Kitsch (Kiç): Hayatın Ta Kendisi

/

Post-postmodern evre

Yeni olanakların kaçınılmaz sonucu olarak, yığınları barındıran devasa metropoller oluştu. Kentleşme (ve/ya kentlileşme) olgusuyla birlikte ‘varoş’lar ortaya çıktı. Üst kesimler nezdinde varoş, eğitimsizleri, görgüsüzleri tanımlıyordu. Tarih tekerrür etti ve aradan asırlar geçtikten sonra yeniden görgülüler ve görgüsüzler, kaba olanlar ve kibar olanlar, elitler ve ayak takımı tanımları hayata sindi.

Post-postmodern evrede gerek sosyo-kültürel, gerekse psiko-sosyal fark daha da derinleşti.  

Bazı toplumsal tabakaların yakınlaştığını görüyoruz. Ekonomik koşulları farklı olsa bile kültürel halleri neredeyse aynı ve doğal olarak psiko-sosyal vaziyetleri de benzerlik göstermektedir.

Hayatın içinde olup bitenlere bakmak, geldiğimiz noktada kiç için çok şey anlatır.

Foto-graf dünyası

Şimdi foto-graf dünyasına göz atalım.

Her gün ne yediğini içtiğini, nerede olduğunu, ne yaptığını, ne giydiğini, kimlerle birlikte olduğunu vs çevresine (mümkün olduğu kadar fazla insana) gösterebilmek için paylaşılan foto-grafları bir kenara bırakalım. Bunu sorsak, muhtemelen görgüsüzlüğün daniskası olduğunu yüzde yüze yakın insan söyler. Fakat o mecranın bir sanat iddiası bulunmadığını, foto-grafçı olduğunu kanıtlamak niyetiyle yapılmadığını, kısacası naif olduğunu katiyen gözden kaçırmamalı. İşte orada hayatın ta kendisi var. Kiç’in hayatla doğrudan bağını görmek veya kurmak isteyen, araştırma zahmetine katlanmasın, sosyal medyaya bakması yeterlidir.

Biz burada foto-grafçı ve/ya sanatçı olmak iddiasıyla üretilen (yapıp edilen) foto-graflara bakılmasını ve onun üzerinden değerlendirme veya yorum yapılmasını kastetmekteyiz. Bilginin, birikimin, tavrın ve söylemin, kısacası vaziyetin yansıdığı veya somutlandığı yer foto-graftır.

Baskın çoğunluk, asırlar öncesinden bu güne taşınagelen plastik/estetik ölçüler, kriterler veya normlar ışığında foto-graf üretiyor. Üretim sözcüğünü, sanayi ve tarım etkinliği veya zanaat etkinliği olarak düşünmemizin, tasarım kavramıyla (belli ölçülerde) birlikte ele almamızın yanısıra, sürekli birbirini tekrar eder vaziyette olan, yaratıcı veya yeni-özgün hiç bir şey içermeyen sıradan foto-graf etkinliğiyle bağdaştırdığımızı da söylemeliyiz.    

Çok tanıdık, bildik bir mecra olmasına karşın, bir kez daha dikkatle gözden geçirip şu sorulara yanıt vermekte yarar var:

Değerli midir, değersiz midir?

Derinlikli midir, yüzeysel midir?

Kendine has mıdır (özgün müdür), taklit midir?

Nitelikli midir, niteliksiz midir?

Anlamlı mıdır, boş mudur?

Zor mudur, kolay mıdır?

Vs, vs, vs…

Aynı şeyleri tekrar etmenin hakikaten ciddiye alınacak bir sanat değeri olsaydı, sonraki evrede ard arda çeşitli sanat akımları ortaya çıkmazdı. Daha ileri giderek söylemek durumundayız, söz konusu sanat akımlarını taklit ederek devam etmekle hakikaten sanat değeri olan şeyler ortaya konabilseydi, bu denli farklı arayışa girilmezdi.

Hayatın diğer alanları gibi sanat alanının da bir devinimi var. O alan da hareketli, canlı. Bilim, teknoloji gibi sanat da ilerlemeye, gelişmeye, yenilenmeye gebedir her zaman. Çünkü hayat ilerliyor, gelişiyor ve yenileniyor.

‘Güncel Sanat’ olgusu neyin sonucu olabilir?

Birkaç gün sonra yağmurda, çamurda bozulacak ya da birileri tarafından silinecek olmasına karşın duvarlara yapılan resimler ne içindir, nasıl bir gelişmeyi ifade eder? Mağara duvarlarına da yapılmıştı. Onlara mı öykünüyor yeni kuşaklar, yoksa kalıpları mı kırmaya çalışıyorlar? İkisi de olabilir. Akla ziyan sanat etkinlikleri gerçekleşiyor; bir kısmı sıradan ve sığ dursa da, bir kısmının inanılmaz derecede yaratıcı olduğunu teslim etmek zorundayız.

Hayat nereye evriliyorsa, sanat da oraya evriliyor.

Adabı-muaşeret

Büyüklere takım elbise-kravat ve tayyör, okul çocuklarına forma. Neredeyse iki asır insanlar böyle giyindi. Yerleşik bir kültür normuna dönüşmüştü. Çok önemliydi, başka türlüsü dejenere, aykırı, basit görünürdü. Kendisinden önceki evreden devralınan bir sofra adabı vardı; çatal sol elde, bıçak sağ elde yemek yenir. Önce çorba içilir, sonra zeytinyağılar, ana yemek vs yenir, ardından tatlıya, meyveye geçilir. Tabakta yemek bırakılmaz. Masanın başına evin reisi ya da hatırlı kişi oturur. Evin reisi ya da hatırlı kişi başlamadan, yemeğe başlanmaz. Yemek bitmeden sofradan kalkılmaz. Adabı-muaşeret çok önemliydi. Bilmemek cehaletti, görgüsüzlüktü.

Peki, şimdi nereye gelip dayandık?

Hazır yemek tüketimi (pizza, hamburger, kendi ülkemize özgü olan döner vb) aldı başını gitti. Çatal bıçak gerektirmeyen yiyecekler bunlar. Bununla büyüyen jenerasyon, masada geleneksel düzende yemek yerken de çatal şu elde, bıçak bu elde meselesini dikkate bile almıyor. Standart hale gelmiş olan üç öğün yemek saatlerinde maaile aynı sofrada bulunma zorunluluğu tarihe karıştı. Kimsenin böyle şeylere aldırdığı yok artık. Yeni kuşaklar ütü bile gerektirmeyen rahat spor kıyafetlere yönelmiş durumdalar. Boya, bakım istemeyen ayakkabı tercih ediliyor. Okul formaları da tarih olmak üzere.

Üstelik böyle şeyler baskı ve dayatma ile gerçekleşmiyor. Koşullar başkalaşıyor, yeni tercihler için gereken altyapı oluşuyor ve istense de istenmese de normlar süratle değişiyor, yenileniyor. Bu yeni atmosferde artık takım elbise kravat iğreti durur noktaya geldi adeta.

Gelecek zamanın insanı bu günden neredeyse tahayyül bile edemeyeceğimiz yeni bir insan olacaktır kuşkusuz. Üstelik asırlar sürmeyecek, birkaç on yılda her şey değişecek gibi görünüyor.

İnsan evladı

Başlangıçta insan evladı (‘evladı’ sözcüğünü sayın Erhan Ünal’dan ödünç alıyoruz; insanoğlu eril bir ifade olduğu için, onun yerine insan evladını tercih ettiği kanaati oluştu bizde) dayanışarak yaşıyor, her şeyi paylaşıyordu.

Sonra durum değişti. Sahip-Köle ilişkisi, Bey-Serf ilişkisi, Patron-İşçi ilişkisi silsilesiyle bu güne gelindi.

Yeni egemenin (küçük burjuvanın payı epeyce büyüktür) oluşturduğu alt yapı, hak aramayacak, itiraz etmeyecek, greve gitmeyecek, kısacası sorun çıkartmayacak robotik yapıları başköşeye oturttu.

Görünen o ki yeni dönemde mavi yakalılar kadar, beyaz yakalılar da devasa bir sorunla karşı karşıya kalacaklar (bu günden çok ciddi işaretleri ortaya çıkmaya başladı). Yapay zekâ, beyaz yakalıların elinden epeyce işi çekip aldı, anlaşılan daha fazlasını alacak. Gidişat böyle iken, çok uzak olmayan bir gelecekte süper zekânın nelere yol açacağı malûmdur. Kaldı ki onun ardılı muhtemelen hiper zekâ olur ve insan türü ne ile karşı karşıya kalır, hakikaten düşünmek bile kaygı verici. Kimbilir belki bütün kaygıları giderecek plan-program hazırdır, farkında olalım-olmayalım adım adım hayata geçiriliyordur.

Yeni dönemin sosyo-ekonomik, sosyo-politik, sosyo-kültürel, psiko-sosyal vaziyeti ne olacaksa, sanatı da o olacaktır. Onu onayan, ona itiraz eden, ondan yararlanan, ondan yara alan sanat insanları olacak ve etkinlikler sürüp gidecektir.  

Düşünceler istemli şekilde belli kalıplara hapsedildiği halde özgür olunduğu yanılsamasıyla süregiden bir hayatta oyalanmak için çok sayıda argümana sarılmak mümkün. Daha şimdiden, fazlasıyla pozitif bir şey yaptığı (iyilik hali ürettiği) iddiasıyla hayatı çarçur eden ne çok insan var.

O yüzden kiç’i bizatihi kendimizde aramalıyız.

İnsanlar dağınıkken ve teknoloji düşük seviyedeyken, egemen gücün manipülasyon becerisi de düşük seviyedeydi. Teknoloji geliştikçe manipülasyon yeteneği arttı. Dijital Devrim bu yeteneği şaha kaldırdı. Yakın gelecekteki teknolojiler de, muhtemelen bileklere pranga (üstelik istemli şekilde) vuracaktır. Her manipülasyon yığınla kiç üretir. Gelecekte her insanın bileğine vurulması muhtemel pranga (çip), bireyi daha fazla nesneleştireceği için, kiç doğrudan insan bedeninde vücut bulacaktır.      

Birkaç on yıl sonra (işaretleri şimdiden var) bireylerin isimleri olmayabilir. Soy isimler ondan da önce kurban olarak seçilebilir. Bunları öngörmek yahut bu gün karamsar gibi görünen bu tür tahminlerde bulunmak için kahin olmaya gerek yok. Yeryüzünde yaşayan her bireyin bir kimlik numarası var. Geleneksel nüfus cüzdanı yerini, içinde bütün bilgileri barındıran çipli kimlik kartına bıraktı. Büyükbaş, küçükbaş bütün besi/çiftlik hayvanlarının, diğer evcillerin, köpeklerin (hatta sokak hayvanlarının) da kulaklarına takılan küpelerde kimlik numaraları var artık.

Yerel kültür normları

Modern çağda yaşıyor olmamıza karşın, yerel kültürler önemli ölçüde geleneksel yapılarını koruyorlar. O nedenle henüz küresel ölçekte tek tip oluştan söz edilemez. Bundan sonraki insanlık evresinde ise küresel bir tek tip oluş kaçınılmaz gibi görünüyor.

Ne kadar arkaik görünürse görünsün, bütün yerel kültür değerlerine saygıyla yaklaşılması gerektiğini düşünmekteyiz ve küçümsenmesini yadırgıyoruz. Buna rağmen, her doğum sonrası bir parmağını kesmek mecburiyetinde olan kadının yaşadığı acıyı; dudağının ve kulağının aşırı derecede deforme olmasına yol açan süslemeler kullanan kadının vaziyetini; dul yakma (sati) geleneğini; bir kadınla hayat ortaklığı kurabilmek için vücudunda derin yaralar açmak zorunda kalan delikanlının çektiği ıstırabı; hata yapan kadına, hatasının cezası olarak kabilenin bütün erkeklerinin tecavüz etmesi ritüelini; sevmediği, belki de tiksindiği biriyle zorla evlendirilen genç kızın halini görmezden gelemeyiz.

Bunların hepsinin birer yerel kültür normu olduğunu biliyoruz. Bütün saygımıza ve müdahale hakkımız olmadığını düşünüyor olmamıza rağmen, böyle halleri hoş karşılamak ve onaylamak zorunda değiliz.

Bu gibi hallerin hepsi özünde kiç barındırır.   

Toplum mühendisliği

Mısır Piramitleri, ne kadar muhteşem!..

Ne için inşa edildi, hangi koşullarda yapıldı, neye mal oldu? Meselenin bu kısmını düşünmezsek, bu güne kalan kalıntılara hayranlıkla bakar, inşa edenleri ayakta alkışlarız. Evet, öyle de yapmalı. O çağda bu inanılmaz mimariyi hayata geçirecek bilgi ve donanıma sahip insanlar elbette ki ayakta alkışlanır. Yapının kendisi günümüzde anıtsal eser olarak görkemli şekilde duruyor. Mesele o anıtsal eser değil, o eserin geri planı, o eserin bize söylediği şeydir.

Kendisini yüceleri yücesi, Tanrı ilan eden için ne düşünmeli? Bu kadar deli bozuk bir hale gelmenin bedeli olarak onbinlerce insanın yıllar boyu çalıştırılması, çoğunun inşaat sırasında ölmesi, açlık ve sefalete yol açılmasını umursamadan bütün zenginliğin bu ihtirasa akıtılması sığ değil midir, kaba değil midir, dejenere değil midir, basit değil midir, değersiz değil midir?

Kast sistemi neyin nesidir? Altta yer alanın, üsttekinin dışkısını (onu yüce saydığı veya kendisine öyle öğretildiği için) başının üzerinde taşımakla mutlu olduğu bir sosyo-kültürel halin nesi soyludur? Bu hal dejenere değildir de, nedir? Bayağı değildir de nedir? O fakirin hali naif oluşundan ötürü kısmen kabul edilebilir belki, ama her şeyin farkında olarak bunu teşvik ve telkin edenin hali beterin beteridir.

Hükmettiği toplumu futbolla, boğa güreşleriyle, siestayla yönettiğini söyleyen diktatörün vaziyeti kiç değil de nedir? O şekilde idare edilecek kadar kişiliksizleşmiş olanın durumu da tabii ki kiç’tir. Fakat bu gibi programları hazırlayan ve uygulayan (toplum mühendisliği olarak tanımlanan şey) kimselerin hali ise, kendisine göre naif olduğu için kolayca idare edilebilene göre çok daha vahimdir.

Bir collesium (kolezyum) ne için inşa edilir? Toplumun en üst kesiminin statüsü ve psikolojik tatmini için ve onların himayesinde ölümüne gladiyatör dövüşlerinin yapılması için inşa edilmişlerse, nerede kiç arayacağız? Dövüşleri izlemek için oraya yığılmış ve dökülen kandan, kesilen koldan bacaktan, deşilen vücuttan, uçan kelleden, yere yığılan cesetten sadist bir keyif yaşayan ve bunu havalara zıplayıp bağırarak ifade eden ayak takımının hali kiç değil midir? Elbette ki kiç’tir. Peki, kendisi için ayrılan lüks locadan aşağıdaki boğuşmayı soğukkanlı bir edayla izleyen ve ölüm emrini aşağıya doğru çevrilmiş başparmak işaretiyle veren haminin vaziyeti için ne söylemeliyiz? O da kiç değil midir?

Giyotin, hangi kesim tarafından kullanılmış olursa olsun, ne farkeder? Kendisini her şeye el koyma, arzu ettiği her türlü cezayı ihdas etme yetkisinde gören hangi kesim olursa olsun, özü itibariyle aynı şeyi yapmıyor mu? Kullanılan şey giyotinse, birini diğerinden ayıran nedir? Ruhbanın ateşi ile giyotin aynı şeyi için değil miydi? Eli ayağı kan ve irin içinde bırakan pranga, kürek, zindan aynı şey için değil miydi?

Spartacus hiçbir sebep yokken mi ortaya çıktı, bir masal kahramanı mıydı?

Çarmıh’a geren mi kiç, gerilen mi?

Hangisi dejenere, hangisi sığ, hangisi uyumsuz, hangisi basit, hangisi kaba, hangisi niteliksiz, hangisi bayağı, hangisi hoyrat, hangisi kalitesiz, hangisi banal?..

Egemen olan her zaman egemenliği altına aldığı kesimi aşağılamış, hor görmüş, küçümsemiş, bayağı bulmuş ve bunu asırlar boyu (bu güne dek) ezberletmiştir. Kendisini elit, diğerini avam telkin etmiştir. Ezberden uzaklaşmak ve başka bir yerden bakabilmeyi başarmak hakikaten çok zordur. Başka bir yerden bakıldığında, avam için söyledikleri ne varsa üç aşağı beş yukarı onlarda da var. Üstelik mevcut koşulların hazırlayanları, düzenleyenleri onlar oldukları için, avamdan daha çok söylenecek söz onlar için dillendirebilir.

Derdimiz avam olanı temize çekmek değil, katiyen. Egemeni küçümsemek derdinde de değiliz, asla ve kat’a. Duygusal hezeyan içinde değiliz. Başka bir yerden bakmaya ve alışılagelen değerlendirmelerden daha geniş bir perspektiften meseleyi ele almaya çalışmaktayız. Şunun lehine, bunun aleyhine söz söylememiz, hele de böyle bir meselede, söz konusu bile olamaz. İlgili kavram (kiç) hangi bağlama işaret ediyorsa, biz de oraya bakıyoruz. Öyle bakınca, hiçbir kesimin özünde kiç’ten âri olamadığı sonucu çıkıyor. En tepeden en alta, bütün sosyal kesimlerin kiç hali adeta sırıtıyor.                   

Doğa

Doğayı bozup, onu kendi istemleri doğrultusunda dizayn etmeye matuf ne varsa, özünde kiç olduğu söylenmelidir. ‘Doğa’nın özü, dışarıdan müdahaleyi kabul etmez. O yüzden her müdahale kiç’tir. Bize özümsetilmiş estetik bilgi-görgü başka türlü düşünmemizi gerektirmez. Burada özellikle dikkat edilmesi gereken şey ‘öz’ kelimesi yahut kavramıdır. Şayet bir şeyin ‘öz’üne işaret etmişsek, meseleye oradan bakılmasını istemişizdir.

Her neye yaslanıyor olursa olsun, ürettiğimiz estetik kriterler, dayattığımız normlar, doğa (tabiat ana) söz konusu iken, hükümsüzdür. Altın oran, ritim, doku, şu bu, hiç fark etmez. Esin kaynağı doğa olsa veya hesap kitap doğaya dayandırılsa bile, doğadaki bir yüzeyi (ki benzersizdir) silip süpürüp kendi beğenimize uygun hale getirmişsek, özünde orayı berbat etmişiz demektir.

İmaj çağı

Bu gün artık imaj çağındayız.

Adı üzerinde; ‘İmaj’.

Özü itibariyle sahip olunmayan değerleri, anlamları yüklemeye, olduğundan fazlasını göstermeye çalışmanın sonu, yüzeysel, kof-boş ne kadar şey varsa, derin ve dolu; kalitesiz ne kadar şey varsa, kaliteli; kolay ne kadar şey varsa, zor; anlamsız ne kadar şey varsa, anlamlı; değersiz ne kadar şey varsa, değerli; gereksiz ne kadar şey varsa, gerekli; uyumsuz ne kadar şey varsa, uyumlu; dejenere ne kadar şey varsa, asil; yetersiz ne kadar şey varsa, tam; sahte ne kadar şey varsa, orijinal; rüküş ne kadar şey varsa, zevkli; kaba ne kadar şey varsa, zarif; sıradan ne kadar şey varsa, sıradışı; kişiliksiz ne kadar şey varsa, kişilikli olarak algılansın, kabul edilsin diye milyonca yöntem kullanılan bir zamanda yaşıyoruz.

Üretim-tüketim ilişkisi böyle yürüyor.

Yapısal vaziyet buna tekabül etmekte. Birey üzerinden zenginlik elde etmeye çalışan kadar, bireyin tutum ve davranışı da imaj oluşturmaya yöneliktir.  

Sosyal medyada nedeniyle bazı şeyleri daha çok görür olduk. Bu bizi yanıltmasın, eskiden de öyleydi. İnsan bu, nerede ve ne zamanda yaşıyor olursa olsun, kendisini olduğundan farklı, daha bilgili, daha hünerli, daha güçlü, daha iyi, daha varlıklı göstermeye çalışır.  

Var olabilmek için imaj oluşturmak yerine, üretmek gerektiği kavranmadığı sürece akıntıya karşı kürek çekmeye devam edilecektir. 

Oryantalist yaklaşım

Hayat, tuzaklarla doludur.

Gücünü, yeteneklerini kendi çıkarı için değil, başkaları için kullanan birey enderdir.      

Asil gibi görünen/gösterilen pek çok şey asaletten mahrumdur.

Yüzeye yansıyan şey fikir verir şüphesiz, ancak ona bakmak yetmeyeceği gibi çoğu kez yanlış sonuçlar üretilmesine bile neden olur, derine kök salmış şeylere, yani hakikate bakmak icap eder.

Oryantalistlerin sanat ortamına kattıkları görsel, yazılı ve diğer materyal, resmettikleri vaziyeti nereye koyar, kendilerini nereye koyar? Sadece Ortadoğu, Afrika, Asya’da değil, aynı şey Latin Amerika’da, Kanada, Avustrayla, Yeni Zelanda vb topraklarındaki yerli halklara bakışta da yaşandı. Geri halklar, ilkler topluluklar, eğitime ihtiyacı olan, ıslah edilmesi gereken, medeniyet götürülmesi zorunlu olan vahşi topluluklar olarak değerlendirdiler istilacılar, yağmacılar, barbarlar.

Onların sanatı da istilacıydı, yağmacıydı, barbardı özünde. Sanat alanı da onlara geri, ilkel topluluklar, eğitime ihtiyacı olan egzotik halklar olarak yaklaştı.

Oryantalist yaklaşımla yapılan sanat mı kiç, yoksa o sanatın konu olduğu halkların vaziyeti mi kiç?

Hangisi bayağı, sığ, uyumsuz, pespaye, kaba, niteliksiz, kişiliksiz?       

İnsanlık hali

Altını kalın çizgilerle çizerek bir kez daha söylemekte yarar var. Naif olanı ayrı düşünmeli. Çünkü o dünyayı, hayatı henüz hiç tanımayan küçük çocuk gibidir. Bir nebze öğretilmiş olsa bile, henüz tam anlamıyla sindirememiş olabileceği dikkate alınmalı. Onun yanlışları, kusurları bilmemekten ve tam anlamıyla sindirememiş olmaktan kaynaklanır. Uyanık değildir, farkında değildir. Şayet öğrenmiş ve de öğrendiğini sindirmiş olsa, kolayca manipüle edilemezdi, dolayısıyla sürü metaforunu kullanmaya ihtiyaç kalmazdı.

Asıl bakılacak yer, her şeyin fazlasıyla bilincinde olan ve bütün varlıkları kendi menfaati için kullanan güçle, her şeyin farkında ve bilincinde olarak küçük menfaatler için o gücün çarkını çevirmekte birinci derecede rol alandır.

Mesele kiç ise, üzerinde durulması gereken böylesi bir insanlık halidir.

Gelinen noktada artık neredeyse herkes her şeyle yarışıyor. Her şey diğerini (başkasını) yenmek, alt etmek üzerine kurulu. Yarışmak, dövüşmek ve en büyük payı kapmak ya da hepsini almak, kimseye bir şey vermemek istemi neden bu kadar harlı?

Sadece genetik kodlar mı buna zorluyor, yoksa bunu teşvik eden yüzlerce başka argüman mı var?

Her ne sebeptense, bir yarıştır gidiyor.

İnsanlık ve “Kiç”

Her şeye karşın insanlık hep bir adım daha ileriye taşınıyor ve kazanımlar artıyor (gibi görünüyor). Her yeni adımda biraz daha demokratik, biraz daha iyileşmiş bir düzleme geçiliyormuş izlenimi doğuyor. Yoksa öyle bir yanılsama mı yaşanıyor? Temenni edelim, önceki dönem mumla aranır hale gelmesin.

Kaçınılmaz olarak hayata geçecek bir süreç var ve bu süreç olumlu sonuçlar doğurursa (iyimserlerin beklentisi), herkes payına düşen iyi şeyleri alacak ve mutlu olacaktır, olumsuz sonuçlar doğurursa (kötümserlerin öngörüsü), herkes payına düşen sıkıntıyı yaşayacak ve mutsuz olacaktır.

Bir devrin kapanıp başka bir devrin açılması süreçlerinde hep büyük çalkantılar yaşanır. Fakat o süreç aşıldıktan sonra stabil bir evreye geçilir ve taşlar yerine oturmaya başlar.

Bu gün de insanlık sonbahar iklimi yaşıyor gibi. Eğer şimdiki zamanın sonbahara delalet ettiği kanaati hasıl olmuşsa, önümüzde kış var demektir. Ardından karakış yaşanır. Sonra yeni bir bahar, belki. 

Dünya nüfusunun sekiz milyara dayandığı bir zamandayız ve yeni bir insanlık evresinin ayak sesleri net şekilde duyuluyor. Sonraki insanlık evresinde asıl büyük sosyal farkın iktisadi hayat nedeniyle değil, yaşam süresinde (ömürde) ortaya çıkacağı entelejansiya tarafından öngörülüyor.

Gelecekteki insanın kiç vaziyeti şimdiden belli.

Sözün özü: İnsan var, doğal olarak kiç de var.

İlk gençlik yıllarında amatör olarak uzun süre resim ve karikatür yaptı, edebiyat dünyasına yakın durdu. Üniversite sonrası amatör olarak Halk Müziği ve Kültürü konusuna eğildi. 90’lı yılların başlarında amatör olarak fotografa başladı.
Resmi ve Özel Kurum ve Kuruluşlarda Temel Fotoğraf Eğitimi Seminerleri ve İleri Düzey Fotograf Seminerleri verdi, Atölyeler gerçekleştirdi. Basılı ve sanal ortamda Felsefe, Yazın ve Fotograf dergilerinde fotografa ve sinemaya dair yazıları yayınlandı.
Sinemaya, edebiyata, müziğe, fotografa ilişkin okumalarını sürdürmekte, çeşitli metinler kaleme almakta, denemeler ve/ya eleştirel denemelerle yazı serüveni devam etmektedir.
Ulusal ve uluslararası fotograf yarışmalarında jüri üyesi oldu, çeşitli platformlarda gösteriler ve söyleşiler gerçekleştirdi, panelist oldu, çalıştaylarda bildiri sundu.
Fotografın farklı kulvarlarındaki usta fotografçılarla bir dizi söyleşi/röportaj gerçekleştirmek suretiyle onların yaşam öykülerini, fotograf serüvenlerini, duygu ve düşünce dünyalarını kitaplaştırıp sonraki kuşaklara aktarmaya çalıştı.
Kitapları:
“Fotograf Sanatı Üzerine” 4 cilt.
“Fotoğraf Ustaları” 10 cilt
“Işıkla Resmedenler” 16 cilt
“Handan Tunç ile Sanat (Özelde Fotograf) Üzerine Söyleşi
“Kan Çiçekleri” (Ressam Hikmet Çetinkaya’nın otobiyografisi)
“Sicim” (Ressam Ahmet Yeşil’in biyografisi)
“Bir Lisan-ı Münasip Foto-Graf”
“Dikensiz Kirpi” (Eleştirel Deneme)
“Köhne Bahar” (Roman)
“Demir Çıra” (Öykü)
“Kırık Köşe Taşları” (Öykü)

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son yazılar: Fotoğraf

Bir Zamanlar Anadolu’da…

Fotoğrafçının Doğuşu Bir zamanlar gençtik. Nedensiz bir evrensellik peşindeydik. Batı ne yapıyorsa biz de onu yapmak…

Oedipus Kompleksi ve Fotoğraf

Okuyucu, edebi bir metinde anlatılanları kendi bilgisi, düşünce ve hayal dünyası, kültürü ve çevresel şartları içinde…

Vietnam’dan Portreler

Hanoi’den Sapa’ya Geçen yaz Başkent Hanoi’den Sapa’ya kadar Vietnam’ın kuzeyine yaptığımız yolculuk fotoğraf açısından tam bir…