meselemizdir, yani teşhis ve tedavi için mesaiye muhtaç, tartışmayı ve üzerine yazılıp çizilmeyi gerektiren bir ‘tuhaf’ lıktır bu.
Sözü burada bağlayıp “şimdi eserlere bakma zamanıdır” diyelim ve yönümüzü oraya çevirelim. Önce, sergilediği her eserin yanına eser sahibinin iliştirdiği notlara göz atalım.
Eser adı: DÖNÜŞÜM
“İnsanoğlu, insan merkezci bir yaklaşımla kendi amacı doğrultusunda doğayı kullanır, sömürür, dönüştürür. Ekosistemde gelişen dengesizlik her iki tarafı da ayırt etmeden zarar verir.”
Eser adı: OYUNBOZAN
“Çocuklar oyun oynayarak beden ve ruh sağlığını geliştirir; hayatı tanımaya çalışır, toplumun üyesi olur ve sosyalleşir. Temel hak ve gereksinim olmasına rağmen birçok çocuk oyunu, yetişkin oyunlarının mağduru olmaktadır.”
Eser adı: SENTEZ:
“Gerçeği görmek, görünenin analiz edilmesini gerektirir.”
Çok konuşuldu, çok tartışıldı, dünya ölçeğinde lehte-aleyhte üzerine binlerce metin yazıldı. Hani şu Modernizm’in normlarının ve Kapitalist iktisadi hayatın (bir bakıma Modern çağın üretim ilişkilerinin), yani Burjuva egemen düzeninin, kıymetli mücevheratla süslü taç giydirilip göklere çıkartılan ve fakat gerisinde ağır travmaların bulunduğu, egemenliğinde (küresel ölçekte yarı hegemonik güç iken) iki dünya savaşına yol açan, nükleer silahlarla donanmış Batılı sistemin topyekûn eleştirisi (özünde ‘saldırı’) olarak tasarlanmış veya önündeki engeller kaldırılmış, hatta teşvik edilmiş ama yerine hiçbir şey koyamadığı için eleştiriden öteye geçememiş Post Modern yaklaşım. Bizim Geç Modern demeyi isabetli bulduğumuz, yeni insanlık vaziyetine giden süreç. İnsan evladını küresel sisteme taşıyan dönemeç. Bizce Modernizmin son evresidir, ‘Modern sonrası’ asla değil. Bu geçiş süreci için, “Hızla evrildiğimiz yeni sosyo-politik, sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik durumu, bu yeni vaziyetin hegemonik gücü olmaya aday, hatta öyle olması kuvvetle muhtemel mevcut egemen gücün (güçlerin) inşa ettiği kuramsal bilgiyle mi okuyup kabullenmeli, yoksa bilimselliği öne çıkan muhalif kuramsal güç mü üretilmeli?” gibi bir soruyla yola çıkınca, Post Modern eleştiri daha net görülür ve Post Modern yaklaşımın kendisi de bilimsel temele oturtulmuş eleştiriye tabi tutulabilir.
Sorgulamak esastır. Yaslanabileceğimiz en güçlü mekanizma ‘akıl’dır. Akıl der ki, “her şeyi sorgula. Hiçbir kalıbı, reçeteyi sorgusuz sualsiz rehber edinme, kalıplara sığma (kalıba girme).”Burada sözünü ettiğimiz ‘akıl’, Modernizmin, gereğinde insanları ve diğer canlıları acımasızca imha etmeyi de öngören izan dışı, vicdan dışı akıl ve tabii ki akıl dışı bir akıl değildir. Post Modern eleştirinin büsbütün anlamsız olduğunu kim söyleyebilir?! Çok yerinde, çok isabetli, son derece anlamlı eleştirileri var. Eleştiri olması bile başlı başına önem arz eder. Buraya kadar tamam, ama şu her şeyi ‘muğlak’ bırakma hali, bütün değerleri yerle bir edip yerine hiçbir değer üretememiş olma hali, başarı-kazanç-kariyer-arzuların tatmini için neredeyse her şeyi mubah görme hali, hiçbir şeyi üretme isteği duymama ve önermeme hali, mistik ve miskin bir atmosfer oluşmasını dolaylı şekilde teşvik etme hali vb haller için ne söylemeli? Özü itibariyle doğrudan ve dolaylı pornografiye tekabül eden bu gibi hallerin toplamı nedeniyle söz konusu yaklaşımın önce kendisine ayna tutması icap eder. Yani öncelikle kendisini görme ve eleştirme çabası göstermek durumunda. Aksi halde, yeni hegemonik gücün (veya aday gücün) değirmenine su taşımaktan öte bir işlev göremez.
Fakat aynı anda Burjuva egemen sistemi, Kapitalist üretim ilişkilerini, Modernizmin ürettiği kötücül değerleri (ki bunların bir kısmına kutsal metin gibi önem atfediliyordu) eleştiren yahut bütünüyle reddeden, bununla birlikte yerine yeni değerler manzumesi koyan veya koymayı taahhüt eden, yaşadığımız çağı isabetli şekilde okuyan ve yorumlayan, yapıtını bunun üzerine inşa eden, taklitten uzak, öncekinden daha dinamik, daha yaratıcı, üretime daha verimli ve etkin katılmayı öneren başka bir yaklaşım var. İnsan, hayvan, bitki, bütün bir doğal sistem; yeryüzündeki bütün yaşamı korumayı, iyileştirip geliştirmeyi öneren bir yaklaşım.
Bütün yaklaşımlara mesafeli duran, her yaklaşımı kavramış ancak bir kalıba girmeyi reddedip, olup biten her şeye kafa yoran insanlar, düşünürler de var elbette ki. Ve kendisini (düşünmelerini, yaşam biçimini) başka bir durumla tanımlayanların bulunması da doğal ve hatta kaçınılmaz. Çünkü sözünü ettiğimiz canlı türü insan ve insan binbir türlü düşünür, binbir türlü davranır.
Sorgulayan, düşünen, yorumlayan ve yaratıcı kabiliyetini bu yolda seferber edip söylemini sanatın diliyle ifade eden insan nereye uyar? İlkine mi, ikincisine mi, bir cümle ile ifade ettiğimiz üçüncüsüne mi veya bahsi geçtiği üzere başka bir yere mi koyarız onu?
Kendileri doğrudan veya dolaylı beyan etmedikçe, hiç kimsenin görüşü hakkında yargıda bulunmak doğru olmaz. Diğer yandan, ortaya konan eser bizde bir izlenim bırakır, bize rehberlik eder ve onun üzerinden sanat insanının yaklaşımını anlamaya, tespit etmeye çalışırız.
Sayın Kocaman kendi eserini, izleyenlere, eseri başında, inşa süreci de dahil her şeyi gönüllü olarak açıklıyor, eseriyle ne anlatmak istediğini sözlü olarak ifade ediyor. Şimdiki zamanda ve disiplinler arası yaklaşımı esas almak suretiyle inşa edilen eserlerde bunun yapılması oldukça önemlidir. Özellikle de eli kalem tutan, böyle şeylere kafa yoran kimselerin eser üzerine kalem oynatmadıkları bir zamanda başka ne yapılabilir ki zaten? Bırakın kalem oynatmayı, gelip görmekten imtina ediliyor, ne yapsın eser sahibi?
Dikkat buyurun: “Eser”, “Yapıt” kelimelerini kullanıyoruz, “İş” demiyoruz. Neden? Çünkü bu bir zanaat ürünü değil. Endüstriyel etkinlik veya tarımsal faaliyet değil. Fayda beklentisi ile üretilmiş, günlük yaşamı idame ettirmeye veya kolaylaştırmaya yönelik bir alet-edevat değil. Terzihane, yemekhane, dökümhane, fotoğrafhane, fırın, lokanta, büfe, berber vb yerlerdeki faaliyete elbette ki ‘iş’ deriz. Oysa bu, bütünüyle duygu ve düşünce ürünü, zanaatı aşan, insan hayatı için olmazsa olmaz şeylerin üzerinde, ötesinde bir şey. Bu ifadelerden yola çıkıp terzihane, dökümhane, pastane gibi emek yoğun etkinlikleri küçük gördüğümüzü düşünen de tepeden tırnağa yanılır. Aksine emek yoğun her çaba bizim nezdimizde çok yüksek değere ve öneme sahiptir. Biz sadece bu ikisinin birbirinden farklı etkinlikler olduğunu söylemeye çalışıyoruz. Birinin diğerinden üstün olduğunu değil, her birinin diğerinden farklı olduğunu, birbirlerine benzemediklerini ifade ediyoruz. Bu vesileyle, dile pelesenk edilen ‘iş’ kelimesinin, yeni (arzu edilen) insan tipini inşa eden Post Modern projenin bir argümanı olduğu, sakat geliştiği veya bazı şeyleri sakatladığı yolundaki kanaatimizi belirtmek isteriz. Nazım’ın şiirine, Tolstoy’un romanına, Beethoven’in müziğine ‘iş’ demek uygun düşer mi? Sadullah Kocaman’ın eserini gidip inceleyecek olan dostlar görecekler ki, ikisinde demirhane ve marangozhane safahatı epeyce var. İşte sürecin bu kısmı için tereddütsüz ‘iş’ denebilir. Zihinsel süreç ve ortaya konan eserden beklenen ise bambaşka bir şey. Bu ikisini karıştırmak doğru değildir. Bunun gibi, amatör-profesyonel sanat ortamında Tasarım ve Sanat meselesinde de epeyce kafa karışıklığı var. Küçükmüş, basitmiş, önemsizmiş gibi görünen böyle şeylerin hepsinin son derece önemli olduğuna şüphe yok. O yüzden hepsi üzerinde bir kez daha düşünmek gerekir.
Sergiye dönelim.
Ortaya koyduğu etkili-güçlü yapıtla, somut materyalle meramını dillendiren sanat insanı (Sadullah Kocaman), bununla yetinmeyip bize sözlü olarak oldukça sağlam açıklamalarda bulundu. Samimi olarak söyleyelim, eserden de, sözlü anlatımdan da ciddi anlamda etkilendik. Çıtası hayli yüksek olan yapıtın diğer fotografçılar tarafından muhakkak görülmesi gerektiğini de bundan ötürü söyledik.
Sayın Kocaman’ın hem sanat eserinin somutlaşmış görüntüsü vasıtasıyla anlatımı, hem de sözlü anlatımı oldukça yerinde, iyi ve güzel. Peki, somut olarak görünenden gayrı, sanatçının sözlerinden öte, biz eserde ne gördük? Bu, önemli bir soru. Çünkü eserin bizde bıraktığı etki, kimi zaman eseri bihakkın anlatmaya, kimi zaman eksik kalan kısımları tamamlamaya, kimi zaman da onu aşan şeyler söylemeye yöneltebilir bizi. Demek ki bu aşamada bize düşen, bu soruya yanıt vermektir.
O halde sergide ne gördüğümüzü, o atmosferde ne hissettiğimizi, eserlerin zihnimizde ve gönlümüzde ne gibi çağrışımlara yol açtığını, ne düşündürdüğünü yalın bir dille paylaşalım.
Biz orada Pal Sokağı’nın Nemeçek’ini, Şeker Portakalı’ndaki Zeze’yi gördük. Daha medeni olduğu varsayılan bir dünyaya sığınmaya çalışırken denizde can veren Aylan bebek ve diğer çocukları gördük. Biz orada kimyasal silah yüzünden kömüre dönen bebeleri, bomba yağdırılmış ve harabeye dönmüş kentlerde tozun toprağın içinde can veren çocukları gördük. Depremde, gövdesi enkaz altında, kolu dışarıda kalan çocuğu gördük. Napalm bombasından kaçan çocukları, Kevin Carter’in Akbaba ve Çocuk fotoğrafındaki masumu, Ahmed Arif’in Adiloş bebesini, Nazım’ın ‘şeker de yiyebilsinler’ dediği bebeleri, siyahî olduğu için okula alınmayan, dışlanan, horlanan çocukları, şu ya da bu neden öne sürülerek ötekileştirilen bütün bebeleri gördük. Biz orada açlık ve hastalıktan bir deri bir kemik kalmış suya hasret çocukları, oynayanları sadece seyredebilen tekerlekli sandalyeye mahkûm masumları gördük. Biz orada tarihin çeşitli evrelerinde diri diri toprağa gömülen kız çocuklarını, kurban edilen bebeleri, küçük yaşta köle olan, dilensin diye gözlerine mil çekilen çocukları, satılan, besleme olarak verilen küçük kızları gördük. Biz orada çağdaşlığı yere göğe sığdırılamayan bu zamanda, organ satışına kurban giden çocukları gördük. Biz orada misket oynayan, çember çeviren, aşık atan, topaç çeviren, çelik çomak oynayan çocukları gördük. Biz orada tornet süren çocukları gördük. Biz orada beştaş oynayan, ip atlayan, yakar top oynayan çocukları gördük. Biz orada bisiklet süren çocukları gıpta ile seyretmek zorunda kalan, bisiklet sahibi olmayı sadece düşlerinde görme şansı olan çocukları gördük.
Biz orada oyun gördük, bebe gördük; örselenen, kirletilen, öldürülen masumiyeti gördük.
Biz orada çaresizliği gördük.
Görüp hissettiklerimizin, sezdiklerimizin hepsi bundan ibaret mi? Hayır.
Bilim gördük, akıl gördük, zekâ gördük. Matematik, geometri gördük. Renk gördük, form gördük. Doğal olanı, yapay olanı; doğal-yapay uyumunu ve uyumsuzluğunu gördük. Teknoloji gördük, insan gördük, diğer varlıkları gördük. Saflık gördük, dram-trajedi gördük.
Güçlü bir sesi, samimi bir sözü vardı eserin.
Ayakta alkışlıyoruz.
Saygıyla,
Bize Ulaşın