Yıllar ilerledikçe anılar birikiyor. Zaman zaman anılarımızı aktarmak da önem kazanıyor. Fotoğraf dünyası deneyimlerimi aktarmak isterken bu öykü çıktı ortaya. Umarım sıkılmazsınız.
Fotoğrafa Merak
Ortaokul yılları, Çatalca Yetiştirme Yurdu. Bir çocuk boynunda fotoğraf makinesi ‘bir lira’ diyerek fotoğraf çekiyor. Bir hafta sonra bastırıp veriyor. Merak bu ya, arkadaşıma ‘şunun deliğinden bir bakayım’ diyorum. ‘Olmaz! titreyince bozuluyor’ diyor. Belki o gün böyle davranmasaydı fotoğrafçı da olmayacaktım. İyi ki baktırmamış. Bir daha ne fotoğraf çektirdim ne konuştum kendisiyle, gurur yapmıştım.
Yaz tatili olunca yurttan tatil izni ile Balat’ta annemin yanına eve geldim. İçimde ‘bakınca bozulan makine’ aşkı. Ayakkabıcı Nuri amcanın yanında çıraklığa başladım. Yaz tatili bitince topluca paramı vermişti. Doğruca Sirkeci’ye fotoğraf makinaları satan dükkanların önünde kendimi buldum. Kafamı uzatıyorum ‘Abi bu kaça’ diye ürkekçe soruyorum. Söylenen rakamlarla cebimdeki paraya bakıyorum umutsuzca uzaklaşıyorum. Cesaretimi toplayarak bir dükkana girdim. ‘Abi bu kadar param var’ diyerek masanın üstüne koydum. ‘Fotoğraf makinesi olur mu bu paraya’ dedim. Adam parayı saydı yüzüme baktı, tebessüm etti. ‘Yetmez‘ dedi. Sonra nasıl bir makine istediğimi, neden merak sardığımı filan sordu; ben üzgün üzgün yetiştirme yurdunda olduğumu, yaz tatilinde çalışarak para biriktirdiğimi falan durumu anlatınca, vitrinden ‘gerçekten’ makine gibi bir fotoğraf makinesi çıkardı. Heyecanımı bugün bile hatırlarım. ‘Bu paraya normalde makine olmaz ama sana taş gibi bir makine vereceğim’ dedi. Tabii ki ZENITH-E idi… ‘Şimdi sana 2 tane de film vereyim.’ dedi OR-WO Siyah Beyaz filmle de böylece tanıştım. Makineyi açtı filmi taktı bir yandan da bana öğretiyordu. ‘Diğeri de yedek olsun‘ dedi.
Yürüyerek Balat’a doğru giderken Unkapanı’nda bulunan halde (O zamanlar İstanbul’un hali Unkapanı’nda idi) hamallar kediler kamyonlar ne görürsem çekerek mahalleye vardım. Film bitmiş sarma kolu kurulmuyordu. Hemen eve koştum, perdeleri çektim, ablamın yatağının içine girdim ve filmi kapağı açıp çıkardım. (Fotoğrafçı amca bana karanlıkta çıkart demişti.) Yorganın altından çıktım ışığı yaktım gri uzun bir film. Allah Allah çektiklerim nerde? Çok üzüldüm herhalde bayat, bozuk film taktı diye sinirlendim. Soluğu mahallenin fotoğraf stüdyosunda aldım. Kapıdan hırsla girdim, makineyi, filmi fotoğrafçıya uzatırken, başımdan geçenleri heyecanla anlattım. Fotoğrafçı gülmekten neredeyse ölecekti… Sen meraklı bir çocuksun diyerek sağolsun ilk temel eğitimi verdi. Yurda gittim artık fotoğrafçıydım, Boynumda makine foto çekilir…
Haydarpaşa Lisesi
1978 yılıydı. Ortaokul bitti. Reha İsvan (Eski İstanbul Belediye başkanı Ahmet İsvan’ın eşi) yurtlar genel müdürü olmuş, yönetmelikleri falan geçerli hale getirip yurtlara genelge yollamış. “Ortaokulu teşekkür veya takdirle geçen çocukların devlet ve vakıf liselerine (şimdinin Anadolu liseleri statüsünde herhalde) parasız yatılı öğrenci kontenjanından yerleştirilmelerine…”. Müdür baba elinde liste ismini okuduklarım özel eşyalarını alarak (Ford) minibüse binsinler, zenginlerin okudukları okullarda okuyacaksınız artık… 5-6 çocuk torbalarımızla bindik. İstanbul’a geldik. Kardeşimi Kabataş Erkek Lisesi’ne, diğer arkadaşları Behçet Kemal Çağlar Lisesi’ne, beni de Haydarpaşa Lisesi’ne bıraktılar. Hemen fotoğrafçılık koluna kaydoldum.
‘’Haydarpaşa Lisesi, Devrimciler Kalesi’’ sloganı etkilemişti beni. O yıllardaki boykotlar eylemler arasında lise birden ikiye geçtim ama kayıt yenilemiyorlar başka bir liseye yolluyorlar. Karşı çıktım tazminat istediler ben de ‘benim velim devlet gidin yurt müdüründen alın’ dedim. ‘Kendi rızamla değil siz çıkartıyorsunuz.’ Neyse TÖB-DER’li bir hoca vardı. Boş ver gel çıkışını verim zaten 18 yaşındasın derken, bir yandan da ‘Yedikleri insan eti, içtikleri kan olmuştur’ diye söyleniyordu. Elimde çıkış yurda gittim. Yaşını doldurdun artık başının çaresine bak denilince; Sarıyer, Çayırbaşı’nda gecekondu evde oturup Tekel kibrit fabrikasında çalışan anneme gittim. Kardeşim de derslerin çoğundan sınıfta kalınca atılmıştı.
Anne artık evdeyiz yurt hayatı bitti.
Kardeşim bir gün ‘abi altın bilezik lazım. Meslek lisesine gidelim’ dedi. Şişli Motor Meslek Lisesi serüvenimiz başladı. O yıllarda meslek liseleri kendi sınavlarını yapıyorlar. Girdik kazandık. Kapının üstünde ’Fotoğrafçılık Kolu’ yazıyor ama kolda kimse yok. İlgili hocaya gittim. ‘Ben fotoğrafçıyım, hem çekmeyi biliyorum hem de karanlık odayı, fotoğraf basmayı’ dedim. ‘Lise biri okudum, kültür derslerine girmesem, meslek derslerine devam etsem olur mu? Fotoğrafçılık kolunu çalıştırırım‘ dedim. Hocada gökte ararken yerde bulmuş gibi sevindi tamam dedi. Anahtarı verdi ‘Şu fiyata öğrenci fotoğraflarını çekeceksin şöyle yöneteceksin vs. masraflar çıktıktan sonra yapılan karın yarısı senin yarısı okulun olacak’ dedi. Böylece hem okuyor hem de para kazanıyordum…
Mahallenin Foto Özcan’ı oldum
Biraz para biriktirince doğru Sirkeci’ye gittim. Sovyet yapımı ‘yna-6’ marka çantalı 35 mm bir agrandizör, küvet, fotoğraf banyoları vs. aldım. Evdeki odamın camlarını kapattım, karanlık oda kurdum. Gündüzleri havalandırıyorum, geceleri fotoğraf basıyorum. Mahallede düğün, dernek, yaş günü, komşuların akrabaları falan mahallenin fotoğrafçısı oldum. Siyah beyazlar fotoğrafları çekiyor 2-3 saat sonra kartpostal basıp veriyorum. Renklileri bir hafta sonra dışarıda bastırıyorum ve daha pahalıya satıyorum. O sıralar AFSAD’ın dergileriyle tanıştım. Özcan Yurdalan’ın ‘Fotoğrafta Gerçeklik’ yazısını okuyunca fotoğrafın yalnızca kartpostal basmak olmadığını düşünmeye başlamıştım; sonrasında Gültekin Çizgen’in çıkardığı ‘Yeni Fotoğraf’ dergisi… Hem de fotoğraf sanatmış.
Mayalanma tutmaya başlıyordu
Liseyi yeni bitirmiş, Akademi’de okuyan Esat Papila’nın ‘fotoğrafa meraklı bir çocuk‘ olarak beni çağırmasıyla Gülnur Sözmen’in Planar grafik/fotoğraf atölyesinde çıraklığa başlamıştım. Karanlık odacı derken Gülnur Ablaya asistanlık yapar hale gelmiştim. Bir yandan kütüphanedeki fotoğraf kitaplarını okuyor fotoğraf becerilerimi geliştirmeye çalışıyordum.
İFSAK’la tanışmam
Peki daha öğrenmem neler var? Şişhane’de Pak-iş Avize üstünde İFSAK derneği. Gittim üye oldum. İlk ciddi temel fotoğraf eğitimini böylece almış oldum. Fotoğraf gezilerini orada yaşadım. Başkan Mehmet Bayhan’dı, İbrahim Demirel atölye hocamdı. Sonrasında okul, iş derken biraz da ‘ben Akademi’de fotoğraf okuyorum’ havasıyla birlikte aidatları ödemeyince, İFSAK’la ilişkim bitmişti.
MSÜ’ye Giriş
Birkaç ay geçmişti ve üniversite sınavları falan derken bir gün Gülnur Abla ‘Abi ne yapacaksın’ dedi. Ben de ‘Motor meslek lisesini bitirdim, motorcu falan olurum ya da teknik öğretmen okuluna giderim’ gibi bir şeyler söyledim. Bana ‘Manyak mısın sen, Akademi’ye girsene hem fotoğraf bölümü de açıldı. Fotoğraf alanında gayet başarılısın’ dedi. Bende ‘Abla Akademi burjuva okulu orada okumak için zengin olmak lazım. Bir rapido, şöhler kağıt kaç para ben garibanım. Hem yetenek sınavı falan ben düz çizgi çizemiyorum’ deyince bana kızdı. ‘Oğlum atölyede yok yok, stüdyo makineler hepsini kullanıyorsun zaten. Sen çalış yeter ki’ dedi. Hemen telefona sarıldı ‘Aslan sana bir çocuk yollayacağım akademi fotoğraf bölümüne girecek’ dedi.
Beşiktaş Yıldız Dersanesi’nde Ressam Aslan Eroğlu ve Mimar Sadri eşi Çiğdem o zamanlar Akademi son sınıf ya da yeni bitirmişler güzel sanatlara giriş kursları veriyorlar. Ertesi gün gittim. Beni önce bir güzel sözlü sınav yaptılar: Neden güzel sanatlara girmek istiyorsun? ‘Hayda…’ neyse her gün 9.00-13.00 arası elimde 50×70 duralit kağıt, kurşun kalem çiz babam çiz. Sıkı bir çalışmayla sınavlara girdik. Bir sürü aşamalardan geçtik. Garantiye almak içinde aynı zamanda Marmara Üniversitesi’nin de sınavlarına giriyorum.
Sonuçta Mimar Sinan Üniversitesi Fotoğraf bölümünü 2. ve Marmara Üniversitesi Tekstil bölümünü 40. (ve benden sonra yedekler başlıyordu) olarak kazandım. Heyecanla atölyeye gittim ‘Abla ben ne yapayım? Tekstili de fotoğrafı da kazandım‘ deyince, Gülnur abla sarıldı ve dedi ki; ‘Bak oğlum para kazanmak ve zengin olmak istiyorsan tekstil bölümünü, ama sevdiğim işi yapayım diyorsan, fotoğrafı seç.’ Sonra para verdi’ hadi kutlayalım git tatlı al bakalım’ İkimiz pastanesinden tatlıları aldık ve ilk kutlamayı böylece yaptık. Gülnur Sözmen, Esat Papila ve Ercan Kabail bu dönemimin unutulmaz isimleridir.
Tünel’de Planar Grafik Teşvikiye’ye taşınınca, Fotoğrafçılar Ltd.
1982 Yılında MSÜ. Fotoğraf Ana Sanat Dalında üniversiteye başladım. Yine Planar grafikte çalışıyorum. Hatta geceleri orada kalıyorum. 4×5 inç linhof, 6×7 pentax, 6×6 Rolleifleks, 35mm Miranda ilk aklıma gelen makine parkuru, Elincrome paraflaş ve spot aydınlatma ışıkları ve Krokus agrandizörlü karanlık oda. Gülnur ablanın ciddi ciddi asistanı olmuştum. Bir yandan da ‘Ben zaten fotoğrafı biliyorum. Okul bana ne öğretecek ki?‘ diye kasım kasım kasılıyorum.
İlk yıl neredeyse fotoğraf dersi yok. Ağırlıklı olarak güzel sanatlar kültürü üzerine. Diğer bölümlerle ortak dersler ve çoğu amfilerde yapılıyordu. Teknik resim, Dünya Sanat Tarihi, Türk(iye) Sanat Tarihi, Uygarlık Tarihi (Hilmi Yavuz geliyordu), İngilizce, Temel Sanat eğitimi (Gevher Bozkurt geliyordu) gibi dersler ilk aklıma gelenlerden. Sonraları fotoğraf dersleri sayıları arttı. Temel Fotoğraf, Çekim Teknikleri, Görsel İletişim, Fotoğraf Felsefesi, Siyah Beyaz Karanlık Oda, Renkli Fotoğraf, Fotoğraf Fiziği, Fotoğraf Kimyası, Portre Fotoğrafçılığı, Belgesel Fotoğraf…
ve Şehir Tiyatroları
İlk yılı atlattık ikinci yıla girdiğimde hayatımın değişme noktalarından birini daha yaşadım. Belgesel dersi hocamız Sabit Kalfagil yanına çağırdı ‘şehir tiyatrolarından fotoğrafçı istiyorlar, gözüme seni kestirdim. Engin Uludağ beyi gör benim yolladığımı söyle’ dedi. Heyecanla Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’na gittim. Basın Bürosunda Tayfun Türkili ile Engin Uludağ’ı buldum. Bana ‘portfolyon nerede?‘ dedi. Şaşırmıştım, ‘yok’ dedim. ‘Hiç tiyatro fotoğrafı çekmedim ama yapabilirim’ dedim. Sonra ‘madem Sabit yolladı işe yararsın, ama yönetim kuruluna seni önermem için tiyatro fotoğraflarını görmemiz lazım’ dedi. Sezon bitmiş, Rumelihisarı’nda yaz oyunları başlayacaktı. İki tane ilford HP5 (400 asa) film verdi. ‘Ben kapıya yeni fotoğrafçı olarak ismini vereceğim prova günlerini öğren bu 2 filmle çekimleri yap kağıda bas getir. Sonra yönetim kurulu ne derse o’ dedi. Neyse ‘Antonius ve Kleopatra’ oyunu 70 kişilik kadrosuyla Rumelihisarı kalesinde ilk çektiğim tiyatro oldu. Ben çekimleri kendimce bitirdim. Yönetmen haber yolladı ‘yarın fotoğraf provası var fotoğrafları çekeceksin, flaşı unutma!’. ‘Allah allah ben çektim ama’ falan.
Ertesi gün flaş, makine hazır gittim. Burçin Oraloğlu ‘yeni fotoğrafçı sen misin?’ dedi. ‘Evet’ dedim. ‘Ben sahne sahne durduracağım sen de flaşla çekeceksin’ dedi. Elindeki listeden ‘birinci perde bilmem kaçıncı sahne’ diyor, oyuncular yerlerini alıyor poz vermeye başlıyorlar, ben de çekiyorum. Böylece 4 film bitirdim. İki ayrı zarfa; bir kendi kafama göre flaşsız çektiklerimi, diğer zarfa onların poz verdirerek flaşla çektirdiklerini koydum Engin Uludağ’a verdim. Sonrada durumu anlattım. Bana ‘seni telefonla ararız bir inceleyelim’ dedi.
Böylece bir yandan atölye diğer yandan şehir tiyatroları ve okul hayatım iç içe…
1984-85 yılları fotoğraf dersleri ağırlık kazanmaya başlamıştı. Salı pazarında ‘Geleneksel Türk El Sanatları’ bölümüyle ortak kullanılan bir binada haftanın çoğu günlerini geçirmeye başlamıştık. Aklıma gelen dersler ve hocalarımız şöyleydi:
Belgesel Fotoğraf ve Siyah Beyaz Karanlık Oda dersleri Sabit Kalfagil; Çekim Teknikleri ve İleri Fotoğraf Teknolojileri Teorisi Dersleri Yılmaz Kaini; Portre Stüdyo Cafer Türkmen; Fotoğraf Fiziği ve Mekanik Ercüment Tarcan; Mimari Fotoğraf Reha Günay; Deneysel Fotoğraf Ahmet Öner Gezgin; Renkli Karanlık Oda Dersi Tunç Tüfekçi; Endüstriyel Fotoğraf Yaşar Atankazanır; Fotoğraf Kimyası, Sema Hanım; Fotoğrafta Estetik ve Kompozisyon Dersi, İsmail Faruk Erendağ; Görsel İletişim Gülnur Sözmen’di. İlk anda aklıma gelenler ve hatırlayamadıklarımdan özür.
Usta Çırak İlişkili Eğitim
Bugünkü eğitim sistemiyle kıyasladığımda çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Hem de 12 Eylül sonrası koşulların zorluğunda. Yeni açılmış bir fotoğraf bölümünün ders ve hoca kadrosuna bakar mısınız. Hoca öğrenci ilişkisi, yer yer usta çırak ilişkisiydi. Fotoğraf dünyasına bugün baktığımda bizim dönemin birçok öğrencisi yer almaktadır. Örneğin, Melih Akoğul, Kamil Fırat, Yaşar Saraçoğlu, Yalçın Çakır (Nam-ı diğer Yalçın Abi), Sinan Koçaslan, Rıza Aydan Durak, Mustafa Kocabaşı ilk aklıma gelenler. Zaman zaman birçok fotoğrafçı da ya MSÜ ya da Marmara Üniversitesi mezunu olarak karşıma çıkıyor. Basında, reklam fotoğrafçılığında, akademik çalışmalarda ve öğretim görevlisi olarak bu okullu fotoğrafçılarla karşılaşıyorum.
Benim dönemimde hoca öğrenci ilişkileri usta çırak ilişkisi gibiydi. Hocalar arasında Yılmaz Kaini, Sabit Kalfagil ve Gülnur Sözmen’le olan yıllar unutamadığım zamanlardır. Yılmaz hocanın etrafında 4-5 arkadaş ağır ağır Kazancı Yokuşu’ndan çıkar, yolda fırından taze çörekler alırdık. Tepebaşı’nda Haliç manzaralı ev-Atölyesine gider Ansel Adams’ın zone sisteminden karanlık odada örnekler üzerine konuşur, şaraplarımızı alır Haliç manzarasına karşı içerken gittiğimiz fotoğraf sergilerinin tartışmasını sürdürürdük. Tatil programlarımızı yapar, İstanbul içi- dışı fotoğraf gezileri düzenlerdik.
Yılmaz hoca ve Sabit hocayla birlikte de çokça gezilerimiz oldu. Minibüs kiralayıp Molova Kemerleri’ne gitmiştik. Merih Akoğul, Yaşar Saraçoğlu ve bizim sınıftan bir çok arkadaşla hem turistik hem de fotoğraf çekimi eğlenip dönmüştük. Fethiye Dalyan Kral Mezarlarına gitmiştik yine hocalarla birlikte. Sabit hocayla İstanbul camileri Yavuz Sultan Camini hatırlıyorum. Minareye çıkmıştık. Bize etrafı geniş çekin diyordu. Hocam objektifimiz yok deyince koca çantasını açıp al bunu kullan diyerek geniş açı objektifini vermişti. Arkadaş gibi yiyor içiyor eğleniyor ve pratikte öğreniyorduk.
Eğitimlerimiz programla sınırlı değildi. Düşünün böyle bir ilişki içinde dersten de kalıyorduk. Hiç unutmam, Son sınıf proje ödevinden kalmıştım. Belgesel, çekim teknikleri ve karanlık oda derslerinin birleşimiyle yarım dönem bir konu çalışıyoruz. Benim konum Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii. Sabit Hocaya her hafta tashih (18×24 kağıda filmleri koyup kontak baskı) alıyoruz. Hoca şöyle bir bakıyor bazen lupla olmamış olmamış Yaman diyor. Şunu şu açıdan, bunu şuradan… bu ne biçim haydi haftaya yeniden getir. Her seferinde bir iki kare seçer ve kadrajlar. Sabit hocanın bilmediği tarihi mekan yapı yok. Bazen tüyo verirdi: ‘Öğleden önce şurdaki binanın filanca katından bilmem ne atölyesinin penceresinden çek’.
Yarım dönem de Beyoğlu’nun fotoğraflarını çekmiştim. Yine noktasal yerler söylerdi. Sonra baskıları yapar sınıfa asardık. Sabit Hoca, Yılmaz hoca ve kıdemli asistan Pelin dolaşırlar; olmuş-olmamış, notlar verilirdi. Hocalarla o kadar kankayız. Kötü baskı veya kadrajla geçebilir miyiz nerde😊) Yılmaz hoca fotoğraflara baktı ‘bu ne ya hepsi gri, siyahlar nerde?’ diye bağırdı. Ben tüm şirinliğimle ‘hocam biliyorsunuz yeni evlendim, bir de çocuğum var evde karanlık odayı doğru düzgün kullanamadım’ falan diye gerekçeler uyduruyorum, biraz da kendimi acındırıyorum. ‘Beni ilgilendirmez kaldın’ diyerek bırakmıştı. Ama bir saat sonra sanki bırakmamış gibi koluma girerek atölyesine gitmiştik. Bizim hocalarla ilişkimiz böyleydi. Onlardan aldığımız birikimle bizlerde eğitimciliğimizi yaptık, yapıyoruz. İyi ki ülkenin bu değerli hocalarını tanıdım. Benim sevgili büyük arkadaşlarım ve ustalarım oldular, ne mutlu bana.
1988’de MSÜ’yü bitirdim. Askerlik iş hayatı derken arada bir görüşür olduk, sonrasında koptuk gittik. Hayat akmaya devam ediyor ve anılarım daim onları bana hatırlatıyor.
Çok güzel anılar, yaşadığın olay, okul hayatın ve ismini andığın kişilerin bir çoğu ile tanışıklığım var, anlattıkların öyle hoş ki, ben de yanındaymışım gibi hissettim. Bu anıları İFSAK Blog’da yazdığın için ayrıca kutluyorum seni sevgili dostum.
Fotoğrafla yolculuk mu? Fotoğrafa yolculuk mu? Hayatım fotoğraf mı? Soruları aklımdan geçerken doğru tanımı buluverdim: Fotoğrafa adanan bir hayat… Bu cevap bundan sonra yazılacak her şeyi de peşinen içine aldığından yorum bu kadar oluyor.
Çok güzel bir yazı ve anlatım dili. Okuyan kendinden bir şeyler buluyor…
Sevgi ve saygılarımla
Bu güzel, sıcak, içten yazınız için teşekkürler…
Esenlik dileklerimle,
levent
Yazınızı okurken çok heyecanlandım, Türkiye fotoğraf tarihini anlatmışsınız adeta. Ve, iyi ki Gülnur Sözmen gibi, bir çocuğun hayatına dokunacak cesareti olan yürekli insanlar da var bu hayatta.
Saygılarımla
Trsekkürler
Tarihi bir anlatım olmuş Özcan hocam kalemine sağlık
Ben tesekkur ederim sağolasın
Biz fotoğrafı çok sevdik…Okulumuzu sevdik, Hocalarımızı sevdik…Bu yüzdendir ki birbirimizi çok seviyoruz…