Bugünlerde bir kitap ve bir film beni bir kez daha aile ve kökler üzerine düşünmeye itti. Elif Şafak’ın Kayıp Ağaçlar Adası isimli yeni kitabı ve MUBİ’de gösterimde olan yönetmenliğini Davy Chou’nun yaptığı Seul’a Dönüş filmi. Her ne kadar resmi kayıtlarda aidiyet duygumuzu ortaya çıkaran kayıtlar olsa da gerçekten insanın kendini ait hissettiği farklı bir kültür, farklı bir aile, farklı bir ev/ülke olabilir mi ? Ji-Min Park’ın hayat verdiği Freddie, duygularıyla, yaşadıkları arasında çıktığı yolculukta zaman zaman kendini, zaman zaman da çevresindekileri kandırarak biyolojik annesine doğru bir yolculuğa çıkıyor. Elif Şafak ise ismi anne/babasının ana vatanı Kıbrıs’tan esinlenerek Ada olan, 2010’larda Londra’da yaşayan on altı yaşındaki genç kızın hikâyesiyle başlayarak, Kıbrıs’a dair politik olaylarla devam eden bir roman yazmış. 1970’lerde Kıbrıs’ta Türk ve Rum iki gencin aşkına şahitlik eden mutlu incir ağacı da anlatıma eşlik ediyor. Romanı okurken bir yandan da Seul’a Yolculuk filmini izleyince bu ayki yazımın konusu bir kez daha kafamı kurcalayan aile, kökler, aidiyet, ben kimim, ben nereliyim, vatanım evim mi, evim neresi sorularıyla boğuşmaya başladım. Romanı henüz bitirmediğim için Kayıp Ağaçlar Adası’ndan daha fazla bahsetmeyeceğim. Fakat filmi izlerken kafamı kurcalayan konuları hatırlatan bazı alıntılar da yapmadan geçemeyeceğim. Örneğin romanın yüz altmış ikinci sayfasında Ada’nın teyzesinin baklava üzerine söylediği : “Yemek, bir kültürün kalbidir. Atalarının mutfağını tanımayan, kendini tanımıyor demektir.” İşte bu kendini tanımıyor demektir cümlesiyle Seul’a Dönüş’e geçiyorum. Onu evlat edinen Fransız anne/babasının verdiği ismiyle Freddie, kendini duygularının ritmiyle hareket eden ayaklarına bırakarak göbek bağına doğru bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta izleyici, tabii ki hem kültürel hem de sosyolojik olarak Kore ve Fransa arasındaki farklılıklara da tanıklık ediyor.
Filmin açılış sahnesiyle başlayalım. Yemek gibi dil de, müzik de o kültürün kalbi değil midir? Guest House’ın resepsiyonundaki görevli direkt Koreli olarak düşündüğü Freddie’yle önce ana dilinde konuşuyor. Sonra anlamadığını görünce İngilizce’ye geçiyor. Bu sırada kulaklıktan Kore şarkısı dinlemekte. Freddie, ben de dinleyebilir miyim diyor, kulaklığı alıyor. Bu sahnede, karakterin kendi anne/babasının genlerini, kanını taşıdığı, göbek bağıyla bağlı olduğu annesinin kültürüne ilgisi olduğunu görüyoruz ama kafası karışık. Ve kritik soru ? Ne kadar kalacaksın ? Yanıt kararsız, bilmiyorum ama bir yanıt da vermek gerekiyor. Üç gece … Köklerine dönüşe, göbek bağının bağlı olduğu kadını bulmaya üç gece yetecek mi ? Ve kayıt için gereken belge; pasaport ! Freddie … Fransızmışsınız … Beş dakikadan az süren bu açılış sahnesi karakterlerin diyaloglarına konsantre olduğumuzda kendi başına bir kısa film gibi izleyiciye filme dair referanslar veriyor. Bundan sonrası elinde tek bir fotoğrafla o göbek bağının peşinden gitmek. Hem kendine yolculuk, hem köklerine, hem ailene. Bir ağacın en üst yapraklarından toprağın altında ilerleyen köklerine kadar ağacı analiz etmek gibi.
2022’de Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde gösterilen film gerçek bir hikâyeye dayanıyor. Yazının sonunda linkini paylaşacağım yönetmen ve oyuncuyla, 2022’de gerçekleşen 60.New York Film Festivali sırasında yapılmış söyleşide yönetmen hikâyenin doğumunu anlatıyor. Üniversite arkadaşı Laura’nın Fransız bir aile tarafından evlat edinilmesini ve onun biyolojik anne, babasıyla yıllar sonra buluşmak için yaşadıklarını öğrenince onun da izniyle bu filmi yapmaya karar veriyor. Gene aynı söyleşide Freddie’ye hayat veren Park Ji-min’in daha önce oyunculuk yapmadığını da öğreniyoruz. Yönetmen filme dair tüm hayallerini gerçekleştirmek üzere kağıda döktükten sonra, bu kökler, kültür ve kimlikle ilgili filmde oynayacak Koreli, göç etmiş, Fransa’daki ikinci nesilden bir oyuncusu olsun istemiş. Fakat bu Fransa’da o kadar da kolay değil. Bir çok evlatlıkla görüşmüş. Tam olarak istediği kişiyi bulamamış çünkü Freddie’nin senaryoda olan kızgınlık ve gücünü yansıtacak birine rastlamamış. Sonunda bir arkadaşının önerisiyle, aslında evlatlık olmayan Ji-min’le tanışmış. Paris’te kahve için buluşup, iki saat filmden konuştuktan sonra, eğer kameranın önünde doğal olursa neden olmasın diye düşünmüş. Park Ji-min işini çok severek yapan bir görsel sanatçı. Bu yüzden ilk başta oynamak için bir istek duymamış. Yönetmenle buluşmuş çünkü Kore doğumlu olduğu, Fransa’ya çocukken geldiği için Kore’yi anlatmak istemiş. Bir de film endüstrisinde çalışan biriyle tanışmak istemiş. Amerika ve Avrupa’da Koreli çocukların evlatlık olarak verilmesi çokça yaşanan bir durum. Ji-min ve Davy Chou’nun ortak arkadaşı da evlatlık olduğundan, konusu nedeniyle bu projede yer almaya karar vermiş. Film boyunca oldukça doğal oynaması, izleyiciyi sadece diyaloglarla değil ama bakışlarıyla da filme katması belki de yönetmene zaman zaman onu zorlasa da karakter ve durumlar hakkında sorduğu sorulardan olsa gerek. Şu çok belli ki, yönetmen de, tüm oyuncular da ne yaptıklarını çok iyi anlamışlar ve herkesin kafası çok net. Öte yandan kökler, aidiyet ve kimlik yönetmenin de konuları çünkü o da Fransa’da yaşamış bir Kamboçyalı. Aşağıda linkini bıraktığım söyleşide kendisinin de Kamboçya’ya filmdeki karakteri gibi bir yolculuk yaptığını anlatıyor.
Ortak konular, farklı anlatım dilleri… Aslında ne güzel ki gidip, keşfedecekleri, izlerini takip edebilecekleri kökleri var. Bazı ailelerde öyle göçler var ki, kimin nereden geldiği coğrafya olarak belli olsa da daha ötesi büyük bir boşluk. Öyleyse köklere dair tüm hikayelere Kore dilinde şerefe anlamına gelen Geonbae diyelim.
Bize Ulaşın