Kendini dünyaya tanıtmak için “Incredible India” sloganını kullanmasını doğrusu yadırgamıştım broşürleri ilk gördüğüm zaman. Bunca yer gezmiş birisi olarak bir ülke ve insanları ne kadar değişik olabilirdi ki diğerlerinden?
Yaşadığım tam bir kültür şokuydu oysa. Bütün bildiklerimi çiğneyip yuttum ben. Eğer gidecek olursanız size de aynısını tavsiye ederim.
İlk şoku Delhi’de yaşadım. Yeni Delhi bu ülkenin başkentiydi. Ama bizim bildiğimiz manada bir şehir bütünlüğünü aramak boşunaydı. Sanki yemyeşil bir park içindeki çiçekli caddelerde ilerliyordunuz. İki tarafınızda ne kale duvarı gibi binalar ne de batılı tüketim toplumunu simgeleyen mağazalar vardı. Öylesine alışmışız ki tüketim toplumunun bize dayattığı bu “şehir” kalıbına, doğrusu ilk intiba hayal kırıklığı oldu.
Ertesi gün Eski Delhi’nin korkunç kaosunu, pisliğini, gürültüsünü, Tak-Tak’larını, Çek-Çek’lerini ve insan sefaletini görünce anladım Yeni Delhi’nin kıymetini.
Bu şehre tekrar döneceğimiz için fazla vakit kaybetmeden bizi Agra’ya götürmesi için otelden iki günlüğüne özel şoförlü bir taksi kiralayıp Tac Mahal’e doğru yola koyulduk.
Taksi demişken burada bir parantez açmak gerektiğini düşünüyorum. Bu ülkede toplu taşıma standartları, bize göre, o kadar düşük ki ulaşımda ya taksiyi ya da uçağı kullanmak durumundasınız. Sokak taksisi çok pahalı değil ama güvenilmez. Lüks otellerden saatlik veya günlük taksi kiralayabiliyorsunuz. Dışarıya göre oldukça pahalı ama üst düzey hizmet veriyorlar. Biz de Agra’ya olan 300 km gidiş 300 km geliş ve bizi orada gezdirmesi için özel şoförlü bir arabaya iki günlüğüne $400’a yakın para ödedik.
Agra’da anlatacak çok fazla ilginç bir durum yok, Tac Mahal’den başka. Ama “insan” konusundaki ikinci şokumu orada yaşadım. Daha önce Hindistan deneyimi yaşamış olan kızım “Çok şaşıracaksın bu ülkede, kadın erkek çişlerini sokağa yapabiliyorlar“ demişti de inanmamıştım. Erkek zaten malum da… Kadının çişini sokağa nasıl yapabileceğini kafamda bir türlü canlandıramamıştım. Tac Mahal’de iki kadının yanlarından geçen yüzlerce kişiye aldırmadan sari’lerini genişletip yayarak işlerini güzelce görüp hiçbir şey olmamış gibi kalktıklarını görünce, inanılmaz bir ülkede olduğuma kafam ancak dank etti.
Ertesi gün uçakla ver elini Varanasi. Ganj kıyısında, Hinduizmin kutsal ve bir o kadar da ilginç şehrine…
Varanasi… Ölüp Ölüp Dirildiğim Şehir
İnsan toprakla bu kadar mı iç içe yaşar. Hindistan’ın sırrı bunda mı? Yaşamla ölüm arasında böylesine küçük bir eşik olmasında mı? Modern yaşamlar mı koyuyor ölümle aramıza böylesine ürkütücü mesafeyi?
“Yüce Hakikat”e insan gibi aciz bir varlık ulaşamaz; Mutlak’ın küçük bir parçası olarak insan ona ancak kendince küçük bir yorum katabilir” deyişinin gündelik yorumu bu inanılmaz pislik ve sefalet görüntüsü mü?
Sormuşlar Amerikalılarla Hintlilere kimin daha mutlu olduğunu, Hintliler daha mutlu çıkmış. Düşündürücü değil mi? Aldatıcı görünüşe kanma onun ötesine bak! İlkel bilgeliğin tavan yaptığı bir ülkedesin, batı toplumunun sana dikte ettirdiği bütün doğru gibi görünen yanlışları unut!
………
Ganj’da kayık gezintisi yapmak için “tak tak”la kıyıya iniyoruz. Sokaklar o kadar dar ve kalabalık ki “normal” bir taksi kullanmanın imkanı yok. Nehir gezintisinden sonra akşam ayinini izlemek için kıyıdayız. Bütün Varanasi orada. Nehir boyunca uzanan beton merdiven şeklindeki banklara oturmuş rahiplerin, Ganj’a yüzlerini dönerek ellerinde çoklu kandillerle söylediği “Veda” ilahilerini dinliyorlar. Binlercesi de kayıklardan izliyor ayini. Alınlarımıza kutsal boyalar sürerek kutsuyorlar bizi de. Adamlar bu gidişle bizi de kendi dinlerine almakta kararlı. Neyse ki karşılarında sarsılmaz bir ateist var. Güvenimizi kazanan sürücümüze ertesi sabah saat 05:00’da bizi alması için randevu verip otele dönüyoruz. Sabah güneş doğarken Ganj sularında günahlarından arınan Hinduları izleyeceğiz.
Sürücümüz dakik. Otelin kapısında bizi karşılıyor. Sokaklar oldukça boş; akşamın o korkunç gürültüsü kalabalığı yok. Yol kenarları sokakta uyuyan sıra sıra, yüzlerce insanla dolu. Bir kayığa atlıyoruz nehir boyunca iki saatlik bir gezinti için. Ganj sakin sakin süzülüyor. Öyle sakin aktığına bakmayın, bir keresinde öylesine delirmiş ki, onbeş metrelik setleri aşıp evlerin içine kadar girmiş. Kıyıdaki mabetleri de çamurlarıyla yutmuş. Karşıdaki kumsal yakadan vuran güneşin ışıklarıyla Varanasi’nin nehir boyunca uzanan yapıları, iyice gizeme bürünmüş. Nehir boyu kutsal suda yıkanan, çamaşır yıkayan, ilahiler okuyarak yüzen insanla dolu. Bir Sih Mabedinin önünde ölü yakma merasimine rastlıyoruz. Başı dışarı gelecek şekilde büyük bir odun yığınının içine koydukları ceset ateşe verilmeye hazır. Dönüşte bu merasimden geriye yalnızca büyük bir kül yığını kaldığını görüyoruz. Fotoğraf çekmeye çalışıyorum, kıyıdan uyarı geliyor. Ölüye saygısızlıkmış. Uyarı gelene kadar birkaç kare çekmiş bulunuyorum. Densizliğim affedile…
Kıyıya çıkıyoruz. Setin nişlerinde yaşayan küllere bulanmış çırılçıplak bir Naga Sadhus fakiriyle karşılaşıyorum. Çıplak ama sanki değil gibi de… Sıvandığı küller bir tür örtü vazifesi görüyor. Bundan daha ilginç bir fotoğraf çekilemez herhalde Hindistan’da. Birkaç kare alıyorum uzaktan, bana eliyle gelmemi işaret ediyor; set merdivenlerindeki mekanına davet ediyor. Oturmam için sahip olduğu tek eşya olan kilimi getiriyor. Çıplak oturduğu için kilimin üzerine yumuşak bir dışkı parçası bulaşmış. Gayet sakin eliyle sıyırıyor kilimi ve…beni buyur ediyor. O an ölsem hiç gam yemez, seve seve şükrederdim olmayan tanrıma, beni o kilime oturtmadan canımı aldığı için. Ihh mıh ederken için için, içimdeki tiran kükreyerek OTUR! diyor. Çaresiz oturuyorum. Demin kilimi sıyırdığı eliyle başımı kutsuyor Naga. (Tanrımmm.. ben artık ölmekten başka bir şey istemiyorum!) Gözleri ışığa çok hassas. Tam olarak açıp bakamıyor bana. Bir türlü gözlerini fotoğraflayamıyorum. Sonra küçük çıkınından bir güneş gözlüğü çıkartıp takıyor. Garip bir tezat meydana getiriyor modern gözlük çıplak fakirin üzerinde. Ve elimi sıkarak uğurluyor beni… Artık bu safhada ben benlikten çıkmıştım. Derhal oradan uzaklaşıp yanımızda getirdiğimiz bütün kolonyalı mendilleri orada tüketip kendimi otelin banyosuna zor atıyorum.
Varanasi maceramız, kızımın el dokuması ipek perdelik, çarşaf ve elbiselik kumaş alışverişinin ardından Kalküta’ya gitmek için havaalanına doğru yola koyulmamızla sona eriyor.
Yarın Hindistan’ın entelektüel başkenti Kalküta’dayız. Ya da onların deyişiyle Kolkata…
Kalküta
Kalküta, Hindistan’ın kolonyal geçmişinin Mumbai’den (Bombay) sonraki en önemli anıt şehri. Kolonyal izleri, şehrin mimarisinden yaşam tarzına, hayatın her alanında görmek mümkün.
Kalküta edebi tartışmalardan kitap fuarlarına, dini eklektisizmden komünizm tartışmalarına her türlü kültürel ve siyasi olayın zemin bulduğu Hindistan’ın kültür başkenti.
Kalküta bunlardan çok, sokakta yaşamanın sanat haline getirildiği şehir bence. Sokakta yaşayanlar kaldırımlarda gürül gürül akan çeşmelerde, kafalarını bedenlerini sabunlayarak yıkıyor, tüplerde leziz yemeklerini pişiriyor, en önemlisi de dişlerini fırçalıyor! Evet, sokak yaşamında diş fırçalama işi, bizim insanımızın rahat evlerde güzel banyolarda umursamadığı diş hijyeni düşünüldüğünde hayata aciz kalmamanın, daha ötesi ondan zevk almanın en önemli göstergesi.
Akşamüstü vardığımız otelde günün geri kalanını dinlenerek geçiriyoruz. Taj Bengal çok lüks bir otel. Otelden çıkmanıza hiç gerek yok, yüzme havuzundan saunalara, mağazalardan çeşitli restoranlara, içinde ihtiyacınız olabilecek her türlü gereksinim düşünülmüş. Her yer tertemiz. Bahçede bile sinek yok. Nehirlerin deltasında kurulmuş Kalküta’da, alerjik bir bünyeye sahip olduğum için, sinek ısırığından çok korkuyorum. Bir keresinde Sibirya’da Baykal gölünde iri bir sivrisinek ısırdığında kolumun elimden dirseğime kadar olan bölümü davul gibi şişmişti çünkü.
Ertesi gün otelden özel şoförlü bir araba kiralıyoruz. Şoförümüz, başında şapkası elinde beyaz eldivenleri, biz arabadan inerken binerken saygıyla kapıyı açışlarıyla, kolonyal zamanlardan fırlamış gibi. Bize Victoria Anıtı, Mermer Saray, Howrah köprüsü, Mother Teresa’nın mezarı ve odasının da bulunduğu külliye gibi turistik ve kültürel yerleri gezdiriyor. Ama benim istediğim bu değil. Sokak araları, evler ve insanlar velhasıl “hayat” benim daha fazla ilgimi çekiyor.
Ertesi gün sokaklardayız. Bugün Hindistan’nın kutsal boya bayramı “Holi”. Resmi tatil. Bu bayramda herkes birbirinin üzerine toz veya sıvı boya atıyor. Bundan köpekler ve inekler de payını alıyor. Kaldırımlar ve insanlar boyalarla rengarenk. Kızım gayet sakin yüzüne boyaların sürülmesine izin veriyor. Ben ve makinam yalnızca objektifin önü açık kalacak şekilde poşetlere örtülere sarılmış, korunma modundayız. Güzel kareler veriyor bana bu şehir. Kalküta sokaklarını arşınladıktan sonra yürümekten yorgun, bir taksi çevirip otele dönüyoruz.
Bu noktada Hindistan’da gördüğüm en olumlu yana değinmek istiyorum. Bu ülkede naylon poşet kullanmak yasak! Ya geri dönüşümlü kağıttan ya da bizde çiçek buketlerinde kullanılan materyalden yapılmış poşetler kullanılıyor. Çoğunluk da kendi zembilini kullanıyor alışverişlerde. Naylon poşet kullanılmadığı halde biriken çöp yığınlarını görünce, bu kararın ne kadar isabetli olduğunu anlıyorum. Tüketim, batıya göre çok düşük olsa da milyarlık bir ülkede şehirler, poşet çöplüklerinden nefes alamaz hale gelir, Ganj’dan su yerine poşet akardı herhalde.
Kalküta’dan ayrılık vakti geldi. Rotayı kuzeye çeviriyoruz…
Yarın ver elini tepeler kraliçesi Darjeeling.
Darjeeling
Darjeeling, “Tepeler Kraliçesi” diye isimlendirdikleri kadar güzel bir yer… Bir zamanlar Kalkütalı İngilizlerin sıcaklardan kaçarak yaz aylarını geçirdiği belde.
Mark Twain ziyaret ettiğinde şu cümleyle dile getirmiş hayranlığını:
Her insanın görmek için yanıp tutuşacağı ve bir kere gördükten sonra da o bakışın bir anını dünyanın başka hiç bir yerini görmeye değişmeyeceği, Darjeeling…
Bu dağ şehrinde havaalanı yapacak kadar düz arazi olmadığı için uçak bizi Himalayaların eteklerinde Bogdogra’daki havaalanına bırakıyor. Oradan bir taksi tutuyoruz 90 km. tırmanışla 2.500 metre yükseklikteki Darjeeling’e götürmesi için bizi. Tamamen zik-zak’larla tırmanıyoruz dağı. Tanrım, yüzlerce metrelik ne muhteşem uçurumlar! Yolun çoğu yerinde, yalnızca bir arabalık geçiş var ve yol kenarında bariyer bile yok! Taksi eski, lastiği bir patlasa uçtun gittin; parçanı bile toplayamazlar. Üç saatlik yolculuk sonunda yüreğimiz ağzımıza gele gele ve aynı zamanda da hayranlıkla seyrederek ulaşıyoruz şehre.
Himalaya dağ silsilesinin en yüksek üçüncü tepesi olan Khangchendzong’un biraz doğusundaki bir dağı mekan tutmuş bir şehir, Darjeeling… Sol yanı Nepal sınırına dayalı, sağı Bhutan, kuzeyi ise Tibet. Kozmopolit ve politik olarak da problemli bir bölge. Bir zamanlar Sikkim Budist krallığa aitken, Nepalli Gurkalar tarafından işgal ediliyor. Sonra İngilizler bölgeyi Hindistan’a bağlıyorlar. Şu sıralar, politik olarak ve sayıca ağırlığa sahip Gurkalar bağımsızlık mücadelesindeler. Hükümete baskı yapmak için gösteriler, dayatmalar hiç eksik olmuyor.
Şehir, zirvenin doğu yamacı ağırlıklı olmak üzere dağın iki tarafına neredeyse birbirinin üzerine gelecek dikeylikte inşa edilmiş. Rengarenk binalarıyla ve her evin önünde veya balkonunda taraça şeklinde sıralanmış, çiçek dükkanlarını andıran, çiçek saksılarıyla çok etkileyici.
Nihayet otelimize varıyoruz.
Otel İngilizlerden kalma. Viktoryen stilde inşa edilmiş hoş, şık ahşap bir bina. Şehre ve hemen akabinde başlayan uçsuz bucaksız dağlara bakıyor. Bahçede bizi iki tane bembeyaz uzun tüylü, çov-çov cinsine benzeyen bayağı cüsseli, sevimli mi sevimli iki köpek karşılıyor. Çok dostlar. Bize şımarıyorlar. Sonrasında, oturma salonlarındaki raflara sıralanmış plaketlerden öğreniyoruz ki, secerelerinde ödülden bol bir şey yok.
Hava güzel, sıcaklık 18-19 derece. Akşam olmak üzere. Sonra… inanılmaz bir şey oluyor güneşin batışıyla birlikte, korkunç kesiflikte bir sis tabakası akın akın dağları sonrasında da şehri sarmaya başlıyor. Göz gözü görmez oluyor bir anda ve hava buz kesiyor. Elveda Khangchendzong! Ertesi gün sisin yoğunluğu azalıyor, şehir ve yakın dağların güzelim görüntüsü ortaya çıkıyor ama zirveyi görecek berraklıkta değil bu açılma.
Şehrin üst kısmında bulunan, Pazar Alanı olarak tabir edilen sırta çıkıyoruz. Darjeelingliler bu alanda sosyalleşiyorlar. Çocukları atlara binerken onlar da kenarlara yerleştirilmiş banklara oturup dostlarıyla sohbet ediyorlar. Bu alandan iki tarafı da görmek mümkün. Net, daha az net, puslu ve nihayet sisler içindeki dağ katmanlarını 30-40 metre yüksekliğinde, kalem düzgünlüğünde çok güzel Himalaya çamları süslüyor. Ve dağ aralarındaki hafif meyilli bölgelerde uçsuz bucaksız çay bahçeleri… Darjeeling çayı, hoş aromasıyla dünyaca meşhur bir çay türü. Çay… Vaktiyle İngilizlerin buraya ilgi duymasının, stratejik bir bölge olmasının yanı sıra, en önemli sebeplerinden biriymiş. Şu anda da yörenin en önemli geçim kaynağı.
Bulunduğumuz Chowrasta Meydanı‘nın biraz yukarısındaki tepede Budist Bhutia Busty Manastırı’nı ziyaret etmek için tepeyi tırmanıyoruz. Aslında tapınak eskiden bu Pazar alanındaymış. Korkunç 1934 depreminde yıkılınca yukarıdaki tepeye yeniden inşa edilmiş. Himalayalar bir deprem bölgesi. Hindistan ana kütlesi alttan yukarı doğru ittikçe dağlar sallanıp duruyormuş.
Tapınak tam bir renk curcunası. Hindistan’nın diğer bölgelerinde de gördüğümüz fakat burada artık bir koloni kurmuş olan maymunlar karşılıyor bizi, Tapınak kapısında. İrisi büyüğü küçüğü bebeği, Budist ayetlerin yazılıp asıldığı iplerde ve tapınak tepelerinde fing atıyorlar. Parmaklıklar ardında gördüğümde pek sevmezdim maymunları; burada çok hoşuma gidiyorlar. Ağaç dallarına sıra sıra asılmış renkli bayraklar arasında sallanan maymun bebekleri çok komik ve sevimliler. Tapınaklar dua eden, tütsü yakan inananlarla dolu. Bebeklerin gözüne bile sürme çekilmiş kutsal geleneklere göre.
Şehri gezip çay alışverişini de yaptıktan sonra aklımıza, dönüş yolculuğu düşüyor. Bu sefer sokaktan taksi kiralamamakta kararlıyız. Büyük arazi cipi dolmuşlar var ama deli gibi gidiyorlar ve bir koltuk sırasına kucak kucağa dört kişi oturtuyorlar; o yüzden bize göre değil. Otelle konuşuyoruz, bize otelin arabasını ve şoförünü ayarlıyorlar. Ertesi gün Bogdogra’ya doğru yola çıkıyoruz. Araba yeni, sürücü tecrübeli; sorunsuz bir üç saatlik yolculuktan sonra düzdeki havaalanına varıyoruz. Yolculuk yeniden Yeni Delhi’ye. Hindistan çok büyük ve bir o kadar da yorucu bir ülke, her tarafını bir seferde gezmenin imkanı yok. Artık yavaş yavaş dönüşe geçmenin zamanı geliyor…
Yeniden Yeni Delhi ve Dönüş Yolculuğu
Akşamüzeri otele vardığımızda bir yorgunluk çöküyor üzerimize. Akşamı otelde geçirmeye karar veriyoruz. Hatta yemeğe bile inmiyoruz. Ertesi sabah Delhi’nin geri kalan yerlerini gezmek, ülkeye has sanatsal obje alışverişi yapmak için sokağa çıkıyoruz. İlk durak Tekstil Bakanlığı’na ait devlet mağazası. Bu mağazalarda ülkenin dört bir yanından gelmiş her türlü el yapımı eseri bulmak mümkün. Fiyatlar fiks ve her obje otantik. Kızım, üzerinde oyma tanrı figürleri bulunan bir buçuk metre eninde ahşap bir pano; abisine doğum günü hediyesi gümüşten fil saplı sanat eseri bir kama; bana da ilkel kuzey doğu kabilelerinden gelen stilize edilmiş insan figürlerini işleyen 40-50cm boyunda iki primitif ferforje heykel ve ham ipek şallar alıyor. Elimizde bu devasa paketlerle gezemeyeceğimizden, tekrar otele dönüp yükleri lobiye bıraktıktan sonra sokağa fırlıyoruz.
İlk geldiğimiz günler gezememiştik, bu yüzden ilk durağımız India Gate oluyor. Ülkenin 1947’de kazandığı bağımsızlık anısına inşa edilmiş, geniş yeşil bir alanın ortasında yükselen, etkileyici bir anıt… Günlerden Pazar, etraf, çimenlere yayılmış ve anıtın iki yanındaki göl kadar büyük havuzlarda teknelere binen insanlarla cıvıl cıvıl. Oradaki gözlemleme ve belgeleme işlemini tamamladıktan sonra Yeni Delhi’nin yemyeşil caddelerinde ilerleyerek Connaught Alanı’na gidiyoruz. Burası çepeçevre daire şeklinde kolonyal bir binayla çevrili ortası park olan, park alanının altında da yeraltı çarşısı bulunan güzel bir alan. Dünyaca ünlü bütün markaların şubelerini o binalardaki mağazalarda bulmak mümkün. Ama bu kadar turistik gezi yeter.
Otele dönüşte geniş, güzel bir caddede yol alırken bu caddenin isminin Mustafa Kemal Atatürk Bags (caddesi) olduğunu görünce çok gururlanıyorum. Ve naylon poşet yasağından sonraki ikinci aferini çekiyorum bu ülkeye.
Artık dönüşe geçmenin zamanı geldi. Bugün bahar tatilinin son günü. NewYork University-AD’de Uluslararası İlişkiler dersi veren kızımı öğrencileri bekliyor. O şimdiye kadar Güney Afrika’dan Kenya’ya, Endonezya’dan Çin’ne, Güney Amerika’dan İran’a, Kuzey Amerika’dan Uganda’ya, Avrupa’nın bütün ülkelerinden Seyşeller’e SiriLanka’ya kadar Dünya’nın 55 ülkesini dolaşmış, müthiş bir modern çağ gezgini. Bireysel gezi planlamasında bir ordinaryüs. Hindistan gezisinin de bütün planlarını, rezervasyonlarını ve finansmanını o yaptı. Akşama uçağı kalkıyor. Onu lobide yolcu ettikten sonra, ben de toparlanmak için odaya dönüyorum, lobideki görevlilere beni erken uyandırmaları gerektiğini tekrar hatırlatarak…
THY’nin uçuşu sabah altıda. Erkenden havaalanına doğru yola çıkıyorum. Uçak tıklım tıklım ama yerim çok güzel. Delhi’den İstanbul’u arayarak ayırttım iki gün önce. Kabil’in güneyindeki bölgede yol alıyor uçağımız. Altımızda binlerce karlı, karsız zirvesiyle bir dağ denizi uzanıyor. Uzansam değecekmişim kadar yakınlar. Sonra Hazar Denizi, Azerbaycan, Karadeniz ve Sinop sahillerinden 6,5 saat sonra ülkeye giriş yapıyoruz. Trafik çok yoğun, İstanbul üzerinde turlayıp duruyoruz. Pek de şikayetçi değilim doğrusu, İstanbul ve çevresi pırıl pırıl ayaklarımın altında.
Tam olarak oryantasyonunu yapamadığım bir bölgede –Ömerli ile Gebze arasında bir yer olabilir- yemyeşil ormanlar arasında sarı ve turkuaz rengi, ülseratif lezyonlara benzeyen, insan eliyle açılmış, göletimsi bir sürü oluşumla karşılaşıyorum. Asitli maden ayrıştırma havuzları herhalde bunlar. Ormanlarımızda yaratılan bu tahribata üzülürken nihayet kuleden iniş izni çıkıyor, sağ salim İstanbul’a vasıl oluyoruz.
Sonsöz
Hindistan… Her gidenin kendi Hindistan’ını anlatabileceği kadar çeşitlilik ve sır içeren bir ülke. Yazdığım ve çektiğim fotoğraflarla görselleştirdiğim bu epizotlarda ben kendi Hindistan’ımı anlattım. Bilgi teknolojileri üretiminde bir dünya devi olan bu ülkenin insanları arasındaki inanılmaz uçurum beni derinden etkiledi ve çözümüne bir türlü ulaşamadığım düşüncelere taşıdı.
Bu kadar çok entelektüeli ve teorisyeni bulunan bir ülkede en az 50 milyon insan tamamen gelirsiz ve sokaklarda, 250 milyon insan, 1 doların altında bir gelirle, inanılmaz bir yoksulluk içinde yaşarken, bu ülkede niçin daha adil bir idari düzen kurulamıyordu?
“Önceki hayatında ektiğini, yeniden doğduğun hayatta biçeceksin” diyen hayat döngüsü inanışı, yani Samsara, yani batı deyişiyle reenkarnasyon, ne dereceye kadar müsebbibiydi bu sefaletin? Hüküm süren pasifist dinlerin, insanın gündelik hayatına etkilerinin sonucu muydu, bu tarifi mümkün olmayan yoksulluk? Bilemedim…
Ama bir şeyi biliyorum: Bu insanlar bir kere benim hayatıma dokundular. Ağzıma attığım her lokmada, her naylon poşet kullandığımda, her ölümü düşündüğümde ve her hırsa kapıldığımda bu insanlar gelecek aklıma. Ve bir de; niçin hem hoş geldin hem de güle güle demek için aynı “namaste” sözcüğünü kullandıklarını; “cul” sözcüğünün niçin hem dün hem de yarın anlamına geldiğini hep merak edeceğim. Acaba sır burada mı? Zamanın hükümsüzlüğünde mi…?
Bize Ulaşın