Fotoğraf Aşkına
Teori, yeryüzünde pratik ile buluştuğunda, yani nesneler görünür olduğunda anlam kazanır. Bilim ya da sanat, konu ne olursa olsun, madde nesnel olarak gözle görülür, elle dokunulur olduğunda üzerine konuşulur. En azından sanatın klasik tanımı böyledir. Her sanat dalı farklı duyu organlarını birer eşik gibi kullansa da insanın güzel bir şey gördüğünde, öne çıkan dürtüsü dokunma arzusudur. Ama estetik parçalar olarak sanat tarihine mal olmuş tüm yapıtlar, insanlık için çoğu kez uzaktan kavramak -yalnızca bakmak- için tasarlanmışlardır.
Sevmek dokunmaktır. Desmond Morris’in kitabının adı da olan bu söylem, aslında arzu nesnesine sahip olmanın, başlangıcından bu yana en önemli göstergesinin onunla temas olduğuna işaret eder. Mutlak güzellik, sanat tarihine mal olmuş eserlerde, sanatçısının yapıta mühürlediği ve eskimeyecek olan evrensel değerdir. Bunu görmek içinse belirli bir alt yapı gerekmektedir. Sanat tarihinin doğru okunması, tümden gelerek, yapıtları ancak belirli bir soyağacı içinde ele almakla mümkündür.
Sanat yapıtı her şeyden önce haz vermelidir. Düşündürmelidir, kederlendirmelidir ya da güldürmelidir. İnsanın duygu ve düşüncelerine bir hareket getirmelidir. İşlenen konu, yaşamla ilgili olumsuz bir alanı işaret ediyor da olsa bir arınma yaratacağı için sonuçta karşı kaldığı kişilere faydalı olacaktır. Örneğin bir zulmün ya da haksızlığın işlendiği tiyatro yapıtı izleyiciyi üzecek, öfkelendirecek, vicdanıyla yüzleştirecek ama yaşam, tarih ve dünyadaki kötülüklerle ilgili olarak da düşündürecektir. Çünkü tüm olumsuz duyguların karşılığında -tahterevalli teoremi doğrultusunda- bir olumlu kavram yer alır.
Bir tek felsefe düşünsel düzlemde kalmaya mahkûmdur. İyi ki de öyledir. Yoksa, kaçınılmaz akıl yürütmelerle dolu sağlam bir beynin önünde, kendi türünden hiçbir şey yeterince duramaz. Dünya böylece sonunu biraz daha erteler. Şaka bir yana düşünce, gerçekten önünde engel tanımayan bir güçtür. Kalan her şey, düşüncenin yanında uygulamaya yönelik küçük birer araçtan başka bir şey değildir. Bu yüzden sanattan bilime kadar birçok alanda gözlem, çalışma, akıl yürütme, deneme ve yanılma gibi yöntemler uygulanmaktadır.
Fotoğraf bir sanattır. Fotoğraf belgedir. Fotoğraf bellektir. Fotoğraf değişimi belgeler. Fotoğraf günlüktür. Fotoğraf, fotoğraf makinesinin bulunduğu açıdan ve görünen üzerinden gerçeği söyler. Fotoğraf fantezidir. Bazen yakalarsın, bazen kurarsın. Kiminin mesleği, kiminin amatör uğraşı, kiminin eğlence aracıdır. Fotoğraf günümüzde ise bir alışkanlık hatta fotoğraf çekmek önlenemez bir psikolojik hastalıktır. Facebook’un, Whatsapp’ın, Instagram’ın olmazsa olmazıdır. “Ben yaşıyorum” demenin kanıtı, “Ben buraday/d/ım” demenin farklı bir yoludur.
Neden Geldim İstanbul’a?
Gecekondulaşma, köyden kente göçün sonucu ve bugünkü altyapı eksikliği olarak gerçekleşen tüm karmaşanın nedenidir. Ama tek neden bu olmayıp sistemlerin, yönetimlerin, iktidarların oy uğruna bu duruma izin vermesidir. Etnik ayrımcılık yapılırsa, baskı kurulursa, işsizlik varsa, köylü tarlasından, üretimden, dolayısıyla köyünden soğutulursa, ürünü elinde kalırsa, üretici krediler ile desteklenmezse, kentlere olan bu göçün de önü alınamaz. Umudu gurbette aramak Doğu insanının yazgısında adeta çakılıdır. Genelde memleketlerinde işgücünü ve çalışma ortamını kaybeden köylülerin ve kasabalarda yaşayanların ciddi bir kısmı, özellikle 60’lı yıllardan itibaren büyük şehirlere giderek çaresizliğin batağına düşmüş ya da illegal yapılanmaların içinde yer almışlardır.
Gecekondular aracılığıyla yeni bir harekete neden olan kanunsuz imar hamleleri ve politikacıların oy uğruna olan bitene göz yummasıyla apartmanlar çoğaldı. Bu rant kültürünün sonucunda 70’ler ve sonrasına hakim olan erkek toplumuna ait bir taşra sermayesini de yaratılmış oldu. Geleneklerini bozulmuş bir halde şehre taşıyan bu kişiler, diğer yandan da şehrin kurallarını önemsemeyerek kendileri için oluşturdukları güvenli alanlarda, bir çeşit kurtarılmış bölgede dolaşımlarını sürdürdüler. Hemşehriciliğin tavan yaptığı bu dönem, yeni bir sosyolojik yapının oluşumunu da yanında getirdi.
Artık Türk köylüsü, Haydarpaşa’dan iner inmez ona sahte tapularla satılan Gar’ın ya da karşı kıyıya ayağını basar basmaz taksitle sahibi olacağına inandığı Galata Kulesi’nin ya da Galata Köprüsü’nün acısını çıkaracaktır. Dedesinin ya da babasının öcünü alacak, iki kuşak öncesinden genetik kod olarak taşıdığı kızgınlığı çekirdek çitleyip kabuklarını atarak, mangal yakıp ateşini söndürmeyerek, piknik sonrası bütün çöplerini bırakarak ve önemlisi sistemin yarattığı boşlukları kullanarak avantaja dönüştürecektir. Doğu toplumlarında emek ve sermayenin paydası -aradaki kaçaktan dolayı- hiçbir zaman eşitlenemeyecektir. 2000’li yıllardan sonra Türkiye’de aşırı zenginleşenlerin yanında, yoksullaşan ve açlık sınırına gelen yeni bir sınıf olacaktır.
Ortak Kaderin Metafiziği
Şarkıda “Yoksulluk Kader Olamaz” ya da “Kader Diyemezsin Buna” diye geçse de sözler, ne yazık ki insanlar yakındıkları kader tarafından kündeye getirilmişlerdir: Yenilmenin, tutunamamanın diğer adı kaderdir. Masa, başkalarının açtığı hileli oyunlarda, kağıt çalan, zar tutan, tezgâh yapan insanlardan oluşmuştur. Masaya son oturan kaderine razı gelecektir. Artık, masumları da dahil tüm oyunlarda bir “üçkağıt” aranmakta, hileye hile ile karşılık verilmektedir. Oyunun tadı kaçmıştır, kazanmak için her yol mubah sayılmıştır.
70’ler insanların arabeske hem bir müzik hem de dertlere toplumsal olarak katlanma aracı, bir can simidi olarak sarıldığı dönemlerdir. Bu engin, kara ve soğuk deniz ancak sabırla geçilecektir. “Emek” beyhude, “hak” kıyısı çok uzaklarda ve üzerine doğru gittikçe, uzaklaşan bir liman gibidir. Kaderin sonunda “umut” vardır. Bu kargaşadan en zararlı çıkan coğrafya, taşı toprağı olması gerektiği gibi taş ve toprak olan, kaderini rant ve yüksek binaların çizdiği İstanbul olmuştur. 50 yılda İstanbul, eski filmlerindeki haline bakarak teselli bulduğumuz bir düş şehir haline gelmiştir.
İşte tam bu sırada müzikte arabesk çıkacak, her zaman olduğu için belden aşağı vuran sözlerinin ve ağır melodisinin etkisiyle kitleleri bulunduğu yerden aşağı çekmeye çalışacaktır. Buradaki tek davranış biçimi, kendini kuyunun içine gönüllü hapseden insanların, acının yaratığı kolektif kaderi kabullenmeleridir. Arabesk müzik burada adeta bir sakinleştirici gibidir. Bu hareketin ulaşım kısmı otobüs ile taksinin arasına giren minibüsle nasıl halledildiyse, müzik endüstrisinde de Unkapanı odaklı olarak plak ile CD teknolojisi arasında tampon görevi gören kasetle çözüm bulacaktır. Üstelik çoğu korsan olan kasetlerle arabesk söyleyen şarkıcıların bile emekleri sömürülmüştür.
Müzik böyle bir seyir izlerken ve teyplerdeki kasetler gıcırtıyla dönerken, fotoğrafçılar da boş durmamış, yaşamın şehre getirdiği çehreyi peliküle geçirmek için kendilerine yeni rotalar çizmiştir. Ara sokaklar, arka sokaklar, yan sokaklar, mahallelerdeki duvar yazıları, sokağın ortasından akan lağımlar, üst üste yapıştırılmış ve yırtılmış posterler, yarısı yıkılmış ahşap evler hep fotoğraflara konu olmuşlardır atlı arabalar, seyyar satıcılar, balıkçılar, yoğurtçular, dondurmacılar ise hiçbir şey olmamışçasına hâlâ ara sokaklarda dolaşmaktadırlar.
Yarım Yüzyıl Önce, Türkiye
70’li yılların fotoğrafının temelinde aslında bu arabesk kültürün görsel uzantıları da vardır.
Ama dönemin yapısı böyle diye, Türk fotoğrafının 70’li yıllarını arabesk olarak dile getirmek asla doğru değildir. Türkiye’de fotoğraf, hiçbir zaman bu yeni kültürü zemin olarak kullanmamıştır. Burada daha çok yoksulluk ve çaresizlik gibi durumların altı çizilmiştir. Bu sadece sokak aralarında yoksulluğun, üstü başı dökülen, burunları akan çocukların -sümüklü diye geçiyordu literatürde bu deyim- üzerinden fotoğrafçıların makineleriyle avlandığı bir dönem değil, aynı zamanda işçi sınıfı üzerinden sömürülen emeğin de görüntülendiği bir zaman dilimiydi. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ise, liberal ekonomi politikaları aracılığıyla sermaye, emeğin üzerine faşizan bir şekilde çökmüştü.
İşte iktisat ve politika ilişkilerinin tuhaf bir yapılanma ile birbiriyle sarmallandığı bu dönemde, fotoğraf da kendi yolunu çizmeye başlamıştı. Fotoğraf makinesinin yaşamın içine sokulmasıyla, fotoğrafçının kendini her şeye çözüm getiren ulvi bir kişilik olarak hissetmesi ve istemese de konularıyla arasına bilmeden koyduğu mesafe, fotoğrafa bakışta ve dolayısıyla bu görüntülerin geleceğe taşınması konusunda çeşitli sorunları yanında getirdi. Bu durumu en iyi açıklayacak sözlük “yoksulluk edebiyatı” olabilir. Ayrıca altyazı yerine, fotoğrafların arkasında sistemi eleştiren duvar yazılarının da görünmesi gerekiyordu. Sokağı kendine plato seçen fotoğrafçıların çoğu, genelde sol bakış üzerinden fotoğraflara görsel kimlik sağlama çabasına girdiler. Ama yine de konu ile fotoğrafçı arasında belirli bir hiyerarşi, objektifin getirdiği kapanmaz bir “donuk” alan vardı.
Ülke sorunlarını anlatmak önemliydi ama fotoğrafların fonunda yetersiz belediye hizmetlerinin resmedilmesi bunu ne kadar ifade edebilirdi? Derme çatma ve altyapısız kurulan mahalleler elbette birçok sorunla karşılaşacaktı. Sonra bu fotoğrafçılar neden hiç Etiler ya da Levent’e fotoğraf çekmek için gitmiyorlardı; sınıf farklarını göstermek için neden “aşağı mahallelerde” avlanıyorlardı? Fotoğrafların omurgası illa bu görüntülerden mi kurulmalıydı? Yanıtlanması gereken o kadar çok soru vardı ki… Ama bu da bir açıdan ve en azından fotoğraf aracılığıyla halk için bir bilinçlendirilme hizmetiydi.
Diğer önemli bir konu da fotoğraf makinesini eline alan kişiye, arka mahalleleri fotoğraflamak üzere bu ulvi görevin kimin tarafından ve ne amaçla verilmiş olduğuydu… Ya da bu refleksin temel kaynağı neydi? Belgelemek mi, tarihe iz bırakmak mı, bu insanların çaresizliklerini diğer insanlarla görsel düzlemde paylaşmak mı? Siyaset ve sosyolojinin garip oranlarda kesiştiğini görebiliyorduk. Üstelik bu, günümüzde bir yöntem olarak hem hakim hem de muhalif yapılar tarafından bir propaganda aracı olarak ustalıkla kullanılıyor. Siyaset sosyolojisinde etkin olan bu yaklaşım, ne yazık ki fotoğraf evrenini ileriye yansıtma konusunda pek etkili olamamış, Türkiye’de fotoğrafı doğru bir sistematiğe yönlendirememiştir.
Toplumcu-belgesel fotoğrafın başlangıcı olarak adlandırabileceğimiz elli yıllık geçmişi olan bu dönem -daha önceki resimsel Anadolu fotoğraflarını bunun dışında tutarak- ülkemizde fotoğrafçılığın bugünlere gelmesinde etkili olmuştur. Ama geriye nelerin kaldığını da sorgulamak gerekiyor. Ne yazık ki dönemi belgeleme işlevi, yaklaşımlardaki teknik ve estetik yetersizliklerden dolayı bu zaman dilimindeki fotoğrafların çoğunu günümüze kadar taşıyamadı. Biçimi dengeleyecek teknik yetersiz kalmıştı.
Fotoğrafı oluşturan fiziksel koşulların yetersizliği, ancak daha çarpıcı an fotoğraflarında kendini affettirebilir. Genelde durum saptayan fotoğrafların asgari teknik koşulları yerine getirmesi gerekir. Yoksa fotoğraf, tekniğe bağlı fiziksel ya da içeriğe bağlı estetik eksikliğinden dolayı tarihin tozlu sayfalarında yok olabilir. Bu arada, o dönemde belgesel fotoğrafın farklı yorumlarını yapanlar da bir biçimde “revizyonist” olarak damgalanarak küçümseniyorlardı. İçerik halkın malı olmuş, estetik de bir hakaret gibi burjuva sınıfına bırakılmıştı. Slogana yaslanan tüm fotoğraflar, sistemin çöküşüyle görünmez olmuşlardı. Bugünkü fotoğrafçıların çoğunun habersiz olduğu tuhaf günler yaşanmıştı ülkemiz fotoğrafında.
Geldiğimiz Yer, Geçtiğimiz Yol
Genelde çağdaş sanatta fotoğraf sadece bir araç olarak kullanılıyor ve onu gerçekmiş gibi kılan aktarma görevi üzerinden yapıtlar üzerine eklemleniyor. Yani bir düşüncenin -sanatçının düşüncesi- taşınması için fotoğrafa başvuruluyor. Ve ne yazık ki bu çalışmaların çoğunda fotoğraf tarihine ait referanslar yok sayılıyor, o fotoğraflar ilk kez o kişiler tarafından bu şekilde kullanılmış gibi bir hava yaratılıyor. Özetle çağdaş sanatta fotoğraf kullanımının çoğunlukla fotoğrafın genel yapısına ve ilerleyişine fazla katkısı olmuyor. Eskiden kullanılan karışık malzemenin yerini post-modernizm’den sonra bir görsel araç olarak fotoğraf almıştır.
Belgesel fotoğrafa gelirsek, aslında 1970’lerin kendi içindeki işleyiş mantığı doğruydu: Önce dönemin sosyolojisini irdelemekte fayda var. Sevdikleri dahil, hiçbir şeye sahip olamamış, dertlerini anlatamamış, dermanını bulamamış, sahip oldukları da ellerinden alınmış insanlar, çileli bir hicretin sonunda arabeskten başka neye sarılabilirlerdi ki. Şimdi ise sosyal medya var; kim nerede, kiminle ne yapıyor, herkes birbirinden haberdar. Dünya insanların elinin altında. Müziklerini dinliyorlar, haberleri izliyorlar, sosyal medyada fotoğraf paylaşıyorlar, oyun oynuyorlar, alışveriş yapıyorlar, vergilerini ödüyorlar, ajandalarını oluşturuyorlar. İşte parmaklarımızın ucundaki o tuhaf ve küçük dünya.
Yersizlik-yurtsuzluk ve uyum problemlerinin yanında sürekli kostüm değiştiren “sevda” hep olmalıdır. Bazen heves, bazen tutku, bazen aşk olarak da rastlayabiliriz ona. Hangi kelime yakışırsa onu kullanmalı. İnsanlar biraz da sevmenin gücü ve sevilmenin umudu ile katlanırlar dünyaya. Özlemin pelerini altında sevda ve gurbet toplaşacaktır. Kendini sevdaya ya da garipliğe vurmazsa, gözü kara ise ve kaybedeceği fazla bir şey yoksa, şansını biraz daha zorlayarak “çeteleşerek” dindirecektir yalnızlığını. Belki de kendi korkusunu ve yalnızlığını organize bir biçimde böyle bastıracaktır.
Gelelim yeni zamanlara… Son 10 senede dizi filmlerin geldiği nokta; ağalık, dayılık, mafya, suç, lüks otomobiller, yalılar ve sürekli emeksiz ve üretimsiz dolaşımda olan bir paranın ama daha da acısı insanların -ve özellikle kadınların- bir eşya gibi gösterme eğilimi ve nesneleştirilmesinden başka bir şey değil. Yine bu filmlerde kadınlara verilen kötücül ve fettan roller aracılığıyla da bu gerilimi insanların bilinçaltına sokarak dizilerin izlenmesini sağlıyorlar. Bir bakın, bu filmlerde hiç kültür ve sanatın geçtiği, ünlü bir ressamın tablosunun yer aldığı ya da bir klasik müzik veya caz parçasının çaldığı bir sahne var mı? Çok zor, belki arada yanlışlıkla kaçmıştır.
Kanallardaki müzik kliplerine baktığımızda ise, yeteneksiz bir sürü şarkıcının, garip figüranlar ordusu, tuhaf ışıklar ve anlamsız sahnelerle hava yaratmaya çalıştığını, hiçbir mantık ve kurgu bütünlüğü içinde oturmamış fikirleri, para babalarının destekleri ile kanallara ulufe dağıtarak hepsi birbirine benzeyen arabeskten bozma poptan hallice şarkılar icra ettiklerini görüyoruz. Ve bir sürü genç bunları film ya da müzik diye izliyor. Kültür bilinçli olarak bir toplumsal enkaza dönüştürülüyor ve gerçek sanatın peşinde kim ve ne varsa yalnız bırakılıyor.
Sanat yapıtından alınan haz hümanist bir olguya karşılık gelir. Bu hümanizm yok olduğunda, üretimdeki isteksizlik tüketim sırasında da bir ruhsuzluğu yanında getirecektir. Sanat insanın umudu ve coşkusu için tasarlanmış bir olgular bütündür. Eserle karşı karşıya gelindikten sonra, en azından bir arınma hissi oluşacaktır. Bunlar gerçekleşmezse yapıtın sıradan, doğada bulunan bir nesneden farkı kalmaz. İnsan eli değmemiş ve doğada bir başına bulunan hiçbir nesne bir başına sanat eseri olamaz.
Günümüzün Fotoğrafçısı Ne Söylemek İstiyor?
Bugün dolaşımda olan fotoğrafların iki işlevi vardır. Biri fotoğrafın sanatsal alanda mesajı olan estetik bir anlatım aracı olarak kullanılması, diğeri ise habercilik bağlamında olayı/durumu anlar üzerinden izleyiciye iletmesidir. Anlam yüzyılımızda giderek daha fazla önem kazanıyor ve bu da fotoğrafın ilk dönemlerinde icadından sonraki şaşkınlık atıldığında, fotoğrafa ait niceliksel bilgilerin öğrenilmesiyle var olan ilerleyişi hatırlatmaktadır. İnsanoğlu bu kim, burası neresi, fotoğraf ne zaman çekildi, diye merak ederken, diğer yandan da “Burada neler oluyor?“ sorusunu sıklıkla soruyor. Fotoğraf, bir aksiyon dönemi olan ve evrenin tüm tuhaflıklarıyla kundaklanan bu yüzyılı, insanların meraklarını giderecek biçimde, kendine ait yöntemlerle yanıtlamak durumundadır.
Günümüzde haber fotoğrafçılığı tıpkı 1950’lerde olduğu gibi dünyanın değişimine bağlı olarak yeniden önem kazanmaktadır. Trajedilerin içinde saklı duran anıtsal anlar, milisaniyelik kesitler içinde usta fotoğrafçılar tarafından ensesinden yakalanmayı beklemektedir. Ve bunların içinde fotoğrafı sarartmadan, karartmadan, portreyi uzaylı yüzüne dönüştürmeden, renklerle kıyamet kopartmadan, yarışma jürilerini çengelleyecek teknik cambazlıklara başvurmadan, yalnızca doğru noktada bulunup doğru anda deklanşöre basmakla elde edilecek inanılmaz fotoğraflar yatmaktadır. İşte bunu görmek için kültüre, sanat ve sanat tarihi bilgisine, çok fotoğrafa bakmaya, ondan daha da çok film izlemiş olmaya, teoriye ve sahada çokça olmaya gereksinim vardır. Buradaki en büyük yanılgı da teknik bilgiyi teori, belletilmiş kompozisyonları da sanatsal pratik sanmaktır. Yaklaşım biraz acımasızca olduğu biliyorum ama çok iyi hekim, avukat, siyatsetçi sayısı da sandığımızdan daha azdır.
Çekilen soyut dışavurumcu detaylardan, çağın kendisiyle bağdaşmayan pastoral manzaralardan, yapay stüdyo fotoğraflarından, kırsaldaki açık diyafram akraba güzellemelerinden, teknik cambazlıkların tecavüzüne uğrayan ölü doğalardan, mankene yaslanan moda fotoğraflarından, sahte yağmurlu cam arkası kalabalık şehir görüntülerinden, kurulmuş da kurulmamış gibi yapılan “bana bakma” fotoğraflarından izleyiciye gına geldi. Yenilik olacak ama gelenekten de farklı oranlarda kullanılmak durumunda. Bizden öncesi olduğu gibi, bizden sonrası da olacak. Bu oyun fotoğrafçı sahneye çıktığında başlamıyor, biz oynanmakta olan yüz yıllık bir oyunun içinde kısa süreliğine yer alıyoruz; tıpkı W. Eugene Smith, Henri Cartier-Bresson, Josef Koudelka gibi. Zaman kimilerine daha fazla şans tanıyor; acaba bunun nedeni bu fotoğrafçıların başkalarından daha fazla çalışıyor olmaları olabilir mi?
Dünyada fotoğrafın son durumuna baktığımızda, iki başat ideoloji gibi sanat çıkışlı olarak tümdengelim yöntemi ile yapılan fotoğrafla, sahada foto muhabirlerinin yaptığı proje fotoğrafları birbiriyle tatlı bir mücadele içinde. Peki hangi türün yıldızı parlıyor? Çalışmalara baktığımızda, sanat amaçlı üretilen fotoğraflara yaşamdan uygun oranda eklemeler yapanlar ve de belgeleme işlevini özgün bir bakış açısı ile birlikte içeriği aşmayan bir estetikle tamamlayanlar, geleceğe kalmaya aday fotoğrafçılar olacaklardır.
70’li yıllarda bin bir zorlukla sokaklarda fotoğraf çeken, filmini yıkamak için su bile bulamayan iyi niyetli amatör fotoğrafçılar, hem günlük ideolojiyi çok yakından takip etmekten hem de gerekli teknik donanıma sahip olamadıklarından dolayı birçok fotoğrafı günümüze taşıyamadılar ve bir toplumsal arşiv oluşması konusunda yeterli katkıda bulunamadılar. Fotoğraf “çekme”den çok, bir “seçme” sanatıdır ve arşiv oluşturulup korunamazsa, fotoğraf da yok demektir. Günümüzde içerik, eskiye göre teknik cambazlıklar yüzünden ne kadar boşaltılırsa boşaltılsın, bugün dijital arşiv tutmanın yararları toplumsal belleğimizin taze tutulması konusunda önemli bir umuttur.
Ve Fotoğrafın Sonu Gelir
Fotoğrafta en önemli meselelerden biri de sürekliliktir. Çetin şartlar altında, uzun bir yürüyüşün adıdır fotoğraf. Zorlu aşamaları vardır. Bir müzisyen gibi yoğunlaştırılmış bir çalışmayı gerektirir. Ama yine de her yeni gelen günde, bir önceki günden daha iyi olunacak diye bir kural da yoktur. Tıpkı bazı yazarların en başarılı ilk romanları gibi, en iyi fotoğraflarını erken dönemlerinde çekmiş olabilir fotoğrafçı. Hayatını adayacağı projeler yaparsa ve vakti gelince de çekilmeyi bilirse, doğal bir süreç fotoğrafçının lehine işler. İnsan kendi kendini fotoğrafçı ilan edemez, kişiyi tarih fotoğrafçı yapacaktır.
Özetle: Sizi ardıl ve öncüllerinizle kıyaslayacaklar, öyle bir paye vereceklerdir. Mahallenin en iyi fotoğrafçısı olmak bir şey ifade etmez. Fotoğraf düşünce ile çekiliyor, duygulardan daha fazla.
-Üstelik, iflah olmaz bir romantik olarak bunu söylüyorum.- Koskoca bir sanat tarihini yok saymayacaksınız. Bunun da bir çilesi var: Okuyup öğrenecekseniz, soy ağacını bilecekseniz, silsiledeki yerinizi bir tespih tanesi gibi kabul edecekseniz o zaman sizin de arenada olma-kalma ihtimaliniz var. Hepimiz için bu sözlerim.
Tanrı yolunuzu açık etsin. Güzel fotoğraflar ve onların ışıklarıyla aydınlansın yolunuz. Vakti gelip yeryüzünden elinizi eteğinizi çektiğinizde, emeğinizin ve çabalarınızın karşılığı olarak sizi adınızla hatırlatacak bir iki fotoğraf kalmasını dileyin, içtenlikle. Ben hepimizin yerine diliyorum. En azından güzel anılarla taçlanmış bir hayat ve deneyimleriniz kalır geriye. Güzel insanlar tanımış olursunuz. Ustalarınız çıraklarınız, hayranlarınız ve elbette düşmanlarınız olur. Her şey yolunda giderse sergileriniz, kitaplarınız da olur: Hocam, ustam derler.
Arabeskten bize kalan, birkaç kafiyeli söz dışında yalnızca umuttur. Bizim umudumuz laboratuvarda üretilmedi, paraya endekslenmedi, şiirle, resimle, tiyatroyla, müzikle kutsandı. Her yaş grubu ve eğilimden fotoğrafçı arkadaşlarım, bu yazı aracılığıyla hepinize canı gönülden keyifli bir fotoğraf yaşamı dilerim. Partiler üstü insanlık ve soy fotoğrafın peşinde olan dostların bu yazıyı bağırlarına basacaklarına dair inancım sonsuz. Sorunlarla dolu fotoğraf tarihimizin kıymetini bilelim. En azından kendimizle baş başayken maskemizi çıkaralım. “Bizim acımız, bize yeter.”
Sizleri tanıdığım için kendi adıma çok mutluyum. İyi ki fotoğraf beni seçmiş, ben de fotoğrafı.
Fotoğraflar: © Emin Özmen – Magnum Photos
Merhaba sevgili Merih Akoğul,
Fotoğraf/fotoğrafçılık üzerinden müthiş bir dönem ve toplumsal kişilik okuması olmuş bu yazı.
“Orta yolcu”luk ya da senin benzetmenle “minibüsçülük” ülkeyi sanatta, siyasette ve hayatta evrensellik yerine yerelleştirilmeye ve mediokrasiye mahkum etti.
Gelinen nokta tam bir dekadans.
Ustaca bir dönem saptaması. Düşüncene sağlık.
Emin Özmen’in fotoğrafları da müthiş ve konuyla harika uyum sağlamış.
Sevgiler, sağlıklı günler…
Hatice Ezgi Özçelik
Sevgili Hatice,
Güzel yorumun için teşekkür ediyorum.
Ömrümüz makas değiştirirken, şöyle bir manzaraya bakalım dedim.
İFSAK Blog yazıları bana güzel bir ivme verdi.
Sonu kitap olacak.
Yüreğine sağlık.
Emin Özmen ise müthiş bir fotoğrafçı. Söylediklerimizin adeta bir özeti.
Sevgiyle.
Oldukça yararlı ve zevkli bir yazı, teşekkürler. Kitaba dönüşecek olması güzel haber. …belletilmiş kompozisyonları sanatsal pratik sanmak… … kişiyi tarih fotoğrafçı yapacaktır… …özgün bir bakış açısı ile birlikte içeriği aşmayan bir estetikle tamamlayanlar, geleceğe kalmaya aday fotoğrafçılar olacaklardır. Bizim umudumuz laboratuvarda üretilmedi, paraya endekslenmedi…
Bülent Bey,
Güzel sözleriniz için çok teşekkür ederim. Çok düşünüp uzun bir süreçte yazdığım bir yazı oldu.
Tanık olduğum tüm tarihi gözden geçirdim. Teşekkür ediyorum yorumlarınıza.
Selam ve sevgi ile.
merhaba,
çok güzel, düşündürücü, etkili bu yazı için teşekkürler.
birçok cümleniz üzerinde uzun uzun düşünmek haz verdi bana da… örneğin;
“Sanat yapıtı herşeyden önce haz vermelidir. Düşündürmelidir, kederlendirmelidir ya da güldürmelidir”
“Sanat yapıtından alınan haz hümanist bir olguya karşılık gelir”
ayrıca, tanığı olduğumuz, tanığı olmak ne kelime, bizzat öznesi/nesnesi olduğumuz, toplumsal-kültürel değişim süreçleri içinde, sanatın, fotoğrafın yerine dair saptamalarınız çok değerli geldi bana.
tekrar teşekkürlerimle,
levent
Levent Bey,
Gerçekten de haz almak ve sonucunda arınmak sanatın temel içgüdüsü.
Okunmak, anlaşılmak ve bunu duyuyor olmak da müthiş bir keyif benim için.
Çok teşekkür ediyorum ilginize.
Sevgiler, selamlar.