Belgesel LAB üyelerinden Murat Bergi tarafından hazırlanmıştır.
**************************
1953 Yunanistan doğumlu fotoğrafçı Nikos Economopoulos İtalya’da hukuk okurken aynı zamanda Yunan gazetelerine yazılar yazıyor ancak 1979’da çalışmayı bırakıyor ve fotoğrafçılığa başlıyor. 1988’e kadar foto muhabirliği yapıyor. 1990’da Magnum’a katılıp başta Balkanlar olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde fotoğraflar çekiyor.
Economopoulos fotoğraf bakmaya başladığında henüz bir fotoğrafçı olmadığını söylüyor. Yirmili yaşlarının ortasında hukuk okurken edebiyat ve müzik üzerine çok fazla kitap alıyor, plaklar topluyor. Bir gün İtalya’daki bir arkadaşının evinde küçük bir fotoğraf kitabı görüyor ve çok etkileniyor. Fotoğraflar o kadar akıllıca geliyor ki, fotoğrafa hiç o açıdan bakmadığını fark ediyor. Cartier Bresson’un küçük bir kitabının kendisine yaşamında yeni bir pencere açtığını ifade ediyor. Sonrasında birçok fotoğraf kitabı satın alıyor. Onda fotoğraf etkisi, başlangıçta eline fotoğraf makinesi alıp çekime çıkmak olmuyor; müzik ve edebiyatla beraber fotoğraf kitapları almak oluyor. Fotoğraf çekmeye başladığında kendini görsel olarak son derece iyi eğittiğini söylüyor. Bresson’a ait o kitabı görmesinin üzerinden beş sene geçtikten sonra fotoğraf çekmeye başladığında, tam olarak ne çekmek istediğini biliyor ve hiç amatör olmadığını ifade ediyor.
Fotoğrafa başlarken hiç fotoğraf okuluna gitmiyor, bir grupla hareket etmiyor. Teknik hakkında hiç bilgisinin olmadığını, tekniğe ilgisinin olmadığını ama kadraja ilgisinin hep çok olduğunu ve sürekli bunu düşündüğünü ifade ediyor. Onun için mutluluk ve tatmin hep iyi fotoğraf görmek oluyor. En çok fotoğrafçı Henri Cartier-Bresson’dan etkileniyor sonrasında ise Sergio Larrain ve Joseph Koudelka’nın fotoğraflarından. Daha geniş bir sanatsal çerçevede ise Karadağlı yazar Branimir Scepanovic, Yunan söz yazarı Dionysis Savvopoulos ve sinemacı Emir Kusturica’dan ilham alıyor. Genel olarak Balkan edebiyatı ve sinemasının dünya görüşünü şekillendirdiğini ifade ediyor.
1988’de foto muhabirliğini bırakıyor. Bu durum onu sipariş üzerine çalışan bir fotoğrafçıdan atölyeler düzenleyen bir fotoğrafçıya evrilmesine sebep oluyor. Sipariş almayı sevmediğini huzursuz olduğunu ifade ediyor. Ona göre dergilerdeki insanlar genellikle en kötü fotoğraflarını seçiyorlar. Kendisi için en iyi fotoğraf genellikle farklı oluyor. O yüzden mecbur kalmadıkça dergilere çalışmıyor; eğitim vermeyi tercih ediyor zira kendini bu sayede çok daha özgür ve kendine karşı dürüst hissediyor.
Ona göre gazeteci olmak, bir yerde olup biteni çekmeyi gerektiriyor ancak gazeteci olmamak seçimleri özgürleştiriyor.
Örneğin bir dergi parasını verip onu İstanbul’daki büyük binaları çekmesi için göndermek istediğinde bunu çirkin bulduğu için çekmeyi reddedebiliyor. Sadece beğendiği şeyleri fotoğraflamayı tercih ediyor.
Magnum’a Girişi
Bir ortak arkadaşı aracılığıyla Yunan-Amerikan fotoğrafçı Costa Manos’la tanışıyor. Onunla ilk fotoğraflarını paylaşıyor ve bir projeyi tamamladığında portfolyosunu Magnum’daki diğer fotoğrafçılara gösteriyor. 1990 yılında Magnum adaylığına kabul ediliyor. İki sene sonra yeni bir portfolyo verip 1992’de ikinci aşamaya geçiyor. 1994’te tam üye oluyor.
Magnum prosedürü üç aşamadan oluşuyor. İlk aşamada yüzde elli artı bir oy; ikinci aşamada sadece o iki sene içinde çekilen fotoğraflar üzerinden üçte iki artı bir oy. Dört yılın sonunda da üçte iki artı bir oy.
Siyah Beyaz Çektiği Projeler
1988’de Türkiye ve Yunanistan üzerine büyük bir projeye başlıyor. 1990’lı yıllarda ağırlıklı olarak ülke sınırlarında, Arnavutluk- Yunanistan sınırında Kosova’dan göçen Arnavutları çekiyor. Balkanlar Projesi‘ne başlamadan önce sık sık Türkiye’ye geliyor çünkü ucuz olduğunu söylüyor. Tüm tatillerini burada geçiriyor. Sonra aynı sebeplerle Balkanlar’a gitmeye başlıyor. Tam da 90’larda Balkanlar hareketlenmeye başladığı zaman yakınlığından dolayı burayı fotoğraflamak kolay geliyor çünkü tekrar tekrar gidip gelebiliyor. Onun için bir kere gidip görmek yeterli olmuyor çünkü gittiği yerle bir ilişki kurması gerekiyor. Türkiye’ye beş yıl boyunca her sene iki üç kere gidip geliyor; arabayla ve motosikletle Türkiye’nin her yerine seyahat ediyor. Sadece Türkiye’de 100 bin km’den fazla yol yapıyor.
1995 ve 1996’da Yunanistan’da linyit madencileri ve Yunanistan’daki müslüman azınlığı çekiyor. Daha sonra Kıbrıs’ta Yeşil Hattı ve Yunanistan-Arnavutluk sınırındaki mültecileri ve kaçak göçü fotoğraflıyor. 2000 yılında Ege Adaları hakkında bir projeyi ve kitabı yayınlatıyor. 1999 ve 2000’de Kosova’yı terkeden Arnavutları yeniden fotoğraflıyor.
Balkanlar Projesi
Balkan insanını samimi fakat aklı devre dışı bırakan bir şekilde gözlemlemek beni kendimden almıştı. Hislerim her zaman olumlu değildi, hatta sık sık beni dayanılmaz biçimde kızdırıyordu. Birkaç haftalığına eve geri döndüm ve bu süre içinde hislerim hakkında konuşmak dahi istemedim. Bir süre sonra onları özledim ve oralara tekrar gittim.
Balkanlar Türkçe’de Bal ve Kan’dan türüyor. Economopoulos halkların bu kadar birbirine yakınken birbirlerine nasıl bu kadar düşmanlık beslediklerini anlayamıyor. Bu kadar coğrafi sembolik kültürel ve ortak mücadelelerinin nasıl bu kadar büyük bir şiddeti yarattığını anlamıyor. Kendi ifadesiyle Balkanlar’da çoğu zaman olayların batı tarzı muhakeme yerine hislerle veya yüceltilmiş bir geçmiş duygusuyla tanımlandığına inanıyor. Hayat bu hareketli bölgede zaman zaman mantıksızlığa kaçan olağandışı bir tempo tutturuyor. Sevgiden nefrete, barıştan savaşa, kutlamadan katliama geçiş fark edilmeyecek kadar kısa sürede gerçekleşebiliyor.
Burada anın sembolleri yıkılmış binalar ve devrilmiş anıtların oluşturduğu bir manzaraya serpiştirilmiş halde. Ona göre bu yıkıntılar gerçekleşmemiş umutların ve kaybolan inançların sesi. Burası onun için çatışan kimliklerin tutuşturduğu bir dünya.
Balkanlar’daki paradoksun kendisi için saplantı haline geldiğini ifade ediyor. O’na göre, o paradoksun izlerini politik ve askeri kararlarda, sanat ve kültürde, tarihte, insanların günlük yaşantılarında, alışkanlıklarında ve geleneklerinde sürüyor. Hatta kendi seçimlerinde bile; fotoğraflarının içerik ve formunda, birbirleriyle çelişen hislerinde, amaçsızca toplumsal kimliğin parçalarını bir araya getirme tutkusunda. Anlattığı bir anekdotta durumu şöyle özetliyor ;
Priştina’da üç Arnavut güzelce içerken gecenin sonunda hepsinin hesabı ödemek için ısrar ettiğini ve sonunda birinin diğerlerine bıçak çektiğini ve diğerlerini uzak durması için tehdit ettiğini gördüm.
Bunu anlamakta hala zorluk çektiğini, açıklayamadığını ama gözlerinin bu duruma bir şekilde alışık olduğunu ifade ediyor.
Fotoğrafa Bakışı
Başkaları ne düşünür bilemem ama benim fotoğraflarımın açıklayıcı sözlere ihtiyacı yok.
Onun için içgüdülerinin öncelikli olduğunu her fırsatta dile getiriyor. Fotoğrafçılığının gelişimi sürecinde, fotoğrafı çekerken çok doğru olduğunu bildiği bazı fotoğrafların, akademik kurallara bakılacak olursa son derece yanlış olduğunu ama tam çekim anında iyi bir fotoğraf olacağını bildiğini söylüyor. Üzerinden 25 yıl geçmiş olsa da hala onun iyi bir fotoğraf olduğuna inandığını söylüyor hiç bir kurala uygun olmasa da. Dolayısıyla kendi fotoğrafçılığından öğrendiği şeyin, içgüdülerini takip etmesi gerektiği olduğunu belirtiyor. Bu onun kendi fotoğrafçılığından tatmin olmasının kesin yolu. Çünkü akademik kuralları, içeriği düşünmeye başladığında sonucun son derece sıkıcı olacağını düşünüyor. Bu yüzden bir etki ya da belirli bir sembolizm yaratmaya çalışıyor.
Economopoulos’a göre her iletişim biçiminin kendi tarihi ve kendi kuralları var. Fotoğraf çok daha güçlü biçimde kalbe yönelebiliyor. Birçok insan görselliğin alfabesini bilmeyenlere sözcüklerle ulaşarak fotoğrafları anlatmaya çalışıyor ancak ona göre imgeleri görebilmenin tek yolu onlara bakmak… Yani fotoğrafın kendisini sözcüklere gerek duymadan ifade edebileceğini söylüyor. İmgenin, fotoğrafın otonomisine inanıyor. Görsellikle ilgili uğraşımı sözcüklere dökmekten hoşlanmıyor. Temel sorusu “eğer sözcükler sarf edebiliyorsanız fotoğrafa neden ihtiyaç duyasınız ki?”. Ona göre yazılı bir metin muhtemelen en iyi iletişim aracı ancak ona göre insanlar her zaman bu kadar mükemmel bir iletişim yoluna ihtiyaç duymuyor.
Economopoulos için hikayenin çok önemi yok. Özellikle de fotoğrafın görsel tarafına ilgi duyduğu için. Fotoğrafın ”bitmiş/bütün” olanını bir hikayenin parçası olanını sevmiyor. Çoğunlukla bir projede bir iki tane iyi fotoğraf gördüğünü gerisinin vasat olduğunu söylüyor. O, her fotoğrafın bağımsız olması ve tek başına kendi görselliğinde durabilmesine önem veriyor.
Hep kendi editörlüğünü yapıyor. Saygı duyduğu ve sevdiği insanların fikirlerini duymayı önemsiyor ama çoğunlukla onların da kendisiyle aynı fikirde olduklarını belirtiyor. Fotoğrafları seçerken düşünmeye başladığını söylüyor. Tekrara düşmemeye, akıcılık yakalamaya çalışırken, içerik veya görsellik üzerine düşünüyor. Aynı duygunun hissedildiği ama birbirinin tekrarı olmayan fotoğrafları seçiyor. Fotoğraf çekmeye gittiği yerlerde samimiyet ve dokunulmamışlığı arıyor. İnsanların ve yerlerin kendine has özelliklerini ve saf hallerini arıyor. Bunu Afrika’da aramaya başlamış, artık Afrika ve Güney Amerika’ya daha sık gidiyor.
Fotoğraflarında Gerçekliğe Bakışı
Yunanistan, Türkiye ve zaman içerisinde diğer Balkan ülkelerinde fotoğraf çekmeye başladığından beri niyetinin gerçeği anlatmak olmadığını vurguluyor. Kendi deyişiyle nesnel gerçekliğin kendini beğenmişliğine hiç bir zaman inanmıyor.
Foto muhabirliğini tam da yukarıda ifade ettiği sebeplerle bıraktığını söylüyor. Ona göre foto muhabirliği insanları gerçeklik adına yanlış yönlendiren bir olgu, zira gazetenin baş sayfasında bir olayın fotoğrafı yayınlandığında herkesin ona gerçek gözüyle baktığı için fotoğrafın inandırıcı olduğunu ifade ediyor. Halbuki bu tüm gerçeği yansıtmak yerine sadece gazetenin o olay hakkındaki fikrini yansıtıyor.
Fotoğraf onun için büyüleyici bir şey. Bir taraftan gerçekliğin yansıması diğer taraftan gerçeklikten son derece uzak. Gerçeklik, fotoğrafın belirleyici bir özelliği değil; onun için gördüğü şey gerçek ama mutlaka doğru değil.
Dijitale ve Renkliye Geçiş- Yolda Projesi
Siyah beyazla çok fazla vakit geçirdiğime karar verdim. Siyah ve beyazdan yorulmuştum biraz. Nasıl iyi fotoğraflar çekeceğimi biliyordum. Biraz tekrara düşüyordum. Renk hayatımda yeni bir şeydi. Yeni şeyler öğrenmem gerekiyordu.
Yaklaşık yedi yıldır dijital çekiyor ve aynı dönemde renkliye geçiyor. Filmden dijitale, siyah beyazdan renkliye geçmesinin sebepleri daha çok teknikteki ilerleme çünkü tekniği hep zor olarak nitelendiriyor. Kodachrome’u sevdiği için film ile çalışırken kalite kaygısı sebebiyle renkli filmlerini İsviçre’ye ya da Amerika’ya göndermesi gerekiyor dolayısıyla renkli çalışmak büyük problem çıkarıyor. Sonra dijital çıkınca, kullanmaya başladığında sonuçları muhteşem buluyor çünkü fotoğrafları bilgisayara aktarması yetiyor. Karanlık odada oldukça iyi olduğunu düşünse de bundan nefret ediyor çünkü karanlıkta çalışmayı sevmiyor. Tek bir makineyle bir kaç pil ve kart ile dolaşıyor ve hiç bir zaman büyük makineler ve lenslerle kendini rahat hissetmediğini vurguluyor.
Hem teknik olarak hem de ekonomik olarak özgürlüğünü Yolda Projesi sayesinde idame ettiriyor. Yolda Projesi‘ni bir atölye ya da eğitim projesinden ziyade bir fotoğraflama projesi olarak tanımlıyor. Öğrencilere kendi fotoğrafçılıklarını nasıl daha üst bir seviyeye çıkarabilecekleri nasıl daha görsel bir yaklaşım getirebilecekleri konusunda yardımcı oluyor. İlgi duyduğu yerlere seyahatler düzenliyor. Küba, Etiyopya, Gana, Meksika, Guatemala.
Seyahat edilen yerlerde kalınan sık sık aynı mekânlarda vakit geçirilen bir proje. Projede sabah tüm grup ayrı ayrı fotoğraflar çekmesi için dağıtılıp, akşamları çekilen fotoğraflar değerlendiriliyor. Genelde yarı profesyonel ve profesyonellerin katıldığı atölyede gidilecek yerler ve program önceden açıklanıyor.
Teşekkürler,
Akıcı, sade bir anlatım…
Benzerlerine, devamına ihtiyaç var.
İbrahim Akyürek
[…] 26, 2020Mart 26, 2020 Özgür Ruh Nikos Economopoulos Neoosmanlı yeni Türkiye Özcan YAMANTüm yazılarıBeyliklerden […]