Fotoğrafı şipşakçılıktan bir disiplin haline getiren ve yücelten bir adam olarak da tanımlanan Bresson’un hayatının akışında yaşadığı birçok olay onu bu noktaya sürükledi. Acaba bunlar sıradan tesadüfler miydi? Yoksa, gerçekten hayatta tesadüf diye bir şey yok mudur?
Henri Cartier-Bresson… Birçok fotoğraf tutkununun rol modeli… Fotoğrafı bir anlamda şipşakçılıktan bir disiplin haline getiren ve yücelten adam… “Kritik An”la fotoğrafa bakış açımızı değiştiren, dünyanın en saygın fotoğraf ajanslarından biri olan Magnum’un kurucusu.
Onunla ilgili birçok şey duyuyoruz, okuyoruz. Onun sözlerini, aforizmalarını kullanıyoruz, fotoğrafa onun gözlerinden bakmaya çalışıyoruz, onun yıllar önce çizmiş olduğu çerçevenin içinde fotoğraf üretiyoruz. Peki, kim bu Henri Cartier-Bresson? Belki birçok kez onun yaşam öyküsünü başkalarından dinledik, kitaplardan okuduk. Ama birazdan bu yazıda okuyacaklarınızı bazılarınız belki de ilk kez duyacak.
Tekstil zengini, burjuva bir aile
Henri Cartier-Bresson, Paris’e yaklaşık 35 km uzaklıkta olan Chanteloup-en-Brie’de 22 Ağustos 1908’te doğdu. Tekstil alanında önemli yatırımları olan, oldukça varlıklı Normandiyalı bir ailenin ilk çocuğuydu. Daha sonraları iki kız, bir de erkek kardeşi dünyaya geldi. Babası çiftçi kökenli olmasına rağmen, sanayi devriminde zenginleşmiş, annesinin ailesi ise pamuk ticareti yapan toprak sahiplerinden oluşuyordu. Hatta, annesinin soyunun Fransız Devrimi sırasında 1793 yılında giyotinle idam edilen Charlotte Corday’e dayandığı söyleniyordu. Corday, gazeteci ve politikacı Jakoben lider Jean-Paul Marat’nın suikastının faili olarak suçlanmış ve hüküm giymişti.
Babası her ne kadar oğlunun bir gün ailenin işini devralacağını düşünse de, Henri, resim sanatına büyük bir ilgi duyuyordu. Küçük yaşlarda eskizler çizmeye, resim yapmaya başlamıştı. Özellikle çok iyi bir ressam olan ve 1910 yılında Prix de Rome ödülünü kazanan amcası Louis’nin kendisinin resme yönelmesinde büyük etkisi vardı. Kaldı ki, dedesinin de çok iyi resim çizdiği söyleniyordu. Hatta çiftçi kökenli olmasına rağmen babası da resim sanatına ilgi duyuyor, işten arta kalan zamanlarında resim yapıyordu. Ancak, 1914 yılında büyük savaş patlak vermiş ve ona bu konuda rehberlik yapan Louis Amca, daha savaşın ilk günlerinde hayatını kaybetmişti.
Aile, çok varlıklı olmasına karşın Henri’yi bol parayla şımartmak istemiyordu. Yine de herhangi bir para sıkıntısı olmaması onun resimle daha çok ilgilenmesine olanak verdi. Henüz 19 yaşlarındayken, kübist ressam ve heykeltraş Andre Lhote’nin özel sanat okulunda eğitim almaya başladı. Bu dönem, Bresson’un dünyaya bakış açısı şekilleniyordu. Dostoyevski, Schopenhauer, Rinbaud, Nietzsche, Freud, Proust, Joyce, Hegel, Engels ve Marx okuyor, felsefe ile sanat arasında bağlar geliştiriyordu. Bu dönem aldığı eğitim için Henri Cartier-Bresson, hocası Lhote’nin kendisine “kamera olmaksızın” fotoğraf öğrettiğini söyler. Ancak, 1924’te başlayan “gerçeküstücü” hareketle Bresson, Lhote’nin “kural yüklü” yaklaşımında bir eksen kayması yaşar ve o dönem popüler olan “fotoğraf gerçekliği”nden etkilenir. Bir anlamda “iki arada bir derede” kalan Bresson, bu fırtınalı kültürel ve politik ortamda sanatsal olarak olgunlaşırken, özümsediklerine bir ad koyamaz, ifade edemez ve erken dönemde ürettiği birçok resmi de yok eder.
Sanat, edebiyat ve İngilizce öğrenmek için 1928 yılında İngiltere’ye Cambridge Üniversitesi’ne gider ve bu konularda kendini geliştirir. Fransa’ya geri döndüğünde askere alınır. Militer bir karakteri olmadığı için askerlik dönemi çok zor olur kendisi için. Hatta anılarında şöyle der:
Düşünsenize elimde Joyce’un bir kitabı ve omuzumda asılı bir tüfekle ben…
Ev hapsi cezasıyla değişen bir hayat
Hayatının dönüm noktası denilebilecek bir tesadüfle olayların akışı mecburi askerlik hizmeti sırasında değişiverir. Ruhsatsız olarak avlandığı gerekçesiyle Henri’ye ev hapsi cezası verilir. Ancak o sıralarda Fransa’da hayatını sürdüren Harry Crosby adlı bir Amerikalı, komutanı birkaç günlüğüne Henri’yi kendi gözetimine vermesi için razı eder. Kendisinden on yaş büyük olan bu Amerikalı entelektüel adamdan etkilenen Henri, Harry’nin kendisine hediye ettiği Kodak Brownie fotoğraf makinesiyle fotoğraf çekmeye başlar. Bu onun ilk fotoğraf makinesidir.
Aslında hikayenin buraya kadar olan kısmı hemen herkes tarafından bilinmektedir. Ancak, birazdan okuyacaklarınız pek de yüksek sesle dile getirilmez nedense… Öncelikle, daha 21 yaşındaki Henri’nin hayatına giren ve hediye ettiği fotoğraf makinesiyle onun bir “duayen” olmasına bir anlamda neden olan Harry Crosby kimdir, ona bir bakalım.
Boston’un multimilyarder banka zengini bir ailenin ferdi olan Harry, kelimenin tam anlamıyla ağzında gümüş kaşıkla doğmuştur. Dünyanın en zengin finansçılarından biri olan J.P. Morgan’ın karısının yeğenidir. Birinci Dünya Savaşı’na katılmış, daha sonra askerlik görevine sıhhiye bölüğünde devam etmiştir. Annesine mektup yazarak, Jack Amca’nın (J.P. Morgan) bu savaşa müdahil olmasını ister. J.P. Morgan da, Almanya’ya karşı savaşmaları için İtilaf Devletleri’ne o günün parasıyla 1,5 milyar dolar (Bugün yaklaşık 25 milyar dolar) ödünç para verir. Yani, Harry’nin Jack amcası aslında savaşın da en önemli sermayedarlarından biridir.
Ancak Harry, savaş gazisi olarak ABD’ye döndükten sonra Boston’un “mavi kanlı” sosyete dünyasında o dönem çokça konuşulan büyük bir skandala neden olur. Kendisinden altı yaş daha büyük ve o zamanlar adı Mary Phelps “Polly” Jacob olan evli ve iki çocuklu bir kadınla ilişkiye girer. O dönemlerde, o toplumda çok eleştirilen bu ilişkinin yaşanmasına neden olan kişi de Harry’nin annesi Henrietta Crosby’dir aslında. Çünkü bir çay toplantısında konuşmasından çok etkilendiği bu kadının oğluna refakat etmesini, ona bir şekilde eğitim vermesini özellikle o istemiş ve onu aile pikniğine davet etmiştir. Zaten her ne olduysa da bu piknikte olmuştur.
Şampanya, afyon, kokain ve haşhaş alemleri
Harry, sevdiği kadın için dedikodulara, eleştirilere karşı durur ve her şeyi göze alır. Mary Phelps Jacob, o dönemlerde ciddi alkol sorunu olan kocası Richard Peabody’den boşanır ve Harry ile evlenir. Harry, aslında kadını kendisiyle evlenmemesi halinde intihar edeceğini söyleyerek ikna eder. Tabii, bu skandalın gölgesinde yaşayamayacakları için yine devreye Jack Amca girer ve Harry, J.P. Morgan’ın Paris şubesine tayin olur. Yaklaşık bir yıl kadar bankada çalıştıktan sonra, görevini bırakır ve hayatını, şair, yazar, yayıncı olarak devam ettirmeye karar verir.
Montparnasse’ta “bohem” bir hayat sürmeye başlarlar. 1920’lerin Paris’inde, uyuşturucu ve cinsel özgürlük sanat dünyasını kasıp kavurmaktadır. Şampanya su gibi akar, afyon, kokain ve haşhaş çılgın partilerin olmazsa olmazıdır. Harry, Polly’yi adını “Caresse” olarak değiştirmeye razı eder. Aslında daha önce “Clytoris” adı üzerinde düşünürler ama, Caresse’ye karar verirler. Çift, açık bir evlilik yaşıyor, cinsel anlamda istedikleriyle birlikte oluyor ama birbirlerini de ölesiye seviyorlardır. Aşk ve cinsellik onlar için birbirinden farklı iki kavramdır zira. Devrinin çok ötesinde düşünen bir kadın olan Caresse, bugün milyarlarca kadının kullandığı sütyenin de mucididir.
1926 yılında Harry Crosby, Ernest Hemingway ile tanışır ve salınan boğaların önünde koşmak için Pamplona’ya giderler. 1928 yılının başında Harry ile Caresse’nin Black Sun (Kara Güneş) Yayınevi’nde Hemingway’in “The Torrents of Spring” adlı kitabını yayımlarlar. Black Sun Yayınevi, dönemin “aykırı” sayılabilecek tüm sanatçılarına kucağını açmıştır. Hemingway’den sonra, Edgar Allan Poe, Louis Aragon, Charles Bukowski, Albert Camus, Paul Eluard, Henry Miller, Anais Nin, Pablo Picasso ve Jean-Paul Sartre’ın eserleri bu yayınevinde basılır.
Çift, daha sonra, orta çağdan kalma bir değirmeni satın alarak burayı restore ederler ve “Le Moulin du Soleil” (Güneş Değirmeni) adını vererek burada yaşamaya başlarlar. Birçok ünlü şair, yazar, ressam ve sanatçının ağırlandığı bu değirmenden devşirme malikanede Henri Cartier-Bresson’un da gelecekteki hayatı da yeni bir yön kazanır.
İlk fotoğraf makinesi ve “açık evlilik”
Henüz 21 yaşında olan Henri-Cartier Bresson, komutanını gözetimi için razı eden Harry ile vakit geçirmeye başlamıştır. Özellikle Kodak Brownie ile fotoğraf çekiyorlar, Le Moulin du Soleil’i ziyaret eden sanat dünyasının isimleriyle felsefi münazaralar yapıyorlardır. Bu sırada 37 yaşında olan Harry’nin eşi Caresse, Henri’nin aklını başından alır. Sıklıkla vaktini Crosby’lerde geçiren genç adam, bu “açık evlilik” müessesinin ortaklarından biri haline gelir. Kocası Harry’nin de onaylamasıyla Caresse ve Henri arasındaki ilişki boyut değiştirir. Cinsellik, felsefe, sanat, yeni heyecanlar ve elbette ki fotoğraf… Bresson, kendisi için yeryüzü cennetine ulaşmıştır. Her şey çok güzel giderken, zaten intihara meyilli olan Harry Crosby, 1929’da kendini ve Josephine adlı evli sevgilisini öldürür.
Henri Cartier-Bresson’un Caresse ile ilişkisi iki yıl daha sürer, ancak daha sonra terk edilir. Kalbi kırılan Henri, uzaklara gitmeye karar verir ve Fransa’nın bir Afrika sömürgesi olan Fildişi Sahili’ne doğru yola çıkar. Bresson, Macar fotoğrafçı Martin Munkacsi’nin kendisine göstermiş olduğu “Tanganika Gölü’ndeki Üç Erkek Çocuk” fotoğrafından etkilenmiştir. Bir yandan bu egzotik dünyayı keşfetmek, bir yandan da iki yıllık ilişkisinin bitmesi üzerine yaşadığı aşk acısını unutmak istemektedir. Hatta gördüğü bu fotoğraf, resim yapmayı bırakmasına ve tamamen fotoğrafa odaklanmasına neden olmuştur.
Afrika’ya giderken Kodak Brownie’nin yerine daha küçük bir fotoğraf makinesi edinir: Bir Fransız markası olan Krauss. Dişli tekeri olmayan 35 mm’lik bir film kullanan Bresson, bu yolculuğu sırasında Afrikalı yerlilerle birlikte kırsalda yaşar ve bir yıl boyunca bir sürü fotoğraf çeker. Ancak bu dönemde kara humma hastalığına yakalanır ve ölümden döner. Hatta, çok ateşi olduğu bir gün babasına yazdığı mektupta cenazesinin nasıl yapılması gerektiğini, nereye gömülmek istediğini vasiyet eder. Sağlığına kavuşup Fransa’ya döndükten sonra, bir yıl boyunca çekmiş olduğu fotoğraf filmlerini tab eder ve büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Çünkü seyahati boyunca çalılıklarda yatıp kalkmış; tropikal iklimin nemi filmlerine nüfuz etmiştir. Birçok negatifte eğrelti otlarının izlerini görür.
Marsilya’da Leica ile tanışır. Beklediği kadar küçük ve bir o kadar da dış koşullara karşı dayanıklıdır. O gün neredeyse yaşamı boyunca kullandığı tek lens olan 50 mm’le birlikte bir Leica sahibi olur. Yeni fotoğraf makinesi kendisini sokakta adeta görünmez kılmıştır. Bu durum o kadar hoşuna gider ki, 1932’de belki de bugün adına sokak fotoğrafçılığı dediğimiz kavramın ilk ürünlerini çıkartmaya başlar. Nitekim, “Kritik An” deyimiyle birlikte özdeşleşen, St. Lazare Garı’nın arkasında çektiği su birikintisinin üzerinden atlayan yansımalı adam fotoğrafı da yeni kamerasının ilk ürünlerinden biridir.
Aslında bu fotoğrafın hikayesini de şöyledir: Garın arka tarafında dolaşan Bresson, burada işçilerin inşaatta çalıştıklarını görür. İnsanların inşaat alanına geçmesini engellemek için tahta perdeler konulmuştur. Birkaç gündür yağan yağmur alanda göllenme yapmış, çalışanlar da ayakkabılarının su almaması için suya konan merdiven, tahta kalas benzeri cisimler üzerinden yürümeye gayret ediyorlardır. Orada bulunduğu sırada bir çalışanın merdivenin ucuna doğru geldiğini görür ve karşıya atlayacağını hissederek, elindeki Leica’yı tahta çitin arasından içeriye sokar. İşçi atladığında deklanşöre basmıştır. İşte “kritik an” budur!
Son söz
Bazıları tarafından “magazinsel” olarak yorumlansa da, çağımız fotoğrafçılığına ilham veren bir karakterin olgunlaşmasında, yaşadığı önemli dönüm noktalarının yeri yadsınamaz. Dönemin skandallarla anılan ismi Harry Crosby’nin bu genç delikanlıya neden bu kadar yakınlık göstermiş olduğu hala bir muammadır. Üstelik Crosby, Birinci Dünya Savaşı’nı da bir anlamda finanse etmiş olan J.P. Morgan’ın yakın akrabasıdır. Kendisinden 6 yaş büyük, evli, iki çocuklu bir kadınla birlikte olduktan sonra dedikodulardan uzaklaşmak adına Fransa’ya gelmeleri ve burada bir yayınevi kurmaya karar vermeleri ilginç bir tesadüftür. En önemlisi, Crosby’nin Henri’ye ilk fotoğraf makinesi olan Kodak Brownie’yi hediye etmesi ve onunla birlikte fotoğraf çekmeye başlamış olmasıdır.
Henri Cartier-Bresson, iyi eğitim almış, entelektüel bir genç olmasına karşın, felsefi açıdan gelişimini biraz da Crosby’nin evinde karşılaştığı dönemin “aykırı” yazarlarına, sanatçılarına ve düşünürlerine borçludur. Dönemin cinsel özgürlük külliyatının önemli isimleri olan Henry Miller, Anais Nin ve Charles Bukowski, Crosby’lerin yayınevinde eserleri basılan yazarlardır. Öte yandan, o günlerde kendisinden 16 yaş büyük olan Caresse ile yaşamış olduğu aşk da bu olgunlaşma döneminin önemli adımlarındandır. Çünkü elinde bir fotoğraf makinesi ile Fildişi Sahili’ne gitmesinin nedenleri arasında yaşadığı aşk acısının yeri büyüktür.
Kaldı ki, Macar fotoğrafçı Martin Munkacsi, kendisine bir fotoğraf gösterdiğinde artık resimden uzaklaşıp fotoğraf çekmeye karar verir. Nitekim, ölümden döndüğü Afrika’da bir yıl boyunca çekmiş olduğu fotoğrafların birçoğunun tropik ortamdan etkilenip bozulması onu Leica’ya yönlendirir. Marsilya’da Leica satın aldıktan sonra sokaklarda bir fotoğrafçı olarak özgür olduğunu hisseder. Hatta “kritik an”ı da bu fotoğraf makinesiyle keşfeder…
Hayat yolculuğunda yaşadığımız küçük tesadüfler, karşılaşmalar, doğru zamanda doğru yerde olmanın bu akışı nasıl değiştirdiğine ve bir efsanenin yaratılmasına en iyi örneklerden biridir Henri Cartier-Bresson’un bu yaşadıkları…
Yaşadığımız aşklar, çılgınlıklar, acılar, dostluklarımız, kavgalarımız bizi oradan oraya sürüklerken bir yandan da olgunlaştırır.
Hepinize hayat yolculuğunuzda ışıklı ve bol fotoğraflı günler diliyorum.
Bize Ulaşın