Kitsch (Kiç): Hayatın Ta Kendisi

/

Hayatın Ta Kendisi

İmdi, yeni zengin tüccar ve sanayici burjuva sınıfı kısa süreliğine bir kenara bırakalım ve aristokrat (soylu) sınıfın yaklaşımına, tavrına, mentalitesine göz atalım. Bütün toprakları kendi mülkiyetine alıp başka insanları, geniş yığınları o topraklarda karın tokluğuna, yalın ayak baldırı çıplak çalıştırmanın neresinde zarafet/incelik var? Köleyi meşru bir hak saymanın, mülkiyeti dahilindeki bir nesne olarak tarif etmenin asaletle bağdaşır tarafı var mı? Kendi görkemlerini tamamlayabilmek amacıyla güzel giyindirmiş olsalar bile, evlerinde veya kapılarının eşiğinde gece-gündüz hazır ve nazır beklemek, kul-köle gibi çalışmak durumunda kalan (mirası devraldığı atası köleyi meşru bir hak olarak görüyordu zaten ve ne yazık ki kölelik gayrı meşru görüldüğü dönemler bile devam etti) ve insafsızca azarlanıp aşağılanan insanlar göz önüne alındığında, hangi derinlikten söz edilebilir? Adalet mekanizmasını (yargı gücünü) elinde tutup, olmadık haller için insafsızca ağır cezalar (kürek, idam, zindan) vermenin neresi dejenere (soysuz) değil de, soylu?

Kiç, sadece bir sanat materyali üzerinden anlatılabilecek kadar basit bir kavram olsaydı, bu metni kaleme almamıza gerek kalmazdı. Çünkü ona dair ne varsa, fazlasıyla söylendi. Bundan ötürü bizim söyleyeceklerimiz tekrardan ibaret olurdu. Her sanatın da (eğer hakikaten sanat yapıtı ise), özünde bir duygu-düşünce halinin ifadesi olduğunu hatırlatmak isteriz. İnsanın zihinsel etkinliklerinin sonucu olduğunu, o yüzden hayatın diğer alanlarıyla doğrudan ve/ya dolaylı bağı bulunduğunu söylemeye bile gerek yok.

Sanat eseri bir kesim için sadece gösteri nesnesi, ihtişamın tescili ve başkalarında kıskançlık hissinin oluşmasını sağlayabilen bir görüntü ise (ustanın imzası ve yüksek maddi değeri nedeniyle), yani bu amaçlara hizmet etmek üzere mülkiyete katılmış ise, orada derinlikten, incelikten, nitelikten vs söz edilebilir mi? Eserin kendisinde bu nitelikler kuşkusuz vardır. Ancak eser mülkiyete dahil edilirken ondan beklenen yarar, sözünü ettiğimiz sosyo-kültürel ve/ya psikolojik bağ üzereyse, başka ne söyleyeceğiz? Bu yaklaşımda bir pespayelik yok mu? Bu tavır sığ değil mi?

Madem cümle içinde ‘mülkiyet’ kavramı geçti, ona ilişkin başka (aykırı görünen) görüşlere değinelim. Örneğin Marksistler (Komünistler) için mülkiyet kiç’tir. Üstelik böyle düşünen sadece Marksistler de değil. Bütün varlığın Tanrı’ya (İslam inancı bağlamında Allah’a) ait olduğunu, insanın mülkiyetinin olamayacağını savunanlar var. Birbiriyle neredeyse tamamen zıt kulvarda olmalarına mukabil, böyle bir meselede aynı görüşü paylaşan insanlar için kuşku yok ki, mülkiyet fikri kiç’tir.        

Kiç, özünde hayatın ta kendisidir.

Doğadan bakmayı deneyelim. Dağ, nehir, göl, dere tepe ve çalı çırpı diye tanımlanan bodur ağaçlıklar, binbir çeşit ot ve yüzlerce tür böcek, sürüngen, kuş, memeli vs yaşarken estetik olmayan herhangi bir şey mi vardı? İnsan türü onu estetik bulmamış olmalı ki çevreyi kendi arzuları, kendi estetik normları doğrultusunda düzenledi. Karşımıza görkemli bir peyzaj çıktı. Bizi etkiledi, baskı altına aldı, gözlerimiz yuvalarından fırladı. Bu şatafatlı vaziyet insan eliyle inşa edildikten sonra, orada geriye kaç çeşit böcek, ot, ağaç vs kaldığını hiç düşünmedik.

İnsanın müdahalesinden önceki vaziyet görkemli değil miydi?

İşin aslı şu ki, türlerin sayısı ve yaşamının kolaylığı bağlamında önceki vaziyet çok daha görkemliydi, ama biz farkedecek durumda değildik (hâlâ da değiliz).

Kapitalizme geçişle birlikte burjuva sınıf ve onun çevresinde yer alan yüksek ücretli kimseler, küçük tüccarlar sanat nesnesi alır hale geldiler. Böylece o güne dek sanat ortamında tutunamamış olanların yapıp etmeleri de pazar buldu. Ucuz eserlerdi. Diğerleri kadar derinliği de yoktu (belki). Büyük bir olasılıkla onlar da aksesuar yahut duvar süsü olarak alınmaktaydı. Malikânelerinin duvarlarına asılan pahalı ve derinlikli eserler, eser niteliği nedeniyle mi, duvar süsü olarak mı, yani aksesuar olarak mı alınmışlardı? Bu sorunun sorulması gerek. Kısmen eser niteliği nedeniyle alınmış olsalar bile, kısmen ihtişamı süsleyen, parlatan aksesuarlar olarak (vitrin olarak) görüldüklerine kuşku yok. Yeni dönemin beyaz yakalıları da kısmen eser niteliği nedeniyle, kısmen vitrin yapabilmek için aldılar tabii ki.

Arada bir fark var mı?

Yaklaşım aynı. Asıl fark, fiyat (paha). Diğer fark da şu: Biri üstad-ı azamın imzasını taşıyorken, diğeri sıradan gibi görünen biri tarafından yapılmıştı.

Üst sınıfların esas aldığı normlar, yani alışılagelen beğeni kriterleri vardı. Silsile yoluyla tarihten gelen kriterlerdi. Foto-grafta dahi bu güne ulaşan ve hâlâ içinden çıkamadığımız, aşmayı başaramadığımız kriterlerin kökeni de orasıdır. Sıradan olduğu varsayılan sanat insanlarının da dikkate aldığı kriterlerdi. Mamafih onların kayda değer bir birikimleri (kabul etmek gerekir ki) yoktu. Sıradan olduğu varsayılan sanat nesnesini alan beyaz yakalının birikimi de yeterli değildi. Öyle olması da çok doğaldı. Çünkü biri halk danslarıyla (folklorik kültür ürünüyle) eğlenirken, diğeri bale izliyor, vals yapıyordu. Biri opera ve klasik müzik dinlerken, diğeri halk şarkıları dinliyordu. Yaşam koşulları da, kültür de birbirinden çok uzaktaydı.

Tam da bu noktada önemli bir soru beliriyor: Aristokrat çevre ve ona yakın burjuva çevrenin, üstad-ı azamın ve eli kalem tutanın kiç tesbitini veya yorumunu esas almaktayız. Neden?  

Foto-graf “kiç” midir?

Dikkat çekici bir şey varsa, o da hiçbir kesimin foto-grafı kiç olarak görmemesi, değerlendirmemesidir. Halbuki en ucuz olan, yüzeysel ve sıradan olan (foto-grafla inşa edilen tarihe geçmiş önemli eserleri kastetmiyoruz, foto-graf piyasasından, yani rutin foto-grafik üretimden söz ediyoruz), her kesimden insanın sahip olabildiği bu bağlamdaki yegâne nesne foto-graftı. Fazla emek gerektirmiyordu. Birkaç dakika içinde bitirilip teslim edilebiliyordu. Çok önemli bir zihinsel arka plan gerektirmiyor, büyük içeriklere ihtiyaç duymuyordu. Renkli bile değildi. Üstelik çoğaltılabiliyordu. Foto-grafçı da katiyen üstad-ı azam değildi. Daha ne kadar sıradan olabilirdi ki?

Peki, neden foto-graf kiç olarak görülmedi?

Aristokrat, burjuva, üstad-ı azam, herkes sihirli kutunun cazibesine dayanamadığı, objektifin karşısına geçme arzusuna engel olamadığı için mi foto-grafa ayrıcalık tanındı?

Yahu ama foto-graf bir zanaat idi” diyenleri duyar gibiyiz.

Bu itiraza şöyle bir soru ile karşılık verdiğimizde, tatminkâr yanıt olur kanaatindeyiz: Foto-graf öncesi, foto-graf teknolojisinin hayata girdiği süreçte ve sonrasında kiç örneği olduğu söylenen resim, yontu vs ne varsa, büyük üstadların imzasını taşımadığı, zanaat erbabı olarak görülen kimselerin elinden çıktığı ve bundan ötürü de ucuz olduğu, basit görüldüğü, sıradan sayıldığı (‘avam’a yakıştırıldığı) için, (meseleyi bu şekilde ele alanlar nezdinde) kiç değil miydi? Şayet o kiç’se, foto-graf dünden kiç’tir.

Böyle bakıldığında bile ortaya çıkan soru, ciddi bir paradoksa yol açar.

Tartışılagelen, konuşulagelen, yazılagelen bir mesele olduğu için, fazla söze ihtiyaç olmadığı izlenimi doğurur. Neredeyse her şey söylendiği için, ilgili kaynakları açıp okumak suretiyle bilgi dağarcığımıza birkaç bilgi daha aktarmakla yetiniriz. İlave olarak çeşitli eserlerden hangisinin kiç olduğu-olmadığı konusunda tartışmalar yürütürüz. Belki biraz daha ileriye giderek, kiç başlığıyla bir sergi hazırlamak üzere yeni bir foto-graf çalışması yaparız.

Ancak düşün alanı, sorgular. Hazır bilgiyi de sorgular. Her meseleyi, birbirinden giderek daha incelen onlarca elekten geçirir ve kaptan kaba aktarır. Felsefi, sosyolojik, politik, psikolojik bir argümana yaslanacak olan eser de böyle oluşur zaten.

Sanat insanı, fikir (düşün) alanının yabancısı değildir.

Sergi

Hazır, ‘sergi’ sözcüğünü telaffuz etmişken, basit bir foto-graf sergisi örneğiyle kiç konuşalım.

Çeşitli geometrik formlardan (daireler, yarım daireler, üçgenler, beşgenler, diktörtgenler, kareler vs) oluşan görüntüler, ters ışık (karşı ışık) koşullarında kaydedilmiş silüetler, birbirini izleyen veya tekrar eden ritmik yapı, altın oran, perspektif, leke değeri, derinlik vb foto-grafta pek makbül görülen genel geçer plastik/estetik bilgiye uygun foto-graflardan oluşan bir sergi (kuşkusuz çok da beğenilecektir) yapmak istediğimizi varsayalım. Bunun için, yüksek gerilim hatlarını ve diğer elektrik direklerini konu olarak seçtiğimizi düşünelim. Şayet usta isek, geleneksel estetik bilgi-beğeni kriterleri bağlamında harikulade olduğu söylenebilecek foto-graflardan oluşan bir sergi yapmamak için hiçbir neden yok.

Böyle bir sergiye bir tane de içinde yapay (insan eliyle yapılmış) hiçbir şeyin bulunmadığı başka bir foto-graf koyalım. Fakat bu foto-grafın ışığı bir miktar patlamış olsun, o yüzden de renkler-tonlar iyi olmasın, altın oran bilgisi gözetilmemiş olsun, ufuk çizgisi biraz eğri olsun, arzu edilen düzeyde netlik bulunmasın, kısacası bildiğimiz estetik bilgiyle değerlendirildiğinde acemi işi olduğu düşünülsün.

Yaptığımız sergideki bütün o usta işi foto-grafların içine bunu da dahil ettiğimiz takdirde, ne söylenir, nasıl yorumlanır?

‘Bu güzel foto-grafların arasında bunun ne işi var?’ mırıltısını duyar gibiyiz. 

Muhtemelen ‘kiç’ den söz edilir.

Peki, hangisi kiç?

Acemi işi olan tek foto-graf mı, yoksa usta işi olan diğer foto-graflar mı kiç?

Halbuki genel geçer estetik bilgiyle ele alıp değerlendirmesek, doğa bağlamında meseleye bakabilsek, (örneğin, böceğe, çiçeğe, taşa, toprağa, dereye, tepeye, ağaca, kuşa sorabilsek) toprağın yüzeyinde inşa edilmiş elektrik direkleri için kiç kavramını rahatlıkla kullanabiliriz. Böyle ele alındıkları takdirde foto-graflar da doğadaki kiç’i gözler önüne seren bir sanatsal etkinlik olarak değer bulurlar. Ancak hiç öyle olmadı, olmaz da. Aksine, öylesi görüntülere çok büyük estetik değer atfedilir.

Verili duruma bir de tersinden bakmayı denemeli.

Tersinden bakabilmeyi başardığımızda bambaşka bir durumla karşılaşabiliriz. Statü, güç ve ihtişam göstergesi olarak, tabii ki psikolojik tatmin nedeniyle inşa edilen ve eşsiz olduğu düşünülen mimari örnekler ve onların çevresinde göz okşayan insan düzenlemesi peyzaj neden kiç değil? Ziyadesiyle rahatsız fakat pek süslü, cafcaflı kılık kıyafet neden kiç değil? Doğallıktan büsbütün uzaklaşmış, sadece sınıf farklılığını pekiştirmek üzere tasarlanmış görgü kuralları, tavır ve davranış modelleri, üst kültür ve hatta ‘soylu’luğun bizatihi kendisi neden kiç değil?

Neden bir kısım insan soylu da, diğerleri soylu değil?

Bir kısım insan elit, bir kısım insan avam. Neden?

Yeniden ve başka türlü, başka bir yerden bakarak, daha geniş bir perspektiften ele alarak düşünmeyi denemeli.

Soru şu: İnsanın doğadan uzaklaşmış olması mı, yoksa doğayla bütünleşmiş olması mı kiç?

Daha düne kadar dünyanın pek çok yerinde doğayla bütünleşmiş yerli halklar yaşıyordu. Dünyanın başka yerlerinden oralara gidenler (kolonyalistler), onları ilkel-basit telakki ettiler, oralara medeniyet götürmek istediklerini söylediler. Götürdüler de. Yerli halklar yerlerinden yurtlarından sürüldü, açlığa mahkûm edildi, katledildi, köleleştirildi. Bütün bunlar, (genel geçer bilgilerimizle ele alındığında) gayet medeni, kibar, görgülü, bilgili, entelektüel insanın istemleri ve talimatlarıyla yapıldı. Kiç olan hangisi? 

Kavramlar, belli bir yerden (kendinden önceki veya üzerine inşa edildiği bilginin üretildiği yerden) bakılarak üretilir. Kavramlara aşina olan ve çeşitli meselelere kafa yoranların da aynı yerden bakarak düşünmeleri yadırganmamalı. Öyle olması çok doğaldır. Fakat aynı yerden bakmaksızın hayatı ve olup bitenleri anlamlandırmak, yorumlamak konusunda kısıtlayıcı hiçbir şey bulunmadığı da utulmamalı.

Görünüm mü, arka plan mı?

Görülen ve/ya gösterilen mi, yoksa göremediklerimiz mi?

Anahtar kelime: Hakikat.

Her şey öncelikle zihinde olup biter.

Zincire vurulup köleleştirilmiş kaba görünümlü, çıplak ayaklı, okur-yazar bile olmayan insan ile zincire vurma emrini veren şık giyimli, görgülü, bilgili, zarif insanı; Engizisyonu kuran, cadı avını başlatan ile ateşlerde yakılan, zindanlarda çürütülen insanı aynı anda düşünmek gerek. Hangisi insana, hayvana, bitkiye daha temiz duygularla, daha müşfik yaklaşmaktadır?

Aslolan düşüncedeki güzellik, zarafet ve iyiliktir;  bu da hayata yansır.

Sığ, kaba, bayağı gibi kelimeler burada lazımdır.

Gözden kaçırılmaması gereken bir başka önemli şey de maddi değerdir. Esasında ‘paha’ bir numaralı yere oturtulur. Fiyat, yani ucuz ya da pahalı oluş, özünde belirleyicidir. Bu değeri atfedenler de, ona sahip olanlardır, varsıllardır.

Çevresinde yıkık dökük kulübelerde zar zor yaşam sürdüren yığınla insan varken, şato kiç değil midir? Şatodan bakarsanız, o yıkık dökük kulübelerin kiç olduğunu söylersiniz, çünkü oradan öyle görünür. Şatoda oturanın göz zevkini bozan çirkin görüntülerdir onlar, temizlenmeleri gerekir. Buraya kadar tamam. Bir de derme çatma kulübeden şatoya bakmayı deneyin. Oradan bakınca ne görünüyor?

İyisi, ne oradan, ne de diğer taraftan bakılmamasıdır. Ortada bir yerde durup bakmak kanaatimizce en doğrusudur. Orta yerde durup bakıldığında, altın kaplama klozet kiç görünmüyor mu? Altın ve gümüş kaplama yemek takımları, servet değerindeki porselenler, mobilyalar, büyük ziyafetler, eğlenceler vs kiç görünmüyor mu? Öte yandan, basit bir tahta kaşık yapıp onunla yemek yiyebilecekken, elleriyle yemek; etrafta bolca su kaynağı varken, pis-pasaklı bir ortamda yaşamak kiç değil midir?  

Kiç kavramının temelinde hayatın ta kendisi var.

Kuşaktan kuşağa aktarılarak feodal döneme kadar gelen bütün birikim Endüstri Devrimi sonrasında alt üst oldu, bozuldu, iğreti durmaya başladı ve terk edilmeye yüz tuttu.

Birkaç yüzyıla yayılan bu süreçte, üst-alt kültür çatışmasının yaşanması kaçınılmazdı. Yaşandı da. Bir taraf diğer tarafın her halini küçümsüyor, aşağılıyor, hor görüyordu. Elbette ki bu hal sanat alanına da yansıyordu. Çünkü sanat, hayattan ayrı değildir. Sanat alanındaki hor görme, küçümseme, dejenere sayma, yüzeysel ve değersiz kabul etme, kaba görme vb hayatın diğer alanlarından asla ayrı olmadı. Egemenliği ele geçirmekte olan sınıfın ve onun çeperinde gelişen alt sınıfların kültürü aşağılanıyordu, kaba bulunuyordu, dejenere sayılıyordu. Yukarıdan bakıldığında, kaçınılmaz olarak öyle görünür. Bunu yadırgamak yerine, empati yaparak ya da başka yolla oradan bakışı kavramaya çalışmak gerekir.

O güne kadar sıkı sıkıya sarıldıkları kültürel üst normlar, yeni kültürel normlar tarafından sıkıştırılmış, aşındırılmıştı. Eleştiri, tartışma veya kavga da bundan, yani hayatın kendisinden çıktı. Kapitalizm kendi değerlerini dayattı, modernleşme süreci hız kazandı ve doğal olarak başka bir evreye geçildi. Fakat bu kavram etrafındaki tartışmalar son bulmadı. Çünkü kapitalist süreçte kiç söylemini güçlü kılacak binbir türlü veri üredi, çoğaldı ve üst üste yığılmaya devam etti.    

Değişen fazla bir şey yok aslında. Yeni zengin sınıf devraldığı egemenliği, kendisi için makbul saydığı kültür ögeleriyle birlikte devraldı. Yeni bir değerler sistemi, yeni bir kültür inşa edildi elbette ki. Fakat bu özünde, kendinden öncekinin bıraktığı mirasın üzerine kuruldu.

Bir şeyler değişmiş gibi görünse de, mentalite aynıdır.

Yeni bir egemen üst sınıf vardır, süreç onu alt sosyal kesimlerden uzağa konumlandırmıştır.

Ötekinin kültürünü hor görme eğilimi de o andan itibaren güç kazanmıştır.

Sorular sorular…

Basit birkaç soruyla devam edelim.

Teneke mahalleler kiç midir?

Ya gökdelenler?

Dikenli tel nedir?

Ezberlenmiş bütün estetik bilgiler ışığında değerlendirildiğinde müthiş bir tasarım (adeta bir sanat eseri) olduğu söylenebilecek bir silah kiç midir, değil midir?

Altın, gümüş ve sedef kaplama kın içinde duran, verili durum nazarında muazzam bir estetiğe sahip olan bir kılıç kiç midir, değil midir?

Ducamp’ın çeşmesi (pisuvarı), bisiklet tekeri ve diğer hazır yapımları ne anlatır?

Jeff Koons ne yaptı, ne söyledi?

Düşünme etkinliğimizi güçlendirmek ve ufkumuzun sınırlarını zorlamak için böyle soruların sayısını çoğaltmakta yarar var.

Dijital Devrim

Yaşadığımız döneme bakmadan böyle bir meseleyi noktalamak, sözü yarım bırakmak anlamına gelir. Post-modern zamanda, hatta post-postmodern zamanda vaziyet daha karmaşıkmış gibi görünse de, özünde aynıdır. Değişen fazla bir şey yok. Dün üretim araçlarının mülkiyeti aristokrasiden burjuvaziye geçmişti, bu gün (ya da yarın) üretim araçlarının mülkiyeti burjuvaziden başka bir sınıfa (muhtemelen küçük burjuvaya) geçecektir. Şimdinin büyük sermaye sahiplerine bakmak epey bir şeyin anlaşılmasını sağlayabilir.

Endüstri Devrimine benzer şekilde, Dijital Devrim gerçekleşti.

Dijital Devrim koşullarında küçük burjuva elitler hareketli, canlı idiler (konjonktür uygundu) ve tabii ki kazançlı çıktılar. Hızla sermaye oluşturdular, büyüdüler ve egemenliğe aday hale geldiler. Yine de tek başına asla değil. Aynen geçmiş zamanda bir kısım aristokrat nasıl yeni duruma uyum sağladı ve ipleri eline aldıysa, bu gün de tabii olarak benzer şeyler olmuştur muhtemelen (bize uzak olduğu için net bir yargıda bulunamayız) ve bir kısım büyük burjuva ile bir kısım küçük burjuva ortaklaşmıştır. Belki ipleri büyük burjuva (esasen kökleri tarihin derinliklerinden gelen egemen aristokrasi) elinde tutuyordur. Lakin üretim araçlarının mülkiyetinde yeni bir ortak ve/ya egemen güç (küçük burjuva sınıf) vardır artık.

Öte yandan Dijital Devrimin adeta bir ara istasyon olma işlevi görecek nitelikte küçük bir teknolojik ilerlemeden veya sıçramadan ibaret olduğu, asıl büyük teknolojik devrimin (sıçramanın) daha ileri bir aşamada yaşanabileceği akla gelmiyor değil.

Fakat her hal ve kârda çağ değişiyor.

Yeni bir çağın eşiğindeyiz.

Görünen o ki, Modernizm tarihe karışmak üzere. 

Başka bir Rönesans mı yaşanacak?

Yeni bir Aydınlanma mı kapıda?

İnsanı esas alan, üst canlı veya ilah konumuna taşıyan Hümanizm’in yerini ne dolduracak, asırlar boyu hüküm süren bu fikri ve/ya yaklaşımı hangi yeni fikir ve/ya yaklaşım ikame edecek?

Kapitalizm sona mı erecek, yoksa çok daha güçlü yeni bir hükümranlık sürecine mi girecek?

Geleceği öngörebilmek hiç kolay değil.

Yeni zamanda beyaz yakalı olarak tarif edilen kesimin, küçük burjuva sınıfın baskın çoğunluğu sınıfsal konum itibariyle aşağıya doğru itilse de, bu elitlerin küçük bir kısmı sınıfsal konum itibariyle yukarıya doğru çıkmaktadır. Üstelik maddi güçleri kadar kültürel olarak da ağırlıklarını hissettirmişlerdir.  

Çalkantılı geçiş süreçlerinde tarih tekerrür eder niteliktedir.

‘Görgüsüzlük’ meselesinden yola çıkıp, bu yakıştırmayı kapsayan ne varsa esas alarak söyleyelim; aristokrasi karşısında burjuvanın durumu ile burjuva karşısında küçük burjuvanın durumu aynıdır.

Ne ki hiçbir geçiş süreci sancısız, rahat, sükûn içinde gerçekleşmediği gibi, beklentinin tersine, sonrası da genellikle fırtınalı olmuştur. Feodal dönem geride bırakılıp kapitalist döneme geçildikten sonra insan evladı büyük bedeller ödedi. Biri nükleer savaş olmak üzere, iki büyük savaş yaşandı. Üstelik entelejansiyanın bir bölümü Soğuk Savaş dönemini de Üçüncü Dünya Savaşı olarak nitelemektedir.

İnsanlığın gelip dayandığı bu yeni süreç de, bütün işaretlerinden belli ki sancısız, rahat ve sükûn içinde geçmeyecek. Modern dönemden memnun görünmeyen kesimlerin, bu dönemin kapanmasından ve sonrasında inşa edilecek yeni dönemden yüksek beklentileri olduğu muhakkaktır. Bu kez de sükût-u hayal yaşanır mı, beklentinin tersine, insan evladına karşılama töreni hazırlayan büyük trajediler var mı?

Bilmek kolay değil.

İlk gençlik yıllarında amatör olarak uzun süre resim ve karikatür yaptı, edebiyat dünyasına yakın durdu. Üniversite sonrası amatör olarak Halk Müziği ve Kültürü konusuna eğildi. 90’lı yılların başlarında amatör olarak fotografa başladı.
Resmi ve Özel Kurum ve Kuruluşlarda Temel Fotoğraf Eğitimi Seminerleri ve İleri Düzey Fotograf Seminerleri verdi, Atölyeler gerçekleştirdi. Basılı ve sanal ortamda Felsefe, Yazın ve Fotograf dergilerinde fotografa ve sinemaya dair yazıları yayınlandı.
Sinemaya, edebiyata, müziğe, fotografa ilişkin okumalarını sürdürmekte, çeşitli metinler kaleme almakta, denemeler ve/ya eleştirel denemelerle yazı serüveni devam etmektedir.
Ulusal ve uluslararası fotograf yarışmalarında jüri üyesi oldu, çeşitli platformlarda gösteriler ve söyleşiler gerçekleştirdi, panelist oldu, çalıştaylarda bildiri sundu.
Fotografın farklı kulvarlarındaki usta fotografçılarla bir dizi söyleşi/röportaj gerçekleştirmek suretiyle onların yaşam öykülerini, fotograf serüvenlerini, duygu ve düşünce dünyalarını kitaplaştırıp sonraki kuşaklara aktarmaya çalıştı.
Kitapları:
“Fotograf Sanatı Üzerine” 4 cilt.
“Fotoğraf Ustaları” 10 cilt
“Işıkla Resmedenler” 16 cilt
“Handan Tunç ile Sanat (Özelde Fotograf) Üzerine Söyleşi
“Kan Çiçekleri” (Ressam Hikmet Çetinkaya’nın otobiyografisi)
“Sicim” (Ressam Ahmet Yeşil’in biyografisi)
“Bir Lisan-ı Münasip Foto-Graf”
“Dikensiz Kirpi” (Eleştirel Deneme)
“Köhne Bahar” (Roman)
“Demir Çıra” (Öykü)
“Kırık Köşe Taşları” (Öykü)

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son yazılar: Fotoğraf

Bir Zamanlar Anadolu’da…

Fotoğrafçının Doğuşu Bir zamanlar gençtik. Nedensiz bir evrensellik peşindeydik. Batı ne yapıyorsa biz de onu yapmak…

Oedipus Kompleksi ve Fotoğraf

Okuyucu, edebi bir metinde anlatılanları kendi bilgisi, düşünce ve hayal dünyası, kültürü ve çevresel şartları içinde…

Vietnam’dan Portreler

Hanoi’den Sapa’ya Geçen yaz Başkent Hanoi’den Sapa’ya kadar Vietnam’ın kuzeyine yaptığımız yolculuk fotoğraf açısından tam bir…