İnsanoğlu yaklaşık 32 bin yıldır birşeyler üretiyor ve buna birileri ‘sanat’ adını vermiş. Ne kadar enteresan…
Mağara duvarlarını kazımak suretiyle başlayan sanatsal girişimler binyıllar boyunca evrile evrile günümüze kadar geldi. Geçmişi M.Ö. 30 binli yıllara dayanan bu yolculuk Tarih Öncesi Sanat, Eski Mısır Sanatı, Klasik Yunan Sanatı, Roma Sanatı, Budist Sanat, Uzakdoğu Sanatı, İslam Sanatı, Afrika Sanatı ve Rönesans ile devam ederken, son iki yüzyılda işler çığırından çıktı. Modernizmi anlayamadan Postmodernizme, oradan Güncel Sanata, neler oluyor yahu derken Dijital Sanata geçtik bile. Artık, metaverse üzerinde açılan sergi salonlarında NFT olarak üretilmiş eserleri izliyoruz.
Modernizm ve Postmodernizm hakkında belki binlerce kitap yazıldı, dersler verildi, sempozyumlar düzenlendi; koca koca adamlar oturup saatlerce ciddi ciddi sanat akımlarını ve kendi dönemlerinde oluşturulmuş sanat eserlerini o dönemin şartları bağlamında yapı taşlarına varana dek incelediler. Herhalde dünyanın hiçbir döneminde kendinden öncekileri anlamak için günümüzdeki kadar çok çaba sarfeden başka bir topluluk olmamıştır.
Peter Gay’in 2017 yılında kaleme aldığı ‘’Modernizm – Sapkınlığın Cazibesi’’ isimli kitabı bu alanda yayınlanmış binlerce eserden biri. Avrupa düşün dünyası konusunda en iyi Amerikalı tarihçiler arasında gösterilen Peter Gay, tarihçi, eğitimci ve yazar kimliklerini haiz ve önde gelen Freud yorumcularından. Kitabı diğer araştırmalardan farklı kılan şey, modernizm hareketini didaktik bir şekilde tarih, sanatçı ve eser sırasıyla değil, her oluşumu ve üretilen her eseri kendi döneminin gerektirdiği konjonktürel bağlamda ve sanatçının çevresel koşullarıyla birlikte ele alması. Bu bağlamda, son dönemlerde yazılmış en kapsamlı incelemelerden sayılan eser, 1850’lerden itibaren edebiyat, görsel sanatlar, müzik ve mimari gibi sanat dallarının kalıplaşmış kurallarını yerle bir ederek gelenekleri yıkan, yeni teknikler, yeni yollar, yeni bakış açıları geliştiren ‘modernizm’ hareketini farklı bir perspektiften anlatıyor.
Peter Gay modernist üslubu, özetle, bir düşünce, duygu ve fikir iklimi olarak adlandırıyor ve şöyle devam ediyor; ‘’…iklimler, duygusal iklimler bile değişir, bu da demektir ki modernizmin de ayrı bir tarihi, diğer tüm tarihler gibi hem içsel hem dışsal bir tarihi vardır…’’ Yazarın kitapta içsel tarih olarak adlandırdığı kavram sanatçıların kendi iç çatışmaları ve hayatı nasıl anlamlandırdıkları, benimsedikleri felsefeler, yaşam tarzları, kısaca kişisel tercihleri ya da diğer sanatçılarla ve dönemin istikbalini etkileyecek olan kurumlarla ilişkileridir. Dışsal tarih ise, biraz daha geniş pencereden bakarak bu avangart atılımları engelleyen veya besleyen sosyal, ekonomik, politik, dini ve entellektüellerin oluşturduğu dinamiklerdir.
Modernizmi, içinde barındırdığı koşullar, dinamikler ve kozmopolit yapısı sebebiyle tek bir tanımda toplamak çok zordur. Nitekim, günümüze kadar modernizmle ilgili pek çok tanımlama yapılmış ve bu tanımlamalar eksik de bulunmuş değilken, ortak bir metin üzerinde uzlaşılamamıştır. Gay’a göre ise; ‘’Arthur Rimbaud’un bir şiiri, Franz Kafka’nın bir romanı, Eric Satie’nin bir piyano parçası, Samuel Beckett’in bir oyunu, Pablo Picasso’nun bir tablosu bizim tanımlamaya çalıştığımız olguya güvenilir bir tanıklık sunuyor. Tüm bunların üzerine bir de suratsız, kara kara düşünen, derli toplu sakallı Sigmund Freud var. Her birisinin yeterlilik belgesi var. İşte, diyoruz, bu modernizm.’’
Yazar kitapta resim, heykel, edebiyat, dans ve müzik, mimari, tiyatro ve sinema alanında avangart gelişmeleri ayrı ayrı incelerken, modernistlere hem genel hem de her disiplinin kendi içinde önde gelenlerine detaylı bir inceleme sunuyor. Modernistler politik ve dogmatik değillerdi. Orta yolu bulmaya ise hiç hevesli değillerdi. Ilımlık onlara göre sıkıcı bir özellikti. Burjuvaziden nefret ediyorlardı. Modernistler arasında özellikle ressamlar öncelikli olarak kendi samimi tepkilerine kulak vererek, tarih, janr, eski efsaneler ve elbette dış gerçekliği bir kenara koydular. Peter Gay modernistlerin kolektif eyleme ve hatta kolektif bir ideolojiye olan ihtiyaçlarını, ancak aynı zamanda hem birlikte hem yalnız olmak istemelerini, tüm bu kafa karışıklığının sonucunda, dönemin güncel koşulları da göz önüne alındığında ‘kolektif bireyciliğin’ nasıl ortaya çıktığını sanat ve sanat eserlerinin üretim süreçleri örnekleriyle açıklıyor. ‘’Risk müptelaları olarak adeta doğası gereği kendilerini en çok estetiğin ve güvenli sularının sınırlarında veya ötesinde rahat hissettiler. Tüm modernistlerin kesin olarak paylaştığı tek ortak nokta, denenmemişin aşina olana, nadirin sıradana, deneyselin alışılmışa bariz bir şekilde üstün olduğuna dair inançlarıdır. ‘’
Yeni bir şeyler yapmaya, üretmeye, söylemeye çalışan bu avangart sanatçılara en kararlı şekilde karşı çıkanların gözünde her mezhepten modernistler, birbirlerinden hiçbir farkı olmayan, teknik açıdan yeteneksiz ve baştan aşağı beceriksiz bir vandal topluluğuydu. Ancak onlar yılmadan çalıştılar. ‘’…ne kadar olağanüstü, kendi zamanlarının estetik kavramlarına karşı düşmanlıklarında ne kadar kararlı olurlarsa olsunlar, elde ettikleri tüm başarılarda ve psikanalitik düşüncenin onlara yüklediği tüm çelişkilerle birlikte modernistler de birer insandı…’’
Yazar, kitabın sonundaki ‘’Eksantrikler ve Barbarlar’’ bölümünde ise, yaşadığı dönemde modern karşıtı görünen ancak sanatında modernist bir yaklaşım benimseyen Eksantrikler ile dönemin siyasi koşullarında (Hitler Almanyası, Stalin’in Sovyetler Birliği ve Mussolini İtalyası) hüküm süren Barbarlar üzerinden, Modernizmin döneminin zorlu ekonomik, siyasal ve toplumsal koşullarında nasıl ayakta kalmayı başardığını aktarıyor. ‘’…İkinci Dünya Savaşı sonunda modernist sanatçılar kurmacaları, resimleri ve mimarileriyle totalitarizm, zulüm ve savaşın sınavından geçip hayatta kalmayı başardılar. Hırpalanmışlardı ama enerjileri yerindeydi…’’
Modernizmi ne kadar konuşsak da, yargılasak da, üzerinde nice yazılar yazsak da şu gerçeği hepimiz kabul etmeliyiz: Kendilerinden daha uzun yaşayan ve hatta bizden de daha uzun yaşayacak eşi bulunmaz eserler ürettiler.
****************************
Burcu Aydın Hakkında;
1980 Ankara doğumlu. Fotoğrafçı, mühendis, okur-yazar vesaire… seyahatler ile fotoğrafı, fotoğraf ile kendini, kendi içinde yaşamı keşfetti.
2004-2017 yılları arasında Kuala Lumpur-Malezya, Washington DC-Amerika ve Houston-Texas ve Hartum-Sudan’da ikamet etti. Bu süre zarfında Avustralya ve Yeni Zelanda dahil olmak üzere Asya, Amerika ve Afrika kıtasında birçok ülkeyi ziyaret etti, fotoğraf çekti, yazı ve seyahat fotoğrafları farklı mecralarda yayınlandı. Yurtdışında farklı üniversiteler ve sanat kuruluşlarından eğitim aldı. Sivil Toplum Örgütleri ve derneklerde görev yaptı. Sudan’da Griselda Eltayyip’ten sanat ve suluboya dersleri aldı. Texas Houston Üniversitesi ve Hartum Afrika Üniversitesinde fotoğraf kulüpleri ile çalışmalar yaptı. Karma sergilere katıldı. 2018 yılında Ankara AFSAD’da eğitim ve çalışmalarına başladı. Atölyelere ve seminerlere katıldı. Afsad bünyesine Engin Özendes-Fotoğraf Sanatında Küratörlük eğitimini tamamladı. Kontrast dergisi yayın kurulu üyesidir. Fotokolektif’te İsa Özdemir’le Kavramsal Portre Atölyesini tamamladı, halen proje geliştirme grubu ile çalışmaları devam etmektedir. Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği üyesidir. Sanat ve fotoğraf çalışmalarına Ankara’da devam etmektedir.
Resmi ve gayri resmi gelişmelere rağmen göğün altında hala güzel şeyler olduğuna inanıyor. Görünür olan her an hayatın en ilginç, en ince noktası.
İnstagram : Burcu Aydın
Emekli olmama az kaldığı için araştırma yapıyorum. Bilgi alabileceğim oldukça detaylı çalışmalarınız var. Elinize sağlık…
Eline sağlık