Zülfü Livaneli ve Haruki Murakami’nin kitaplarında karşılaştığım edebiyat ve müzik üzerine benzeşen düşünceleri beni bu başlık altında yazılar yazmaya sevk etti.
Rahmetli dedesiyle ninesinin yaşadıkları evin zemin katındaki mütevazi marangozhaneyi hatırladı. Evin kot altında kalan o oda on, on beş metre kare ya var ya yoktu. Küçük arka bahçeye hemzemin odanın cam macunu özenle çekilmiş iki kanatlı ahşap çerçeveli penceresinden odaya dolan ışığın içeriyi ayna gibi aydınlatmış olmasından olsa gerek, her detayı neredeyse daldığı fotoğraftaki gibi gözünün önüne geliyordu; beyaz badanalı duvarlarının düz olmayan gelişigüzel hali, yer yer kabarıklıklar, kireç döküntüleri ve duvar köşelerinde salınan örümcek ağları… -hepsini hatırlıyorum, diye mırıldandı.
Çoğunlukla o küçük odada yalnızdı yalnız olmasına ama bazen ağzında maltepe cigarasıyla dedesini tezgâhının başında, babası misali masasında özenle çalışan bir devlet memuru gibi çalışırken bulurdu. Dedesi fotoğraftaki jeste benzer hareketlerle ağaç parçalarını seri hareketlerle kesip yontar, uç kısımlarını ya da çevresini nakışvari süslerle yakar, kaşık, çatal, yemek kepçesi, oklava, ekmek kesme tahtası, çaydanlık altlığı, sırt kaşıma aparatı vesair şeyler üretir; bu eserlerini, özenle düzerek sergilediği üç tekerlekli mavi boyalı ahşap el tezgâhında, başında kasketi, dudaklarının kenarından düşürmediği maltepe cigarası, çarşı pazar satardı.
Diğerlerini tecrübe edip etmediğini hatırlayamadı fakat kaşınmamasına rağmen sırt kaşıma aparatını denediğini, ucu mini el formundaki soğuk çubuğu atletiyle sıcak teninin arasında hissettiğinde gıdıklanma benzeri bir duyguyla içinin bir hoş oluşunu ve çocukça gülümseyişini…
Torul’dan bir nedenle göçtükleri Tokat’ın Çay mahallesinde, ustalığını da ameleliğini de kendi yaptığı kerpiçten ve kireç badanalı evlerinin zemin katındaki o odanın talaş dolu zemininin ve sağda solda istifli ağaç parçalarının buhuru içinde, fotoğraftakini hatırlatan edevatla ona da bir şeyler yaptırmıştı sevgili dedesi. Yaptırmaya çalışmıştı çalışmasına ama onun gibi yontabilmesi ne gezer. Dedesinin düz bir ağaç parçasından pürüzsüz bir kaşık kovuğu yapabilmesini görmek onun için basbayağı hayret verici bir olaydı. Sıradan bir kaşık sapının bile tornadan çıkmışvari kıvrımları olurdu. Dedesinin işleri matematiksel ifadelerle türev-integral almaktıysa, kendi yapabileceklerinin ancak dört işlem olabileceğini üzüntüyle kabul etmişti. Meğerse, başka bir zanaatten bahsediyor olsa da, Zweig’ın bir zanaatkarla beklenmedik karşılaşmasındakine benzer bir eşsiz karşılaşmaymış da farkına varamamıştı… -nasıl farkına varsındı ki o çocuk, o yaşta. Nihayetinde o da toplama-çıkarma gibi basit, becerebileceği bir şey yapmaya karar vererek -gündüz vakti kurduğu karda kayma hayaliyle- kendine derme çatma bir kızak yapmıştı. Eve dönerken de yanında götürmüş, Keskin’in uzun, kara kışlarında bolca ve zevkle kaymıştı kızağıyla bir güzel. Kızağının yanlarına gevşekçe çivilediği, hem durmasını hem de az da olsa yön almasını sağlayan bir çift el freni bile vardı. Elbette bu acemi tedbir yeterli gelmez, pek tabii annesinin ördüğü eldivenleri yırtmaya devam ederdi.
Hey gidi çocukluk anıları diye geçirdi içinden gözlerini silerken -peşimi bir türlü bırakmayan çocukluk anıları- nice derme çatma oyuncakla, sayısız anıyla dolu… Ve hey güzel yürekli, sesleri kulaklarımda saklı büyüklerim, dedi, ve beni bu duygu ve düşüncelere sürükleyen şu sıradan fotoğraflar…
Bize Ulaşın