Tuzak Haberler
Yeni ve sürprizlerle dolu bir dünyaya hoş geldiniz. Bir zamanlar bilim kurgu filmlerinde ütopik bir huşu içinde merakla izlediğiniz ve sabırsızlıkla gelmesini beklediğiniz günlerin içindesiniz. Artık iletişim kanallarınız sonuna kadar açık. Öde internet faturanı; ister cep telefonundan, ister bilgisayarından, istersen Sümerler ile aynı kaderi paylaştığın gelişmiş tabletinle açıl sanal âlemin okyanusuna.
En ciddi gazeteler, gündemi belirleyen haber kanalları, yandaş ya da alternatif, her adımı mayınlara döşenmiş bir tuhaf sosyal medya sizi kucaklamak için tarafınızdan tıklanmayı tetikte bekliyor. Kolun bacağın kopmadan, peşine bir reklam takılmadan ya da bir marka kötü bir ruh gibi sana tebelleş olmadan çıkılması imkânsız bir masal ormanı gibi ilerlediğin yol. Karşılığında da, düşürüldüğün her tuzaktan sonra muhatabına armağan ettiğin küfür dağarını bir kez daha geçiriyorsun aklından. Yakın bir zamana kadar ne kadar sabırlıydın sen.
Oysa eskiden gazeteyi elimize alır, istediğimiz sırayla hangi haberlere bakmak istersek o şekilde ilerlerdik. Güne ve gündeme bağlı olarak farklı rotalar izlerdik. O fotoğraflara bakar, gazeteci olmayı ve gazetelerde fotoğraflarımızın çıkmasını hayal ederdik. En çok spor muhabiri olmak isterdik elbet. O kocaman teleobjektifler bizi çok cezbederdi. Dünyanın geniş açıya nispeten uzak durduğu, uzağı yakın eylemenin revaçta olduğu günlerdi.
Kağıttı; onlarca insanın emeği vardı üzerinde. Ele gelirdi. Kokusu genzi okşardı, yoldaşı ekmeğe sarılıp birleştiriverirlerdi kuvvetlerini, eve gelinceye kadar o kısa yolculukta. Marketler işgal etmeden önce mahalleleri, bakkala ya da gazete bayiine gider, sergilendiği yerden kendimiz alırdık gazetemizi. İlk değen olmak ve kimseyi dokundurmamak işin raconuydu. Kahvaltıyı bitirmeden gazeteye bakmayarak -erkenden alınmış ayakkabısına bayram sabahından önce giymeyen çocuk gibi- kendimizi tatlı bir işkencenin içine sokardık.
Her tarafını hatta reklamlarına kadar detayıyla okurduk. İki üç saatimizi alırdı bir gazeteyi okumak. Bugün hâlâ o bilgilerle ve yorumlarla hayatımızı idame ettiriyoruz. Haberlerin bir asaleti, bir doğruluğu vardı. Üzerlerini ise kendilerine ve savunucusu oldukları görüşlere göre yorumlardı gazeteler. Abartı olurdu ama gerçekler pek değiştirilmezdi. Ya da gençtik, saftık; buna inanmayı seçmiştik. İnsanların sağduyuları daha yüksekti. Televizyonun siyah beyaz günlerinde seyrettiğimiz o güzel filmleri de asla unutmadık. Ama yaşadığımız şu günlerde yalan haberlerle bilinci yok olmuş, dizilerle ters evrim geçirmiş, futbolla hadım edilmiş, düzeysiz magazin programlarıyla tokatlanan izleyicilerden olmamak için televizyonu açmıyoruz bile.
Bedavaya Bir Şey Yok
Kalpazanlar hep vardı. Adli vakalar, adi vakalardı. Organize işler habis bir ur gibi yayılmamıştı dünyada. Tek kanal televizyon ve beş altı gazeteyle pek algı yönetimi yapmak da mümkün değildi. Sağduyu, kitle imha silahlarıyla dumura uğratılmamıştı, beyinler böyle yıkanmamıştı, insanlar henüz şoklanmamışlardı. Hipnoz ve telkin, nifak ve şantajla böylesine yer değiştirmemişti. Yine de goygoycusu çoktu bu âlemin. O günlerde yaşananlar gerçek, bugün yaşadıklarımız ise -ters- ütopyaydı. Yoksul ama umutluydu insanlar.
Gazete haberlerinde genellikle gördüğümüz, işlerin kandırma, yankesicilik, tehdit, bul karoyu al paracılar ve tantanacılar üzerinden yürütüldüğüydü. Çoğunlukla ihtiraslarına kurban olup kendi rızalarıyla tuzağa düşerlerdi insanlar. Bazen açıktan para kazanma vaatleri, bazen de güzel bir kadının cilveleri olurdu bu tuzağın peynirleri. Yine de en ustaları Galata Köprüsü’nü, Galata Kulesi’ni satarlardı Haydarpaşa’da, İstanbul’a gelip şaşkınlıkla trenden inenlere. Tüm parasını kaybeden o saf insanın bir yemini ve hıncı olurdu diğer insanlara karşı. İşte şimdi onların torunları acıtıyor canımızı. Dedelerine, babalarına yapılanların lanetiyle aramızda dolaşıyorlar. Geçilmedik köprülerin paraları vergilerimizden cebren alınıyor. Aleyhimize çalışan yayın organlarına faturalarımızdan ulufe ödüyoruz. Deli Dumrul, soyut bir söylence kahramanı değil. Yoklamada “mevcut” görülüyor.
Onlardan alıyoruz bataklık üzerine deniz kumundan yapılmış, demiri eksik, kolonu kesik ve şakülsüz yapılmış evleri. Şehri mahvedip öçlerini alıyorlar. Onlar makamlara geliyor, köşe başlarını tutuyorlar. Fabrikalar kuruyorlar, devlete sızıyorlar, çeyrek akılla ve hınçla politika yapıyorlar. Birleştirmeye değil ayırmaya çalışıyorlar; huzura barışa değil, kavgaya düşmanlığa kağıt açıyorlar. Umudu, inancı ve yaşama sevincini yok ediyorlar; içilmemiş kahvelerin kapanmamış fallarına tekinsiz yorumlar yapıyorlar. Ne teşbihin anlayışını vermiş Tanrı onlara, ne de tefsirin sağduyusunu. Masalların kötü kahramanları gibiler. Zaten masalların çoğu kötülüklerle örülmemiş midir? Kendi cehennemlerinde yanıyorlar; vicdanlarının acısına, kalplerindeki ağrıya ve ruhlarındaki sıkıntıya bizi de ortak etmeye çalışıyorlar.
Eskiden fotoğraf, şimdi olduğu gibi birden göğe yükselmez, çekildikten sonra uzun süre dolaşımda kalırdı. O zamanlar şimdiki gibi görüntü çöplüğü de oluşmamıştı. Önce karanlık odada film yıkanıp fazlalıklarından arınarak kutsal yolculuğuna başlardı. İyi fotoğraf kendini daha kontakt baskıdan belli ederdi. Seçerek çeker, daha acımasızca çoğunu eledikten sonra bir iki tanesini basardık. Film kıymetliydi, her kare tanığı olunmuş bir andı ve fotoğraf bizim için sonsuza dek yaşaması gereken bir organizmaydı. Büyüyüp gelişip çoğalmalı ve mümkün olduğunca çok insana ulaşmalıydı. Kısacası fotoğraflara bakacak bir topluluğa daima ihtiyaç vardı.
Müjde; İnternetin Güvenli Sularındayım
Bir haber arıyorsun, önce bir reklam çıkıyor; onu ekrandan atacak ve her sefer ayrı yere konulan, seni ters köşeye yatırmaya yeminli çarpı işaretini ararken, reklamın radyasyonu ile baş başa kalıyorsun. Sistemleri kuranlar bunu başarı zannediyorlar. Bana bu şekilde varlığını gösteren zorba reklamların tanıttığı ürün ya da hizmeti satın almadığım gibi onları kara listeye alıyorum. Olaya benim gibi bakan ve reklamcılığın faşizminden uzak duran yüzlerce insan tanıyorum. Evet, reklamın kötüsü de vardır. Hele istemediğin anlarda karşına çıkan her reklam kötüdür.
YouTube’da bir filme bakmak da aynı riskleri taşıyor. Ekranın başında bir sızma harekâtı sırasındaki kurbağa adam gibi değilseniz eğer, sonsuza kadar reklam denizinin serin sularında mahsur kalabilirsiniz. Ve hemen karşınıza çıkan ibare size -reklamlarla kesilmeden filmlerimizi kesintisiz izlemek için- “Premium” programa geçme önerisi ile birlikte bir de fiyat teklifi getiriyor. Siz de hiç beklemediğiniz bir anda bu ibare ile kalleşçe tuzağa düşürüldüğünüzü fark ettiğinizde kendinizi çaresiz hissediyorsunuz.
Evet, kapitalizm kötüdür ve sizin tutkularınızdan sonsuza dek yararlanacaktır. Sosyal medyadan, sizi hiç ilgilendirmeyen reklamlardan, bu trol ve provokatörler ağından kurtulmanın tek yolu, kötülüğün bir virüs gibi yayıldığı sanal ortamlardan elden geldiğince kaçmak, yani bilgisayarı kapatıp cep telefonlarını da yalnızca konuşmak için kullanmak olacaklar. Yoksa yapay zekayı bir körün köpeği gibi yanınızda dolaştırmak zorunda kalacaksınız. Ben kendi adıma asla televizyon izlemiyorum. Instagram dışında hiçbir platformda yokum; belki bu illetten de yakında kurtulurum.
Dilde var olan her sözcüğün muhakkak bir nesne ya da kavram olarak somut karşılığının olduğunu felsefeden biliyorduk. Zira neye baksam ya da evde bir konu hakkında konuşsam onun reklamları geliyor. İnternet varsa kaçışınız yok. Bu bir bilim kurgu filmi değil; kesilen ormanlarımız, kirlenen havamız, kimin tükürüp kaçtığını çok iyi bildiğimiz deniz salyalarıyla lanetlenen kıyılarımız gibi gerçeğin ta kendisi. Düşmanın başımızı okşayarak bize güzel sözler söylediğine aldırmayın, bizler sonuçta onun kucağındayız.
Nerede O Eski Hamamlar
O zaman da sana hunharca kese atarlardı ama ardından şefkatle sabunlarlardı. Sırtına bir şaplak o seansın bittiğini haber verirdi. Buharların içinde soft bir David Hamilton fotoğrafı gibi görünürdü her şey. Soğuklukta nefeslenirdin, gazozunu içer ayakkabını bile boyatırdın. Havluyla kurulayanın da olurdu. Ama şimdi soruyoruz, nerede eski hamamlar, hoyrat tellaklar, “Ben Ruhi Bey Nasılım”a girmemiş ama sırasına bekleyen havlucular… Umut yerinde ama coşkumuzu bitirdiniz.
Ve nerede, çok uluslu ülkelerin gazlı içecek darbesiyle taca çıkardığı çocukluğumuzun eski gazozları. Bize iğrenç süt tozundan mamul ilaçlı sütü dayatan, ağızları tat almayan vicdansız yetkililer. Hepsi bir hayal mi şimdi! Öfkemiz, o süt taklidi yapan, öğürerek içtiğimiz, teneffüslerimizi cehenneme çeviren sıvının yan etkisindendir. Sizin sömürgeci tavrınıza karşı dinmek bilmez, psikoterapi seansları sırasında çıkan haklı öfkemizdir. Bize çok pahalıya mal oldunuz. Umarım o beyaz sıvının magmasında taksiratınız affedilmeden yok olmuşsunuzdur.
Yine de kızgınlığım, bunları akıl eden misyoner dış mihraklara değil, bir halayık kaypaklığıyla önüne getirilen her şeyi, varlığını sürdürmek adına kabul eden, işgüzar ruhlarıyla devlet işi yapmaya kalkanlara. Hürriyetimiz sizlerin zürriyetsizliğinizle sekteye uğradı. Her tuhaf fikri yetersiz aklınızla bağrınıza basarken “Köy Enstitüleri”ni yaşatmama telkinlerini emir bildiniz; celladına aşık işbirlikçiler olarak. Sonrası mı; tereddütle yaşayıp, elinizde patlayan vicdanınızla korku içinde öldünüz.
Komünizm resmi olarak sona erdi; Sovyetler Birliği dağıldı. Dünya kapitalizmin pençesindeyken, herkes malı götürme derdine düştü. Paylaşımla, bölüşmeyle işiniz olmadığını biliyorduk. Emek, hak ve özgürlük sözcükleri de sizi daima korkutmuştu. Zira bu sözcüklerin yeryüzünde anlamlı karşılıkları vardı. Şimdi ise bunun yerine insanları korkutmak ve kendi çıkarlarınızı kollamak için yeni korkular inşa ediyorsunuz. İnandığınız düşman var olmasa da bir gün sizi yok etmek için belirebilir.
Deyimler ve atasözleri ne kadar doğruyu söylese de ben kendi adıma bunların insanları rencide ettiğine inanırım. Hata çoğu kez, durumu iyi olanların daha zorda olanlara bir saldırısı gibi görürüm ve genelde söylememeye gayret ederim. Ama bir kısmını ara ara kullanmak istediğimi de itiraf edeceğim. Bunların başında “Eski tas, eski hamam” geliyor. Böyle günümüzdeki gibi değişeceğine, hiçbir şey değişmeseydi, keşke şarkıdaki gibi “Hep Böyle Kal”saydı.
Fotoğraf ya da Geçici Varoluşumuz
Her şey ne de güzel başlamıştı. Yarışmalara giriyorduk, ödüller alıyorduk, yavaş yavaş yazılarımız, fotoğraflarımız yayınlanmaya başlamıştı gazete ve dergilerde. Hocalarımızla, ustalarımızla karşılaşıyorduk sergi açılışlarında; yeni arkadaşlar ediniyorduk davetlerde. Büyük heyecan ve keyif duyuyorduk. Güzel anılarımız, sohbetlerimiz oluyordu. Hep birlikte, adına fotoğraf denilen yüksek bir dağın görünmez basamaklarını çıkıyorduk adeta.
Şimdi vefa duygusu olmadan, bir silsileyi, bir geleneği hiçe sayarak büyüyor bir kısım fotoğrafçılar. Ne aldıkları bir el ne de verecekleri bir yer var. Köksüzlüğün bir erdem, geçici hevesin de sanat sayıldığı zamanlardayız. Herkes istediği fotoğrafı anında çekip hiçbir filtreden geçirmeden paylaşabiliyor. Ve sosyal medyada o fotoğraf, hava sahasına girmiş olan herkes tarafından görülebiliyor. Artık herkes birbirinden haberli. Eskiden on ya da yüz fotoğrafa ulaşma şansımız varken şimdi on binlerce ya da yüzbinlerce fotoğrafa ulaşabiliyoruz. Dünya gözlerimizin önünde, fotoğraf ayaklarımızın altında. Elde en gelişmiş fotoğraf makineleri olmasına rağmen, ne eskisi gibi tarihi eserlere, ne arkeolojik kalıntılara, ne insanlara, ne de doğaya eski özenle bakılıyor. Temiz kalana değil, kirli olana yöneliyor objektifler. Sakin bir Zen duyarlılığından ya da sükut dolu bir manzaradansa, postmodernizmin külleri altında kalan yaralı bir Anka’nın başını okşamayı yeğliyor insanlar.
Dünya değişiyor, değişti de. Görünmeyen güçler tarafından bilinçle kurulmuş bir kaosun beşiğinde sallanıyor herkes. Ne bildiğinizi, kim olduğunuzu ve ne düşündüğünüzü anlamak istiyor o görünmez yaratık. Dünya kütüğüne irat kaydetmek istiyor sizi. İnternet ortamı tuzaklarla dolu. İnsanlar orada safça dolaşırken bir tuzağa düşürüldüğünde ya da parası pulu alındığında anlıyor bu sahte iletişim yalvacının hayatlarını nasıl değiştirdiğini. Fakat genellikle çok geç oluyor.
Bitmiyor bir türlü… İşleri potansiyel olarak kötülük yapmak olan hiçbir maça alınmamış delikanlılardan ve mahallede geçimsizliğiyle nam salmış kızlardan oluşan trol taburları peşinize düşüyor. Yüzünü asla görmediğiniz, çakma hesaplarla yeşeren provokatörler bilinçaltınızı pırıl pırıl temizleyip oraya zehirli bitkilerini ekiyorlar. Büyür, meyvesini de verir elbet; elinizden düşürmediğiniz cep telefonunuzla bu bitkileri her gün gübreliyor ve özenle suluyorsunuz. Evet sizin tohumlarınızı hadım etmişler, o yüzden yaşadığınız her şey mevsimlik. Geçmişi olmadığı gibi gelecek vaadi de yok. Bugünü kurtarsın yetiyor. Kurtuluyor da…
Dikkat Mayınlı Bölge
Mayınlanmış bir sosyal medya bizimkisi… Siz, saf bir çocuk gibi aradığınız haberin ardından koşarken -ki zaten hepsi yanlı ya da yalan- tuzaklara yakalanıyorsunuz. Kaybolan ahlak, ilan sayfalarında aranıyor. Dürüstlük yerlerde sürünüyor, hatta sözlükten çıkarıldığı rivayet ediliyor. Hiçbir şeye güvenemiyorsunuz. Abartılan her şey yalan. En çok reklam veren en kötü yiyeceği satıyor. En özensiz tasarım o markada. Olsun, fotoğrafı, videosu güzel ya; bize fotoğrafı yediriyorlar hamburgeri değil; mankeni gösteriyorlar, pantolonu değil.
Bilgisayarımız üzerinden soyuyorlar bizleri. Evimizin içine giriyorlar. Beynimizi yıkıyor, zihnimizi tutsak ediyorlar. Hesaplarımızı ele geçiyorlar. Bize güvenen dostlarınızdan para istiyorlar. İnsanların korkularından yararlanıyorlar. Savcılıktan arıyoruz diyorlar; toplumun devlet korkusunu kullanıyorlar. İnanıyor temiz yürekli dürüst insanlar, mikropların oyuncağı oluyorlar. Mağdur oluyorlar, hasta oluyorlar. Sadece maddi kayıpları olmuyor, inançlarını da kaybediyorlar.
Günümüzün sosyal medya faşizmi, danışmanların, içerik üreticilerin bu firmalara verdiği akılda. Biz hep suyun altındaki balığa atılır diye bilirdik trolü; oysa değilmiş, hayatın içindeymiş trol. Evet, çöpler atılır. Metan gazı birikir. Çöp patlar, yangın çıkar. Sonra her şey unutulur, hayat eskisi gibi devam eder. Kimse kimseye bedava bir şey vermez. Düşene bir kez daha vurulması adettendir.
Neyse, bizim işimiz fotoğrafla… Sokakta mesai yapan fotoğrafçılara, tüm değişimlerin yaşandığı bu garip çağda, önemli görevler düşüyor. Gelecek kuşaklara, belge üzerinden estetik bir dille bilgi aktarımı yapacak sokak fotoğrafçıları, kendi kameralarından olup biteni izleyen vakanüvislerdir. Sokağın nabzını onlar tutacak, bulundukları noktalardan tanık oldukları anları tarihe miras bırakacaklardır.
Fotoğraflara bakmak, hem geçen anların farkına varmak, hem de son iki asırda olup biteni anlamak açısından çok önemlidir. İnsanlık tarihi, başlangıcından bu yana çok kötü dönemler geçirdi. Hepsinin altından kalkmasını da bildi. Ama en fazla 180 yılını bu anları fotoğraflayarak hafızaya alabildi. Virüsün ve her türlü kötülüğün insanı tutsak ettiği bu günlerde, geleceğe bilgi aktarımı için fotoğrafçılara çok şey düşüyor. Belgelemenin yanında sanat küçük bir ayrıntı olarak kalıyor.
İnsanlar, mekânlar, kostümler, inşaatlar, kıyılar, parklar, binalar, taşıtlar, pankartlar, sloganlar çağın yaşanmış ve kaçınılmaz dinamikleri olarak geleceğe kalmak zorundalar. Paydalar eşitlenip benzer fotoğraflar birbirini götürdüğünde, işte gerçek fotoğraflar o zaman ortaya çıkacak. Çöp gidecek, gerçekler kalacak. Akıllıyız ama kötülük karşısında birer çocuk gibi safız. Her dalın olduğu gibi fotoğrafın da sahtekârları, bezirgânları, goygoycuları türedi. Olsun, aldırmayın.
Neyse, şimdi dans saati: Öyleyse boş verin yazdıklarımı; söyleyin şarkınızı, edin dansınızı. Okunduğu gibi yazdık, üstelik çoktan seçmeli. Yeni bir mecra buluncaya kadar, hoşça kalın.
Öyleyse başlıyoruz…
- Riko riko riko
- Yu ken rili dans
- Cozefina cozefina
- O no o no o no no no no
- Rasputin (Boney M. ölmeyecek)
- Bradır Lui (Modern Talking de…)
- Um konto di fadas
Fotoğraflar: Emre Çakmak
Instagram: emrecakmak.tr
Bize Ulaşın