Kasetten Bluetooth’a D/Evrim
Önce kablolar kayboldu. İnsanlar sevindi. Havadandı artık iletişim. Havadan sudandı, tıpkı ilişkiler gibi. Görünmez güçler yönetiyordu dünyayı, onlar arkamızdan savaşıyor, biz de masada kazanıyor ya da kaybediyorduk. Oysa faturası bize çıkıyordu her türlü savaşın. Kazananın olmadığını başından beri biliyoruz savaşların. Görünmez bir el geceleri biz uyurken cüzdanımıza elini atıyor, emeğimizle kazandığımız parayı usta tırnakçılar gibi sessizce çalıyor. Ertesi sabah güne başladığımızda daha çokla daha azı alıyoruz. Olsun, nasıl olsa ekonominin pınarı bankamatikler var.
Duyduğumuz kadar konuşuyorduk. Akıl, bir daha asla dönmeyeceği hicretindeydi artık. Çağımızda konu siyaset, futbol ve din olmuştu. Sonu hep paraya çıkıyordu kaybolduğumuz yolların. Herkes kazandığını söylüyor, kaybedende ölüm sessizliği hüküm sürüyordu. Sonra kendine yollar arıyordu yoksulluk; yanında yoksunluğu da getiriyordu ve ardından çaresizlik içinde susuyorduk. İnsanlar ruh yapılarına göre ya kabullenişin yoluna giriyor ya da şeytanın konuşlandığı kuyuya iniyordu. Öyle ya da böyle, sonunda insanlık hep kaybediyordu. Belki de kazanmak için dibe inmek şarttı.
Kimilerine havadan geliyor paralar, emeksiz çalışmadan servet sahibi oluyor seçilmiş insanlar. “Ucuza al, pahalıya sat”ın adı ticaret olmuştu. Her türlü reaksiyonda, giren madde çıkan maddeye eşitti. Ortaokulda duymuştuk, fizik teorileri ile sırtımızı sağlama almıştık. Kabul etmiş ve söz vermiştik; o derslere bir daha geri dönmeyecektik. Şimdi hiç bir geçerliliği kalmamış depoladığımız bilgilerin. Uygulanmayan fizik, kimyamızı bozmuştu. Gerçi en düşük notlarla geçmiştik sınavlarımızdan. İtirafımızdır; bir kısmında da kopya çekmiştik. Hiç yakalanmamıştık, oysa firari olarak bizi arıyorlar turnusol bültenlerle. Kimlerdendi televizyonda bize sürekli ahkâm kesen tuhaf adamlar. Nerede, ne zaman ve nasıl yuvalanmışlardı? Hangi suçlarını üzerimizde aklıyorlardı?
Dünya kirleniyor. Kaynaklar tükeniyor. İnsanları sunî gündemlerle kandırıyorlar, kendi özvarlıklarıyla ilgisi olmayan konularla gündem oluşturup oyalıyorlar. Tantanacılar gibi çalışıyor, dikkatimizi başka noktalara çekerek eylemlerini gerçekleştiriyorlar. Dünyanın genel durumu bu; aklı olan hiçbir kimse devletlere ve politikalarına asla kimse güvenmiyor. Ekonomi ve huzur yok oluyor. Çaresizlik bireysel sendromdan toplumsal gerçekliğe dönüşüyor. Tepki her yerde! Kimse üretmiyor, herkes ucuza arsa kapatmak derdinde. Ters göç, arabeskin sönmüş mayasıydı. Yine de bir şekilde bluetooth kulaklığımızdan geçit açıp ruhumuza musallat olacaktı.
Bir Kavşakta Düşündüklerimiz
Herkes aynı şeyi konuşuyor, büyük ülkelerin büyük şehirlerinin dertleri artık küçük kasabaların da meselesi olmaya aday. Korku imparatorluğu ekonomik anlamda gücünü yitiren bireylerin boğazına sarılıyor. Sesleri çıkamaz artık maktullerin. Yaşanan her olumsuzluk kaderin karanlık sularına bir damla olarak ekleniyor. Kendi göz yaşlarının denizlerinde boğuluyor insanlar. Mutluluk şarkıları ağıtlarla yer değiştiriyor.
Çıkardık elbet bu karanlıktan, Brecht geçen yüzyılda uyarmıştı bizleri. Onu dinlemedik. İnsani olan küflenmiş, erdem tatilden özçekimlerini gönderiyordu, kör tırnaklı çıplak ayaklarını da kadraja katarak. Asalet satın alınamıyordu, vicdan ve ahlak da. Çoğunun hocaları girdikleri derslerde bunlardan hiç söz etmemişti. Boş geçmişti tüm dersler. Bin senelik öğretilerinin hiçbiri lanetledikleri mitoloji ya da felsefe kadar incelikli değildi. Felsefe yapmayın diye buyurmuştu düşünce düşmanları. Düşük IQ’lu öğrenciler, üstelik en ön sıradan beton denizlerini seyrediyorlardı. Çalınmış soruları yanıtlamak bu zümrenin sabah idmanıydı. Uyku tatlıydı, asla saatinde uyanamıyor, sınavlara geç kalıyorlardı. Birey olamadan sürüye yatay geçiş yapıyorlardı. Zira hayat, imkânlardan çok bir tercihler toplamıydı.
Kültürün türevi olan sanatın bir çıkış yolu olduğunun kaç kişi farkındaydı. Birer bilge gibi hayatımıza giren ustalarımız ve öğretmenlerimiz, akıllı bir metalmişiz gibi ileride alacağımız şekli tahmin ederek bizlere yol göstermişlerdi. Hepimiz, bize dokunanların nadide parçaları, ileride gurur duyacakları uzantılarıydık. Seçtiğimiz ve hedeflediğimiz alan ne olursa olsun, onlar kusursuz taşıdıkları bilgiyi özenle bize teslim etmişlerdi.
Bir gün biz de bir yolunu bulup aldıklarımızı ihtiyaç sahiplerine verecektik. Bilgi, paylaştığımız halde bizde kalan ve asla eksilmeyen bir simyanın yegâne parçasıydı. Vefa ile naftalinleyecektik geleceğimizi. Ve bize dadanan güvenin de bir kelebek ve Tanrı’nın şaheseri olduğunu daima bilecektik. Bilgi ve bilim mutlak olmalıydı. Akıl, sadece ilk çağ filozoflarının doğaya bakarak kurguladığı felsefi bir oluşum değil, aksine insanı sağlıklı bir biçimde ayakta tutacak olgular toplamıydı. Kültürün oluşması için genelde çağları bulan ciddi bir zamana ihtiyacımız vardı.
Hurafelerin lağımında gül bahçesini hayal etmek olanaksızdır. Yokluğun getirdiği dervişlik için bile seçilmiş bir çile şart. Yoksa sadece bir meczup olarak kalırsın bu dünyada. Kimse seni dinlemez. Susmayacak, düşünceni hep yukarılarda tutacaksın. Senin sırtını yere getirmeye çalışan dopingli hasımlarından daha güçlü olduğunu unutmayacaksın. Fark sınavlarını vermeden arabeskin dahi hiçbir dersine giremezsin.
Batırmayıp Birlikte Sırtladığımız Bu Dünya
Emek her çağda sömürülmüştür. Öyle olmasa bile hizmet sektöründe her çalışan yaptığı işin karşılığında hakkını yeterince almadığını düşünür. Bu durum, neredeyse tüm meslek dallarında ve gelir gruplarında aşağı yukarı aynıdır. Bu, psikolojik ve iktisadi bir sorundur. İnsan düşüncesinin bir sonucudur. Aslında çalışma, üretimin miktarı ve niteliği, ardından da ücretlendirme ile dengelenir.
İşveren çalışanından yakınır, çalışan patronuyla problemlidir. Memur müdürünün önünde esas duruşta olmaktan sıkılmış, yönetici ise hâlâ aksayan her detay için astlarıyla uğraşmaktadır. Fabrika, kurum, okul, emniyet, ordu, meclis ya da devlet, kimse yaşadığı ilişkilerin niteliğinden ve olayların akışından memnun değildir. Oysa yapılması gereken ve tanımlanmış işler vardır. Hiçbir aksama olmadan sistem işlemeli, üretim devam etmeli, kişiler değişse de mekanizma işlevini korumak zorundadır.
Her ülke, geleneğine bağlı olarak çalışma düzenini oturtmuştur. Aynı sektördeki bir Fransız ile bir Japon aynı oran ve inançla çalışmaz. Kuzey Avrupa ülkelerinde robotik bir çalışma düzeni görülürken, Akdeniz ya da Arap ülkelerinde biraz daha rahatlık hakimdir. Çalışmak bazı gruplarda erdem bazılarında da zavallılık olarak görülür. Bir kesim çalışan, en büyük tesellisi olarak işi savsatarak maaşındaki yetersizliği dengelediğine inanır. Bu davranış mantıklı bir çözüm müdür acaba? İlerisi için gereken dinamizmin erken dönemde kaybolması, üretim için ne gibi sorunlar doğuracak ve kişinin çalışma potansiyelini nasıl etkileyecektir?
Çalışanlar, uygarlığın her döneminde farklı kategorilerde ele alınan sınıfları oluştururlar. İş ve emek birlikteliği, yanında üretimi getirecek ve üreten insan da beyin ya da kol gücü ile çalışmasının karşılığını ücret (maaş) olarak alacaktır. Oysa gerçek sorun, kazançla, çalışanın yaşamsal gereksinimleri arasında açılan makasa bağlı olarak oluşan dengesizliktir. Ruhun gelişimi, kültürün yapı taşı bilgi ile olan ilişkisi ve insanın pasif konumda kendine ayırabildiği öğrenmeye yönelik zamanla orantılıdır. İster genel kültür, isterse özel alanlara ait olan ilgiler -özellikle liyakata dayanan yapıya sahip toplumlarda- aynı çizgi üzerinde duran insanların tercih edilme şanslarını olumlu yönde değiştirecektir.
İnsan, çalışarak yalnızca mesai saatlerini değil, toplamda -bir daha asla geriye gelmeyecek- ömrünün de en güzel zamanlarını verir. O zaman günlük yaşamını renklendirecek etkinliklerin de içinde huzur ve mutluluğu yakalamalıdır. Yıpranan bedeninin yerine ruhunu güçlendirecek bir eczayı koymak durumundadır. Onun da bu dünyadan alacağı bir intikam, benliğini rahatlatmaya yönelik eylemleri olacaktır. Madem bu iktisadi bir modeldir, kişi de maddi ya da manevi bir fayda sağlamak zorundadır, o zaman sisteme uyma ya da baş kaldırma seçeneklerine bakacaktır. Bunun adı arabeskin sözlüğünde “isyan” olarak geçer. Bu dünya, yakındığımızda bizi duymayacak kadar gürültü içinde ve bizim serzenişlerimize cevap veremeyecek kadar kendiyle meşguldür. Zaten feryada yeterince gücümüz yok.
Yoksulluk Kader Olabilir
Yapacağımız her eylemin kendine göre bir nedeni vardır. Genelde olumsuz sonuçlarla karşılaşıldığında, bulunan bir “bahane” devreye girer. Sebep sonuç ilişkisi içinde karşı karşıya kaldığımız başarısızlık durumu, savunmasını da yanında getirir. Fakat, lakin, ama, zaten sözcükleriyle başlayan cümlelerle henüz tüten ateş söndürülmeye çalışılır. Çok sıkışınca da ilahların böyle istediğinden dem vurulur.
Niyetçiler, kader kısmet diye seslenirken, yazgının bu denli ayağa düşürülmesi büyük bir olasılıkla evrenin kozmik tezahürlerinin çoğunu zedeler. Ve bir şekilde işler yolunda gitmez: Mühendisler tekniğin eksikliğinden, matematikçiler hesabın yanlışlığından, iktisatçılar doğru enstrümanın seçilmeyişinden, sanatçılar hissiyatın zamanında devreye girmediğinden, tababet ilminin temsilcileri de bedenin tedaviyi reddedişinden söz ederek savunmalarını gerçekleştirirler.
Kamyon kaza yapsa freni tutmamıştır; yani şoför cin gibidir, asla uyumamıştır. Arkadaşı borcunu ödemediği için diğeri onu uyurken boğmuştur. Aslında, sadece korkutmak istemiştir. Katil karşısındakini vursa ya şeytana uymuştur ya da kendisine -tüm hayatını uygunsuz yaşasa da- öldürdüğü kişi tarafından uygunsuz teklifte bulunulmuştur. Her daim hafifletici nedenleri vardır: Ona bir cin musallat olmuş, üstelik silahı da şeytan doldurmuştur. Her şeyi namusu, hatta ülkesi için yapmıştır. Mahkemede, ay yıldızlı döğmesini göstermek için gömleğini çıkarıp göğsünü açmaya çalışmıştır.
Aynı eylemleri aynı şartlar altında değişik zamanlarda yaptığımızda farklı sonuçlar alacağımızı da biliyoruz. Üstelik -verileri değişmediği halde- baskıya tabi kalan her nesne de aynı tepkiyi vermeyecektir. Sürekli huzursuzluğun ve ayrımcılığın olduğu ve insanların taraf olmaya zorlandığı, kaderciliğin de bir hastalık olarak satha yayıldığı bizim gibi medeniyet vahasını arzulayan ama sürekli Orta Doğu’nun gölgesinde kalmış bir ülkede olup biten normal karşılanacaktır. Çaresizlikten bir kez işlenen cinayetin vicdan azabı olur, seri katillerin isimleri vicdan sözcüğü ile asla yan yana gelemez.
Günümüzde insanların beslenme, sağlık ve barınma sorunları var oluş mücadelelerinin ana parçası olmuştur. Yaşamlarını sürdürebilmek, kendilerinin ve ailelerinin refahı için gösterdikleri bütün çabalar, onları adeta bir kölelik sisteminin parçası olmaya yöneltmiştir. İşte bu yüzden ertesi gün yeniden çalışabilmek adına güç toplama seanslarına dönüşen dinlenme zamanları, onların edilgen konumda düşünceleriyle baş başa kalma zamanına karşılık gelir. İşte bu seansların insanları anksiyeteden nevroza yönlendirdiği anda baş başa kaldıkları en korkutucu duygu, elbette “yoksulluk” tur.
Günümüzün Değer Anlayışı
Gün gelip de birileri eskiye yönelik olarak arabeski gündeme getireceğimi söyleseydi önce şaşırır sonra da gülerdim. Aradan geçen bunca zaman bir şeyleri değiştirmiş olması gerekiyordu. Zira günün sosyolojisi içinde referans alacak ortak özellikleriyle doğal olarak kendini yaratan bir sınıfın başlangıçta sadece müzik içinde kabullendiği kaderi aynı zamanda içinde bir isyanı da barındırmaktaydı.
Bugün bir şarkı bizi 70’li ya da 80’li yılların gölgesi altına götürüp bırakabiliyor. Böyle de bir etkiye sahip. 60’larda Avrupa’ya işçi olarak gidenler sıla özlemiyle gurbette nasıl yeni bir hayat kurdularsa, farklı nedenlerden dolayı büyük şehirlere -başta taşı toprağı altın olan İstanbul- gidenler de yeni bir sosyolojik alanın isimsiz kahramanları olarak postmodernizm öncesi anonim bir başkaldırıya yarenlik edeceklerdi. Oysa taksitle aldıkları mono kaset teyplerinde çalan, memleketlerinin türküleriydi.
Kaderdi olumsuz olanın nedeni; uzun bir çalışma ve sabrın sonunda başarı geldiğinde ise taşın suyunu sıkarak oluyordu her şey. (Yine taş; ekmek de taştan çıkarılıyordu).Oysa hayatlara değmeden geçip giden ne çok şey vardı. Bunlar bilinmeyeceği için ne kederi yaşanacaktı olumsuzlukların ne de hasreti çekilecekti. Yaşamak dediğimiz şey görüp tanık olduğumuz ve altından kalkabildiğimiz olayların toplamı değil miydi zaten?
Hüzün, neşeden çabuk büyürdü. İlkçağ filozoflarından günümüzün politikacılarına kadar zaman zaman şişirip balon yaptığımız bir söylemin döllendiği rahimdi bu kabul töreni. Belki de dünyanın genetik kodlarına işlenmiş bilgiydi insanın şekillendirilmesi gerçeği. Bizi adam edecek, yoldan çıkmamızı engelleyecek bir öğretiler bütünü vardı. İnsanlar ve yöneticiler bu süreci yönetemediklerinde Tanrı’nın gölgesinde, ait oldukları dinlerin ritüelleriyle savuşturacaklardı bizi fenalıklara zorlayan şeytanın taarruzlarını. En inatçısı ölürken bir kereliğine de olsa itiraf edecekti her şeyi.
Erken gelen ön koltuklara oturuyordu. Zorbalar, fesatlar, oburlar, gözü dönmüşler, diktatörler kendi sistemlerine kurarak bu zorluğu yenmeye çalışıyorlardı. Ezilenler sessizdi; bir araya gelecek kudretleri yoktu. Birilerinin bu insanlara güçlerine hatırlatması, onları muhalif olarak örgütlemesi gerekiyordu. Zorba olamadıkları için kabuklarına çekilip düşüncelerinin dar odalarında sıralarının gelmesini ya da fırtınalı bir havada dalgalarla boğuşan gemideki yolcular gibi çaresizlik içinde havanın dinmesini bekliyorlardı. Dualarla yakarışlar birbirine karışıyordu. Ne geminin kaptanıydılar ne de bir fırtınayı dindirecek doğa üstü güce sahiptiler.
Beni Böyle Sev, Seveceksen
Dünyayı bilemeyiz ama her ülkenin kendine ait bir kaderi -konumuz arabesk ise, kader devreye girmeden olmaz- ve zaman içinde oluşan, iktisadi tarihiyle koşut gelişen dinamikleri vardır. O yüzden kendi coğrafyamızla ilgili yapacağımız saptamalar en azından ontolojik bağlamda yine bizim için kavranıp anlaşılır olacaktır. Yerel olanın hazzı, arabesk için gereken ortamı doğal olarak yaratır.
Günümüzde arabesk, modern olanın içinde yuvalanıyor. İnternet aracılığıyla ile bütün bilgilere anında ulaşabiliyoruz. Evrenin her noktasından fotoğraflar gözümüzün önünde. Paydalar giderek eşitleniyor. Ülkemizde yüz binlerce insanın özel otomobili, milyonların cep telefonları, bilgisayarları var. Ciddi bir kısmı taklit de olsa, moda olan prestij markaların ayakkabılarını, montlarını giyiyorlar. Bir zamanlar kapkaçıların öncülüğünü yaptığı saç tıraşları, onları yeni bir sınıfın bireylerine dönüştürüyor. Paraları ya da kapıda adamları varsa aynı yerlerde yemek yiyor, aynı sinemalarda film izliyor, aynı otomobilleri tercih edip aynı eğlence yerlerine gidiyorlar.
Sınıf farkının bitmesi ne güzel değil mi? En azından toplumun büyük bir kesiminin istediği bu “eşitlik” değil miydi? Oysa geçmişin aksine, çalışarak yükselmenin yerini iyiden iyiye fırsatçılık aldı. Çünkü herkes post arabesk bir fırtınanın içinde oradan oraya savruluyor. Ritim yükseldi fakat melodi bitti, armoni ise işitilmez oldu. Bir kakofoni içinde tüm sesler birbirine karışıyor. Elektronik efektler sayesinde, adeta Hint ya da Arap hançeresinden yankılanıp geliyor sesler. Sınırları kalkmış sınıflar güruh halinde kanalların sunduğu kötü klipler eşliğinde tuhaflıkların beyinlere pompalanmasına izin veriyorlar. Cehalet, ruh sefaletini de yanında getiriyor.
Kimse, sevdiği kız yüz vermiyor diye kendine jilet atmıyor artık. Blog ve vlog tanrıçaları, kırık ekrandan çıkarcasına panzehirlerini üzerimize kusuyorlar. Terfi edemiyor; yerinde saydırılıyor hakkını çalışarak ve sabırla bekleyen insanlar. 60 sene önce, gecekondusunun ilk tuğlasını koyan hür teşebbüs babasının -verdiği oyların karşılığında kazandığı ayrıcalıklarla- yaptığı apartmanın parsasını toplayan oğluna bugün beyaz yakalılar kiracı olarak geliyor. Vergisini vermeyenin, elektriğini kaçak kullananların borcu, kaçacak yeri olmayan memur ya da işçi gibi ücretlilerin üzerine yükleniyor.
Arabesk dünya sanatına edebiyat, resim ve mimariyle girdi; bize ise 1960’ların ortalarından itibaren müzikle; şimdi de fotoğrafla devam ediyor. Ellerine fotoğraf makinesi ya da cep telefonlarını alanlar önlerine gelen her şeyi doyumsuz bir iştahla fotoğraflıyorlar. Çekilen her kare, evrende tanığı olunan zaman diliminden koparılıp arşive atılan bir parça. Yakın bir gelecekte, zamanı geri almak mümkün olursa eğer, büyük bir keder içinde, çekilmiş fotoğraflardan arta kalan o kocaman boşluklara rastlayacağız.
Toplumsal temelleri olan eski arabeski özlüyoruz. Yapay zekâya gerek yok, şimdi yapay gündem var. Kaş, göz, dudak yapay, burun firar etmiş, ifade anlamını yitirmiş; bakışlar boş, yüzler şişirilmiş. Sanki her şey birbirinden kopyalanmış. Aynı fabrikanın üretimi robotlar sarmış dünyayı. Espriler, şarkılar hepsi küfürlü, bel altına vuruluyor her darbe. Bütün yollar cinselliğe ve kaba esprilere çıkıyor. Dijital platformlarda yayılan görünmez bir virüs uygarlığı yok ediyor. Yönetimlerin insanları hazır nesnelerle maharetle güttüğünü görüyoruz. Sarılacak yaralarımız her geçen gün çoğalıyor. Kan kaybediyoruz.
Sanki bu dünyada şiir, edebiyat, klasik müzik, insanlık, ahlak, erdem yokmuş gibi davranılıyor. Dibe vurmadan göğü görmek imkânsız. Günü gelip bu dünyayı terk ederken, son nefesimize eşlik edecek vicdanımızdan başka hiçbir şeyi götüremeyeceğiz yanımızda. Belki bir de kulaklarımızda arabesk bir şarkı. Batmadı bu dünya, siz öldünüz. Yalandan bile olsa hakkınızı helal ettiler. Sizi iyi bildiklerini söylediler. Daha önce de olduğu gibi inanmayı seçtiniz.
Musallaydı son tahtımız, belki ölünce açılacaktı bahtımız. Kitaplarımız okunacaktı; müziklerimiz dinlenecek, resimlerimize, fotoğraflarımıza bakılacaktı. Ruhumuz bedenimizden hemen ayrılmayacaktı. Tıpkı umudumuz gibi, fotoğraflarımız da bizden daha çok yaşayacaktı. Eskiden, fotoğrafın analog döneminde, ortak kaderlerinin doğal olarak oluşturduğu bir sınıfa aitti arabesk; şimdi ışık hızıyla dijital olarak yayılarak toplumun her kademesine kozalarını bırakıyor. Çıkacak yaratıkları merakla bekliyoruz.
Fotoğraflar: Halûk Çobanoğlu
Bize Ulaşın