Bu yazı, İFSAK Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Grubu’ndan Nursen Bilgin Kadayıfçıoğlu tarafından hazırlanmıştır.
************
“Sanatçılar başkalarının düşüncesine herkesten fazla aldırır, kadınlarsa ona sımsıkı bağımlıdır. Başkalarının ne düşündüğüne kulak asmama cesareti göstermek için bile bir sanatçı kadının ne kadar güçlü olması gerektiğini anlamak güç değildir; kadın çoğu kez bu mücadelede kendini tüketir.”
Erkeklerin insanlık içindeki konumu üzerine bir kitap yazmak bir erkeğin aklına bile gelmezdi, der İkinci Cinsiyet’in giriş bölümünde Simon De Beauvoir. Ve devam eder:
Şayet kendimi tanımlamak istiyorsam ilkin “ben bir kadınım” diye beyan etmem gerekir; bu hakikat, başka bütün olumlamaların üzerinde yükseleceği temeli oluşturur.
Bir erkek hiçbir zaman, kendini belirli bir cinsiyete ait bir birey olarak ortaya koymakla başlamaz işe.
(Bu satırları okurken yaptığım bellek yoklamasında “erkek yazarlar” ya da “erkek fotoğrafçılar” gibi kategorilerden sözedildiğini hatırlamadığımı düşünüyorum.)
Erkek aynı zamanda hem artıyı hem de nötr olanı temsil eder. O kadar ki birçok dilde “adam” sözcüğü “insan” yerine kullanılmaktadır. Kadın eksi kutup olarak görünür, öyle ki her tür belirlenim ona sınırlama olarak atfedilir; bu konuda karşılıklılık söz konusu değildir.
Kendisi yazar olduğu için ve erkeklerin meclislerine kabul edildiği için kendisini kadınlık durumunun dışındaymış gibi konumlandırmaktadır başlarda. İkinci Cinsiyet’i onun ayrıcalıklarına sahip olmayan başka kadınların özgürleşmesi için yazdığını düşünmektedir. Fakat kitap bitme aşamasına geldiğinde kendisinin de bu konumun dışında olamayacağını idrak edecektir. Bu anlamda yazılırken yazarını dönüştüren, yazarına öğreten bir kitaptır İkinci Cinsiyet.
Ona, kadın olma deneyiminin anlamı üzerine düşünmenin önemli olduğu ilhamını varoluşçu felsefe verir. Kendi meselesini bulmak, kendi deneyiminden yola çıkarak yazmak konusunda Beauvoir çok iyi bir örnektir. Kendi deneyiminden yola çıkarak şeylerin kendisine döner, esasa, öze, ilkeye gider.
Onun bu fenomenolojik yaklaşımı ikinci dalga feministlerinin “Kişisel Olan Politiktir” şiarının da ilhamı olacaktır sonraki yıllarda.
Nüve olarak Toplumsal Cinsiyet fikrinin filizlendiği “Kadın doğulmaz kadın olunur” iddiası, cinsiyetlerin inşası olgusuna güçlü bir vurgu oluşturur.
İki ciltten oluşan kitabın ilk cildi “Olgular ve Efsaneler”, ikinci cildi “Yaşanmış Deneyim” alt başlıklarıyla sunulmuştur.
İlk ciltte meseleyi biyolojik, psikanalitik ve tarihsel boyutları içinde felsefe ve edebiyattan bağlantılarıyla ele alır. İkinci ciltte çocukluktan yaşlılığa giden süreçte kadın olma durumlarını yaşanmış deneyimlerden yola çıkarak inceler.
Kitapların okuyucuları üzerindeki etkileri, kişiden kişiye ve hatta kişilerin içinde bulunduğu yaş ve durumlara göre de değişebilmektedir. Bu yazıda tüm kitabı objektif olarak değerlendirmeye çalışmak gibi beyhude bir amacın peşinden koşmayıp, beni en çok etkileyen bölümlerden alıntılar yapmak, düşüncelerimi paylaşmayı hedefliyorum.
En başta Simon De Beauvoir’in konuyu özgürlük sorunundan yola çıkarak açıklamasından çok etkilendiğimi belirtmeliyim.
İnsan, varlığı itibariyle “aşkınlık” yani özerk bir özgürlüktür. Kadın da erkek gibi insandır ve ontolojik düzlemde insanın varlığı nasıl açıklanıyorsa öyle açıklanabilmelidir. Elbette tarihsel ve toplumsal koşullar insanın aşkınlığına ket vurabilir.
Aşkınlık insanın içinde bulunduğu durumu aşma kapasitesidir.
Varlığımızın nesneleştirilemeyen, durağan olmayan, bir kimliğin içine sıkıştırılamayan, hep devinim halinde olan hareketidir. Bir dünya kurma gücüne sahip olan yaratıcı tarafıdır.
Özgürlük aşkınlığın bir tezahürüdür, hatta onunla eş anlamlıdır. Bununla birlikte insan aşkınlıktan ibaret değildir, varlığının bir içkinlik boyutu da vardır. Buna da yaşamın kendisini idame ettirmek için zorunlu, yinelenen gereksinimlerin alanı diyebiliriz.
Aşkınlık evin dışına çıkmak, tekrar geri dönmek üzere kendinin dışına çıkmaktır. Dışarıda yapıp ettiklerimizden sonra eve, kendi özel alanımıza, içkinliğimize geri döneriz. Kendi kendimizle, birlikte yaşadığımız kişilerle ilişki kurduğumuz, dağılmış parçalarımızı topladığımız, yaşamı devam ettirebilmek kendimizi yeniden ürettiğimiz alandır içkinlik.
Avcı- toplayıcı toplumlardan başlayarak sürekli kendisini ve doğayı aşma mücadelesinin içinde olan insanın, nasıl oluyor da erkek yanı bir aşkınlıktan diğerine atlarken, kadın yanı evde içkinliğe yazgılı hale geliyor?
Kadının özgürlüğünü sınırlayan koşullar nelerdir, kadın onların ötesine geçebilir mi? Bunu sağlayan erkek egemenliği ise onu kuran nedir? Erkeklerin fiziksel olarak kadınlardan daha güçlü olması yeterli bir açıklama değildir. Bir erkek güçlü ise bir kaç kadın bir araya gelerek ona haddini bildirebilir. Fiziksel gücün fazlalığı, o güç meşruluğunu tesis edemediği müddetçe her zaman aşılabilir. Bu nedenle erkek egemenliğinin, meşruluğunu kurmak için kadını inşa etmesi gerekir.
Erkek kadını “Başka” olarak tanımlayarak gerekçelendirir egemenliğini. Bunun etkisi varlıkta donma, nesneleşme, içkinliğe mahkum edilme demektir. Hazine, av, oyun ve risk, esin perisi, yol gösterici, yargıç, ayna olan kadın Başka olmaktan çıkmadan erkeğin onu kendisine katmasına izin veren, onu olumlayandır. Ve bu yüzden erkeğin sevinci ve zaferi için o kadar gereklidir ki, şayet var olmasaydı erkekler onu icat ederlerdi denilebilir.
Tarihin başlarında kadını ev işlerine yazgılı kılan ve dünyanın kuruluşuna katılmasını engelleyen derin neden, onun üreme işlevinin kölesi olmasıdır.
tesbitinde bulunur Beauvoir. Ergenlikten menapoza, kendisinde akıp giden ama kendisini kişisel olarak ilgilendirmeyen bir tarihin yatağıdır kadın. Onun bu sürekli devam eden annelik, eşlik ve ev işleri çemberine sıkışıp kalmasının çok önemli bir nedenini de özel mülkiyet ilişkileri olarak açıklar. Öyle ki bu ilişkilerin başladığı dönemlerde, ekonomik mübadele içinde erkekler arasında alıp verilen bir armağan statüsündedir kadın. İçkinlikte tensel olarak sahip olunan, özne olmayan “mutlak başka”dır o.
Kapitalizmin kadın işgücüne ihtiyaç duyması, kadına üretime katılarak bu çemberi kırabilmenin kapısını aralar. Ancak ev dışında üretime katılması, içkinlikteki yeniden üretimden yani ev işlerinden muaf tutmamış, aksine yükünü daha da artırmıştır.
Günümüzde kadına ilişkin olarak ortaya çıkan temel sorunlardan biri, yeniden üretici rolü ile üretici rolünü uzlaştırmaktır.
Bir diğer sorun kadınlar arasındaki sınıf farklılıklarıdır.
Burjuva kadın zincirlerine tutunmaktadır, işçi sınıfı kadınlarına karşı hiç bir dayanışma duygusu taşımaz. Kocasına, kadın tekstil işçilerine olduğundan çok daha yakındır. Onun çıkarlarını kendi çıkarları haline getirir.
Yazarın, “Ataerkil toplumda kadının ezilmesinin temelinde yatan neden, ailenin sürekliliğini sağlama ve malvarlığını bütün olarak koruma isteği olduğu için, kadın aileden kaçabildiği ölçüde bu mutlak bağımlılıktan da kaçabilir; özel mülkiyeti reddeden toplum aileyi de reddederse, kadının yazgısı önemli ölçüde iyiye gidecektir”, tesbitinin üzerinde durulası bir tesbit olduğunu düşünüyorum.
Kadın mücadelesinin, feminizmin tarihinden, bu mücadele ile elde edilen, kadınla erkeğin yasalar önünde eşit sayıldığı soyut haklardan bahsederken, ekonomik bağımsızlık ve içkinlikte elde edilecek somut haklarla desteklenmedikçe kadın özgürlüğünün mümkün olmadığını vurgular.
Tam da bu noktada bazı önemli engellere dikkat çeker Simon De Beauvoir:
İlk olarak, kadın erkeğin efendi olduğu bir dünyada ekonomik bağımsızlığa ve özgürlüğe sahip olsa bile, kendi değerleri uyarınca dünyaya yeniden şekil veremedikçe bu özgürlük içi boş bir özgürlük olmaz mı?
O halde amaç özgürlüğü bilfiil etkin, dünya kurucu hale getirebilmektir. Bu da Toplumsal Cinsiyet eşitliğinin sağlanması ile olur.
İkinci engel, bu ekonomik eşitsizlikler dünyasında ,kadının kendini bu ayrıcalık sahiplerinden birine satma hakkına sahip olduğu için kolaycılığa kaçma eğilimleri varlığını sürdürdükçe, bağımsızlık yolunu seçmesi için erkekten daha büyük bir ahlaki çaba harcaması gerekecektir.
Onu tanımlayan erkek için ve onun tarafından beğenilme yoluyla varolduğunda değil, kendisi için kendisini insan olarak ne kadar olumlarsa, “mutlak başka” olma hali de o ölçüde ortadan kalkar.
Bir uyarısı da sanatçı kadınlar içindir Beauvoir‘un. Ki aynı olguya Kendine Ait Bir Oda isimli eserinde Virginia Woolf da işaret etmektedir. Öfkenin getirdiği tepkiselliğin enerjilerini soğurduğunu, kendilerini insan olarak olumlama, aşma ve dünya kurucu hale gelmeye yönlendirmelerini zorlaştıracağına vurgu yapar:
Sanatçılar başkalarının düşüncesine herkesten fazla aldırır, kadınlarsa ona sımsıkı bağımlıdır. Başkalarının ne düşündüğüne kulak asmama cesareti göstermek için bile bir sanatçı kadının ne kadar güçlü olması gerektiğini anlamak güç değildir; kadın çoğu kez bu mücadelede kendini tüketir.
“İkinci Cinsiyet’den beri feminist felsefe çok yol katetti, çok ürün verdi. İkinci Cinsiyet’i açıklayan ve eleştiren, ondan yana ve ona karşı pek çok yeni eser sayabiliriz, ama bunların hiçbiri onun yerini alamayacaktır, çünkü hepsi İkinci Cinsiyet’in açtığı ufukta yazılabilmişlerdir. Bunun yanında metin, felsefi açıdan önem kaybetmek şöyle dursun, gittikçe daha çok değer kazanmaktadır.” der, önsözüyle Türkçe baskıya önemli katkıda bulunan felsefeci akademisyen Zeynep Direk.
İkinci Cinsiyet’in Türkçe baskısını benzerleri arasında eşsiz kılan en önemli etken ise Gülnur Savran’ın harika çevirisidir. Onda çeviri akademik metinlerin çoğundaki yabancılaşmadan griftlikten eser yoktur.
Baştan sona ilgiyle okuyacağınız ve kendinizden çok şeyler bulacağınız bir eserdir İkinci Cinsiyet.
Kitapta Simon De Beauvoir’un yaşam öyküsünden de kısaca bahsedilmektedir. Buna göre,
9 Ocak 1908’de Paris’te doğmuş, 1929’da felsefe bölümünden mezun oluşundan 1943’e kadar Marsilya, Rouen ve Paris’te öğretmenlik yapmıştır.
Sosyalist düşünür, yazar ve aktivist olan Beauvoir’un yazar olarak gerçek çıkışını yaptığı eser Konuk Kız’dır.
Mandarinler ile 1954 Goncourt ödülünü alır.
İkinci Cinsiyet feminist hareketin en ilham verici başucu kitaplarından biri olma özelliğini halen korumaktadır.
Bunların dışında da roman, makale, tiyatro oyunu, gezi yazıları türünde de eserler vermiştir.
Sartre’ın ölümünden sonra Veda Töreni’ni yazmış ve Sartre’ın ona yazdığı çok sayıda mektubun bir kısmı ile bir araya getiren Kunduz’a Mektuplar’ı yayınlamıştır (1983).
14 Nisan 1983’de ölene dek, Sartre ile birlikte kurdukları Les Temps Modernes adlı derginin yayınlanmasına aktif olarak katkıda bulunmuş ve feminizm ile eksiksiz dayanışmasını sayısız ve çok çeşitli biçimde göstermiştir.
Bize Ulaşın