Benim gibi çocukluğunda ilk kez tek kanallı siyah-beyaz televizyonla tanışan kuşaktan olanların bildiği üzere cumartesi akşamları yabancı sinema kuşağı vardı. Bu kuşakta sinema tarihinin seçme filmlerinden örnekler gösterilirdi. Sonradan güzel sanatlar fakültesinin sinema televizyon bölümünde okurken bu filmlerin bir kısmının ”Film Noir” ya da ”Kara Sinema” diye adlandırıldığını öğrendim.
Kara Sinema ya da Film Noir terimi 1946’da Fransız eleştirmenler tarafından 1940’lı yılların ortalarında Amerikan sinemasında popülerlik kazanma tarzını belirtmek için kullanılmıştır.
Bu filmlerde yer alan takım elbiseli, saçları briyantinli, fötr şapkalı gangsterlerin 1945 model arabalarla fink attığı, genellikle aksiyonun gerçekleştiği salaş, loş ışıklı mekanlarda görsel stil olarak karamsar ve kötümser yapının egemen olduğu söylenebilir.
Kara Sinema genel anlamda şantaj, rüşvet ve cinayetleriyle 1930’lu -40’lı yılların modern kentlerinin kaosunu gözler önüne serer.
Sinema tarihçileri Kara Sinema’nın çıkış noktasının dışavurumcu Alman sineması olduğunu işaret ederler. Özellikle 1919 yılında çekilen Robert Wiene’nin Dr. Caligari’nin Muayenehanesi ve Fritz Lang’ın Dr. Mabuse, Kumarbaz gibi filmleri buna örnektir. Fritz Lang daha sonra Hollywood’a giderek birkaç başyapıta imza atacaktır.
Bu yazımda Kara Sinema‘nın klasik dönemi olan 1941-58 arasının ruhuna değinmek istiyorum.
Çıkış noktası Amerika’da 1929 Ekonomik Buhranı ve sonrasında 2. Dünya Savaşı’nın soğuk ve kasvetli ortamına dayanan bu dönemin endişe, şüphe ve güvensiz ruh halini derinden yansıtan klasik noirın fetiş filmi John Huston’un yönettiği Maltese Falcon (1941)- Malta Şahini’dir. Bu film karanlık, yağmurlu caddelerde yürürken sokak lambalarının altında son sigarasının dumanını üfleyen Humphrey Bogart’da vücut bulur.
Sistem yozlaşmıştır. Bogart’ın canlandırdığı Dedektif Sam bu kötü dünyada özgüveni yüksek, zeki, kurnaz ve gerektiğinde şiddete başvurmaktan çekinmeyen dürüst bir kahramandır.
Özellikle bu filmlerde gördüğümüz karanlık gölgeler ve farklı kamera açıları Kara Sinema’nın biçimsel özelliklerini ortaya koyması açısından önemlidir.
Kara Sinema’nın edebi kaynakları arasında Raymond Chandler, Dashiell Hammet, W. R. Burnett ve James Mallahan Cain’in dedektif romanları önemli yer tutar. Bu romanlarda karakterler genellikle aşırı dengesiz ve sorunlu kişilerdir. Güçsüz ve yalnız bir erkeğin hayatına girdiğinde onu baştan çıkaran ve hayatını altüst eden tehlikeli, kötü kadın karakter – Femme Fatale- de Kara Sinema‘nın vazgeçilmez öğelerindendir. Saydığımız yazarların romanlarından uyarlanan filmlere bakarsak; Murder, My Sweet, Mildred Pierce, Blue Dahlia, The Postman Always Rings Twice ve The Asphalt Jungle gibi başyapıtları sayabiliriz.
Klasik dönemin diğer başarılı Kara Filmleri arasında Alfred Hitchock’un Suspicion (1941), Orson Welles’in Journey Into Fear (1943), Billy Wilder’in Double Indemnity (1944) sayılabilir.
Ayrıca Howard Hawks’ın Big Sleep, Robert Siodmak’ın The Killers, Orson Welles’in başrolünde oynadığı Carol Reed’in The Third Man’ını de listeye eklemek gerekir.
Son olarak eleştirmenlerin bu klasik dönemin sonunu işaret ettiği film olarak Orson Welles’in çok uzun bir tek planla açılan Touch of Evil (1958) adlı başyapıtını anmadan olmaz. Kimi eleştirmenlerce Klasik Kara Sinema‘nın en başarılısı olarak gösterilen Touch of Evil belki de türünün son nadide baş yapıtıdır. Bu film Meksika sınırında kasvetli bir Amerikan kasabasında yaşanan yozlaşma ve çürümüşlüğü kara filme özgü salaş mekanlar, loş ışık ve gölge kullanımı , sıra dışı kamera çekimleriyle abartılı oyunculuk gösterisiyle sunan bir Kara Sinema şöleni aslında.
Film Meksika narkotik görevlisi Vargas -Charlton Heston- ile belki de sinema tarihinin en kötü karakterlerinden biri olan Amerikan polis şefi Hank Quinlan – Orson Welles – arasındaki mücadele üzerine kurulmuştur, ama ne mücadele. Kasabada işlenen bir suikastı araştıran Vargas olayı araştırırken polis şefi Quinlan’ın olayların içindeki baş suçlu olduğunu ve olayı örtbas etmek için uydurma deliler ürettiğini fark eder. Adım adım olayların üzerine giden Vargas, filmin sonuna doğru Quinlan’ı köşeye sıkıştırır.
Son olarak filmin ruhunu ortaya koyan final sahnelerindeki bir diyaloğa değinmek istiyorum:
Kötü polis şefi Hank Quinlan (kameranın alttan gördüğü bir açıda), içkiyi fazla kaçırmış, üst başı dağılmış bir vaziyette kart falı bakmakta olan gizemli fahişe Tanya'ya sorar: - Benim kaderim ne diyor? Sonrasında ilerler, masadaki kartları hışımla sağa sola saçar ve ; - Hadi bana geleceğimi söyle Tanya da ona; - Senin bir geleceğin yok artık. Geleceğin tükenmiş, hadi eve git Hank Quinlan sendeler ve geriye doğru bir iki adım atar.
Özetlemek gerekirse; bu filmlerde kötüler eninde sonunda cezasını bulur.
Ağırlıkla başarılı örneklerine Hollywood’da rastladığımız bu türün -daha sonraki yazımda değineceğim üzere- Fransa, İtalya ve Japonya’da da başarılı örneklerine rastlamaktayız.
Kaynakça:
- İzlenmesi gereken 100 kara film- Murat Temizer, Gece Kitaplığı
- Cinayet sineması- B. Roloff, G. Seeblen, Alan Yayıncılık
- Başlangıcından günümüze 100 filmde gangster filmleri- T. Kakınç, Bilgi Yayınevi
- Ölmeden önce görmeniz gereken 1001 film- Steven J. Schneider– Caretta
Sevgili Hayrettin,
Ne güzel bir başlangıç yazısı yazısı olmuş. Yenilerinde tez zamanda buluşmak dileğiyle
Sevgiler