Düşünce ile Dil Arasında
Ölmemek için direndiğimiz, her türlü ekonomik zorluğa rağmen hayata tutunmaya çalıştığımız, bir sürü varyanta sahip iki ayaklı virüslerin etrafımızı maddi manevi kuşattığı bu iğdiş edilmiş takvimde musibetlerden uzak durmaya çalışarak insanlık ve ahlakla aşılayacağız kendimizi. Biliyoruz hiçbir şey eskisinden daha iyi olmayacak ama tükenen umutlara inat, var oluşumuzu sanat ve kültürün plazmasını oluşturan bilgilerin üzerinden yeniden kurgulayacağız.
Bugünü yaşayacağız. Geçmişi düşünecek, gelecek için planlar yapacağız. Tıpkı fotoğraf gibi -şimdiki- anlarda var olacak ama gelecek zamanlarda anlaşılacağız. Araya ara girdikçe, fotoğraflarımızla zamana çelme taktıkça, her şeyi daha iyi anlayacağız. Durgun görüntüye uzun uzun baktığımızda, biriktirdiğimiz tüm bilgilerin yavaş yavaş belirmeye başlayıp fotoğrafların üzerini sihirli bir bulut gibi kaplamasıyla her şey eskisinden daha kavranır olacak.
Dil, ifadenin en önemli aracıdır. Tüm sesler ve görüntüler sonuçta anlaşılıp kıyaslanabilmek için dil düzleminde var olmak zorundadır. İfade ise düşüncenin dışavurumudur. Konuşmanın belirli bir mantığı oluşturması için o dildeki sözcükler ve onların anlamları üzerinde daha önceden fikir birliğine varılmış olması gerekmektedir. Bilgi bu birliğin sessiz yemini gibidir. Bu önkoşullar yerine getirildikten sonra kültürün yayılması sağlanabilir.
Bazen dil düşünceyi yansıtma konusunda yetersiz kaldığı için yöneldiği alan ile bağlantı kuramaz. Bunun için ciddi bir pratik gereklidir. Bazen de olgunlaşmamış düşüncenin varlığı dili ve dolayısıyla da seslendiği kitleyi yaralayacaktır. Muhatap olduğu grubu -eyleme dönüştüğünde- zarara uğratan düşüncenin faydasından söz etmek olanaksızdır. Eylemsiz düşünce görünür olamaz ve eylem geleceği zamansız biçimlendirir.
Felsefe ise sistematik düşünceyi yükseklere taşıyan bir alandır. Düşünce, bilgi üzerinden, yani biriktirilmiş veriler üzerinden yol alır; toplanıp düzenlenir, zaman içinde mayalanır ve kültüre dönüşür. Düşüncenin anlam kazanması için üç boyutlu yani katı hal alması gerekir. Sanat yapıtları bir düşüncenin estetik ifadesi anlamında gelişkin örnekler olarak sanat tarihinin seçkin parçalarını oluşturur. Bu bağlamda sanat yapıtı ve sanatçının varlığı da yetmez, kesinlikle iyi bir izleyici kitlesine gereksinim vardır.
Sanat tarihi, sanat için yapılmış eylemlerin kategorize edilmiş ve kayıtlara düşülmüş halidir. Bu tarih sadece hatırlananların değil unutulanların da tarihidir. Günü geldiğinde birileri daha önce gündeme gelmemiş, kıyıda köşede kalmış kişi ve yapıtları ele alarak yepyeni bir alternatif sanat tarihi oluşturacaktır. Dönem de buna hazırsa eğer, sanat dünyası sahneye yeni çıkacak yapıtları kucaklayacaktır. Bu, tıpkı yapılan kazılarda çıkan arkeolojik buluntuların bir şehrin geçmişini ve dolayısıyla insanlık tarihini daha gerilere götürmesiyle benzerlik taşımaktadır. Çoğu kez buluntuları yeniden tarihlendirme mutluluğu, insanın ilerleme heyecanı bile gölgeleyip ikinci plana atacak güçtedir.
Teknolojiyle Koşan Fotoğraflar
Sanatın her dalında olduğu gibi fotoğrafçıları da farklı kategorilerde ele almak mümkündür. Onları “doğuştan” fotoğrafçılar ve “sonradan olma” fotoğrafçılar diye basit anlamda iki gruba ayırabiliriz. Doğuştan gelen fotoğrafçılar, ilginç bir yeteneği bünyelerinde taşırlar. Hem düşünceleri hem de çektikleri fotoğraflar üzerinden büyük bir ilgi uyandırırlar. Bunlar da kendi içlerinde ikiye ayrılırlar. Bir kısmı çalışma azimleri, süreklilikleri ve konuları ele alma biçimleriyle çok üst noktalara gelirler. Bu grubun ikinci türevi olanlar ise yeteneğine yaslanıp çalışmamayı kendilerine düstur edinir, saman alevi gibi sönüp giderler.
Sonradan olma fotoğrafçılar ise hislerinden öte akıllarıyla fotoğrafçı olmaya karar verenlerdir. Ne de olsa diğer sanatlara göre fazlaca yaslandığı teknolojinin olanaklarından dolayı fotoğraf en kolay biçimde altından kalkılacak bir daldır. Üstelik olmuş veya olmamış, ilk bakışta tüm fotoğraflar birbirlerine benzediği için başlarda pek sorun yaşanmayacaktır. Sonradan olma fotoğrafçıların çoğu beyhude çabalayıp şanslarını zorlarken -ki bunlar resimden müziğe edebiyattan seramiğe şanslarını denemişlerdir- bu grubun az sayıda fotoğrafçısı da çalışma azimleri ve inatla kendilerine yer edinip fotoğrafta isimlerini duyuracaklardır. Günümüzde fotoğrafa faydası olan fotoğrafçıların ciddi bir kısmı bu gruptan çıkmaktadır.
Elbette fotoğrafçı olmak için fotoğrafa erken yaşta başlamak ya da fotoğraf eğitimi almak ön koşul değildir. Ama bu yolda ilerlemek isteyen ve belirli bir noktaya hakkıyla gelmek isteyenler için bu iki konu çok önemlidir. Sanata ait olan bilgiyi üretimde kullanılabilir hale getirmek için uzun zamana yayılan bir öğrenme ve sindirme dönemine gereksinim vardır. Üretimin “nitelikli” sanata dönüşmesi ancak böyle mümkün olabilir. Dünyaca ünlü birçok sanatçının yaşarken bu mutluluğu tadamamalarının nedeni budur: Geç gelen şöhret!
Sanatın geçici bir heves olduğunu sanmak ve yaşam döngüsünün bir bölümünü tamamladıktan sonra ben sanat yapacağım, fotoğraf çekeceğim, gösteri yapıp sergi açacağım demek, eline gitar alıp konser vereceğim, CD yapacağım demekten farklı değildir. Oysaki fotoğraflardaki benzerlik müzikteki gibi değildir. Sıradan bir izleyici müzikteki yanlış basılan notayı duyarken, aynı nitelikteki bir fotoğraf izleyicisi aynı aksamayı göremez. Zira göz, sesleri iyi duyan bir kulak kadar hatayı ayırt edemez. İşte bu yüzden, koordinatları belli olmayan sıradan birçok fotoğrafçının yeterli niteliğe sahip olmayan fotoğrafları bu kategoriden daha yukarı çıkamazlar.
Kimi tekniğe yüklenir, yaşadığı çevreyi elindeki fotoğraf makinesi ve “fotoğraf bozma” programları ile işleyerek kendini melez bir fotoğraf anlayışının yalvacı ilan eder, kimi de Faust’u yoldan çıkarmaya yeminli Mefistofeles gibi içinde sakladığı kötülük tohumlarını saçarak çevreyi karıştırır. Bazı insanlar bunların arkasından gider. Olan bitenin farkına vardıklarında ise çok geçtir. Fotoğraf tarihi bu tarz birçok örnekle doludur ve kuyuya düşenin sesine bir sürü insan gelir. Sanat ciddi bir iştir, geçici sevdalara benzeyen amatör heyecanlarla karıştırılmamalıdır.
Zamanla Koşan Fotoğrafçılar
Fotoğrafçı zamanı iki türlü yakalamak zorundadır. İlki anları bir enstantane ya da durağan bir yapı üzerinden fotoğrafa dönüştürerek; ikincisi ise çekilen fotoğrafları elden geldiğince sahnede tutabilerek bunu yapacaktır. Bugün anlam ve teknik olarak yeterli nitelikleri taşımayan fotoğrafların çekiliş amacı sadece bireysel bir merakın uzantısı olarak kalacaktır. Fotoğrafçı, gördükleriyle çıkanların arasındaki farkı anlamak adına bu deneyleri yapıyorsa hiçbir sorun yoktur ama yeterince olgunlaşmamış fotoğrafları ısrarla ortama sürüyorsa bir karmaşa yaratma ihtimali çok fazladır.
İnsan var oluşunu ispatlamak için üretim yapmak zorundadır. Sanat sonsuzluğu hedeflerken, bazı insanlar ancak yaşadığı günleri kurtaracak işleri üretme yoluna giderler. Sorun da tam bu noktada başlar. Bu insanlar, tribüne oynarlar, güncele yaslanır ve pop olarak nitelendirilen kolay anlaşılır işlerin dolaşımına ağırlık verirler. Zihinsel bağlamda daha az tecrübeye sahip bir kitlenin beğenilerine hitap ettikleri için kısa sürede büyük ilgi çekerler. Fotoğrafın bütünü bir yanıyla Venedik Karnavalı’na benzer. Maske aldatır, altından kimin ve neyin çıkacağı belli olmaz.
Net ve ışık ayarı doğru bir fotoğraf çekmek için fotoğrafçı neredeyse 30 yıldır hiçbir şey yapmıyor. Oysa önceden fotoğrafçıların birçoğu ancak bu iki noktayı aştıktan sonra fotoğrafın karasularına girebilirdi. Aynı şekilde turizm olgusu henüz yokken, yollar, oteller yapılmadan önce seyahatlere gitmek bir ayrıcalıkken bu jokeri kullanan fotoğrafçı çektiği konu ne olursa olsun avantajlı konuma geçiyordu. Antik bir kent, az görülmüş bir kıyı ya da zirvesi karlı dağlar her zaman büyük iş yapıyordu. İyi fotoğraf, fotoğrafı az çekilen yerlerle ilgiliydi.
Teknoloji her türlü faydasına rağmen, düşünceyi kendi sınırlarına çekerek kısıtlıyor. Giderek tembelleşen insan, sanal boyutlarda kendisine verilen bilgiyi ilk itirazlarından sonra kabul ediyor. Kolay erişimin avantajlarıyla müdahale edilip yanlı bilgiler aracılığıyla insanın bilinçaltına sızılıyor. Geriye ellerindeki cep telefonlarının, tabletlerinin ve bilgisayarlarının bağımlısı insanlar kalıyor. Hele yaşadığımız bu pandemi döneminde insanlar, alışverişlerini dahi sanal marketlerden yaparak adeta gizli bir anlaşmaya mühürlerini vurdular.
Kitap okunmuyor, ekranlar kadar bile ciddiye alınmıyor. Kağıt üzerindeki sınırlı bilgiler yeni kuşaklar için yetersiz kalıyor. Sanal dünyanın kurduğu tuzaklara genç nesillerden başlamak üzere yavaş yavaş bütün insanlar düşüyor. İleride, tıpkı görünmeyen mitoloji kahramanları gibi kripto paraların yaygınlaşması ile insanlar arasındaki sıcak alışveriş ve buna bağlı olan sosyal ilişki de ortadan kalkacak. Artık pazarlık da olmayacak, avantajlar sitelerdeki firmaların yaptığı farklı oranlardaki indirimlerle sınırlı olacak. Birey kalmayacak. Kim ucuz satarsa ona gidecek insanlar.
Tüm şartlar ve buna bağlı olarak da incelikler değişecek. Örneğin eve getirtilen bir yiyecek o ortamın olanakları dahilinde poşetten çıkan kağıt tabak ve plastik çatal ile yenecek. Zamanında büyük bir keyifle gittiğiniz restoranın ne o güzel semti, ne havalı oturma takımları, ne albenili tabakları, ne de size servis yapan tecrübeli garsonları olacak. Size yemeğinizi iyice soğutmadan afiyetle yemek kalacak. Az sonra da sevdiğiniz dizi başlayacak. Sizden iyisi yok artık.
İş Başa Düştüğünde
Kozmik bir geçiş döneminde olduğumuz, sabrımızın sınandığı ve kaderin aslında ne olduğunu sıklıkla düşündüğümüz şu günlerde, zihnimizi daha doğru kullanmamız gerekiyor. Çağımızda yapılacak en doğru hareketin, tuzaklara düşmeden, düşüncenin kaynağından fazla uzaklaşmadan, tıpkı onun gizli teşkilâtı gibi çalışan sanatın iyileştirici gücünden yararlanmak olduğunu her fırsatta altını çiziyoruz.
Adı fotoğraf olan bu tuhaf icat, bu keyifli uğraş, yani zamanı durdurarak anlamaya çalışma gayreti tüm fotoğrafçıların yaşamlarını adadıkları kutsal bir görev gibi olmasına rağmen, fotoğrafçının birçok detayı kaçırmasını da yanında getirmektedir. İstediği anı saptamaya odaklanan fotoğrafçı ileri aşamada çekeceği fotoğrafın üzerinde dikkatini topladığında, çevresinde olup biten pek çok şeyi kaçırmaktadır.
En trajik durum ise, gergin bir biçimde yaşanan bu anlardan, çekilen fotoğrafın dışında hiçbir şeyin somut olarak geriye kalmamasıdır. Oysa bir yazar da tıpkı fotoğrafçı gibi dikkatle çevresini gözlemler ve gördüğü detayları yazmakta olduğu romanına malzeme olarak taşımaya çalışır. Malzemesi sözcüklerdir ve anlatmak istediği konuyu edebiyatıyla birleştirir. Cümleleriyle istediği gibi oynar; sözcükleri ekleyip çıkarır ve yeteneğinin izin verdiği kıvama getirir metnini. Hiç acelesi yoktur. Az önce giriş cümlesini yazdığı romanını isterse on yıl sonra bile bitirebilir.
Oysa fotoğraf klasik tanımıyla -aynanın kalkıp perdenin açılması ve perdenin kapanıp aynanın eski yerini almasıyla saniyenin küçük bir aralığında başlayıp bitecektir. Gerçi fotoğrafın dijital rönesansında ayna bile kalmamıştır artık. Fotoğrafın hammaddesi ışık ve zamandır. Anın fotoğrafa dönüşmesi -insan beyninin bildiğimiz özelliklerine göre- fotoğrafçının bilincinin devreye girmeden daha çok hislerle tanımlanabilecek bir işlemi gerektirir. Her fotoğraf ne kadar düşünülse de şansın bir aralığında görünür olur. Yakalanıp hızlıca kafesine kapatılmalıdır.
Fotoğrafçının kendi fotoğraflarına tapmasından başka fotoğraflara bakmasına fırsat kalmıyor. Artık başkalarının fotoğraflarından ilham alarak kendi fotoğraflarımızı çekmenin tam zamanı. Konusuyla ve yaklaşımıyla bize ait olduğuna inandığımız fotoğrafları çekerek ve onların üzerinde ısrar ederek fotoğrafçılığı kendi adımızla bir yerlere getirmek mümkün. Tıpkı daha iyi bir dünyanın mümkün olduğunu bilip onu kurmaya çalışmamız gibi. Kitaplar, fotoğraflar, sergiler daha fazla zamanın ayrılmasını hak ediyorlar.
Hep o küçük anlardan medet umuyoruz fotoğrafta. Tıpkı piyango çekilirken içinde numaramızın da bulunduğu torbadan adımızın çıkma olasılığı gibi. Çoğu kez çıkmıyor, kazanma şansı da iyi fotoğrafın yakalanma olasılığına eşit. Ama yine de umudu kaybetmeyip anların peşine düşüyoruz. Zihnimizde onlarca “moda” şablon. Işığı kolluyor, insanı bekliyor, ilginç çıkma olasılığı yüksek kompozisyonların üzerine gidiyoruz. Üretmenin zevkine, yeni dünyaların varlığına koşuyoruz. Verili dünyanın yettiğine inananların ve şartları kabul edenlerin fotoğrafta bir yere gelmesi zor görünüyor. Yakalayıp görünür kıldığımızda, o hep farkında olduğumuz ve yalnızca fotoğrafta kendini belli eden dünyaların varlığı ise bizleri hâlâ mutlu ediyor.
Son Yerine: Buluttandır.
Tuhaf günlerdi. Odamın balkonuna çıktım. Göğe baktım, üzerimde dolanan kuşları gördüm; hem çilemi doldurdum hem de fotoğraflarımı çektim orada. Bulutlar, sorulmamış sorular gibiydiler üzerimde. Bazen direnip rüzgâra, ebruya benzer biçimler çizerlerken gökyüzüne bazen de güneşi maskeleyip dünyayı gölgelediler. Isıtıp soğuttular, hapsedip bıraktılar; rehin aldılar, şantaj yaptılar, şiirler için sözcükler, dizeler bağışladılar. Yer yılı 2021’i vurmaktaydı. Eski fotoğraflar gibi biraz solmuş, hayli yıpranmıştık. Ah bulutlar; bir film şeridi gibi geçip gözlerimizin önünden, bize kalan günlerimizi hatırlattılar.
Fotoğraflar: Selçuk Dalgıç
Bize Ulaşın