Başlarken biten
Bir yıl daha geçti. Dünya en tuhaf dönemlerinden birini daha yaşadı. Denizler kurudu, buzlar eridi. Dünyanın iç organları hasar gördü. Yer sarsıldı, sel bastı, ormanlar yangınlarla kavruldu. Kozmik enerji kötülükle yeniden yoğruldu. Sanal dünyanın gönüllü köleleri olmayı çoktan kabul etti insanlar. Herkes elindeki nesnelerinin çarmıhına gerildi. Emek ile tüketim arasındaki oranlar yeniden ayarlandı. Yaşamın yeni kara-borsası oluştu.
Fotoğrafçılar için durum biraz daha farklıydı. Onlar şanslıydılar. Fotoğraf makineleri, insanların yalnızlıklarını paylaştıkları, kendilerini yeniden var ettikleri, özlemlerini giderdikleri ve ruhlarını rahatlatıp yansıttıkları nesneleri oldu. Sır saklıyorlardı ama gerektiğinde söylenmesi gerekeni de cesaretle söylüyorlardı. Karanlık kutu üzerinden geçmişi, geleceğe taşıyorlardı.
Kimi fotoğrafçılar en gelişmiş dijital fotoğraf makinelerini alıyor, kimileri de en ilkel makinelerine bayat film arıyorlardı. Dün ile bugün, analog ile dijital tatlı bir savaş halindeydiler. Önemli olan sonuçtu: Yakın geçmişimizde anında görüntü vermek için tasarlamış Polaroid fotoğraflar bile yansıttıkları eksik teknikle yepyeni bir estetik anlayışın temsilcisi olmuşlardı. Kendinden çerçeveli o güzel fotoğraflar, yıllar içinde uçup soluklaşan renkleriyle bize hayatın geçiciliğini ve insanın ölümlülüğünü nasıl da ustalıkla anlatmışlardı.
Fotoğraf ne güzel bir icattı. Birbirlerini hiç tanımayan her alandan ne çok insanı bir araya getirip adeta akraba yapmıştı. İnsanlar buluşup çekim yapmaya gitmişler, en küçük molaları bile fotoğraf üzerine konuşmalarla geçirmişlerdi. Fotoğrafçılık insanın yüreğini heyecanla kuşatan, her türlü alışkanlığından vazgeçiren ve fotoğraflara baktıkça yayılan bir virüstü. Hepimiz hastalanmıştık. Bütün kapıları açan bir mantra gibi “fotoğraf” sözcüğünü zihnimize kazımıştık.
Usta olarak bellediğimiz, onlar gibi olmak istediğimiz fotoğrafçılar vardı. Kimi siyah beyaz bir dünyanın kapılarını aralamış, kimileri rengârenk bir evrenin gizleriyle büyülemişlerdi bizleri. Kimi stüdyosundan çıkmıyor, kimi sokaklarda dolaşmaktan bıkmıyordu. Sadece doğayı evlerimize getirenler de vardı, çektiği portrelerle tüm yaşamını yüzlerin gizemini göstermeye adayanlar da… Kimi yıldızları yakınlaştırmış, kimileri de makro dünyanın gizleriyle tanıştırmıştı bizleri. Ustaların işlerine baktıkça kim gibi olmak istediğimizi ve nasıl fotoğraflar çekmemiz gerektiğini biliyorduk artık.
Çalışacaktık. Sevdiğimiz fotoğrafçıların limanlarına yanaşacaktık. Kurslara, okullara giderek eğitim alacak, yarışmalara katılacak, sergi açma ve kitap yayınlatma gibi hayallerimizi gerçekleştirmek için inançla çalışacaktık. El alırken el de verecektik. Yaşamımızın geri kalanında etkilendiğimiz fotoğrafların gizlerini çözmeye çalışacaktık. Söz vermiştik fotoğraflara yalnızca bakmayacak, onu yan disiplinlerden yararlanarak okuyacaktık. Sonra da çekilecek fotoğraflar için gizli tanık olarak çağrılacağımız günü bekleyecektik.
Gidişat
Geçmiş geleceği belirliyor. Hele üç kuşaktan oluşan bir döngüyü takip ettiğimizde, etkilenilen kaynakların gizlilik izni bitiyor ve her şey gün ışığına çıkıyor. Yapılan her davranış, suçlar ve hatta sanat bile yeniden değerlendiriliyor. Eski kitaplar bile telifsiz basılıyor. Belki nesneler eskiyip yıpranıyor, yeryüzünden siliniyor fakat hakikat sonsuza dek ışıyor. Ama davalar düşmüş, insanlar ölmüş ve devinimin bir halkası da kopmuş oluyor. Durumu değerlendirenler, çoğu kez yaşanan olayların tanıklarından oluşmuyor.
Herkes durmaksızın karşısındakine öğüt veriyor. Aklına gelenleri, doğru bildiğini sandığı bilgileri hiçbir elekten geçirmeden sıcağı sıcağına sosyal medya üzerinden paylaşıyor. Hiçbir konuda başarılı olamamış bu kişiler, kendilerinden daha zavallı insanlara bunları haince bir iştahla zerk ediyorlar. Onlar da çaresizliklerinin ve bilgisizliklerinin karşılığını, kendilerine anlatılanlara inanarak ödüyorlar. Boşluklardan yararlanan bu insanların bir kısmı egosunu tatmin ediyor, bir kısmı da ekonomisini oluşturuyor. Sosyal medya, bir grup bilinçsiz kullanıcıya kaza anındaki atılan can simidi gibi mucizevi bir biçimde yetişiyor. Oysa hâlâ engin bir denizin içinde gelecek geminin umuduyla beklemektedir kazazedeler.
İnsanlığın dünyayı algılama biçimi ve muhakeme yeteneği özellikle cep telefonunun yaygınlaşması ile farklı kulvarlara doğru yöneldi. Yılarca felsefenin de içinde bulunduğu düşünce sistemleri ile gelişen insan zihni, çağımızda adeta bir bataklıkta yok olmak üzere. Eğitimin cehaletle yer değiştirdiği günümüzde, özellikle bizim gibi yazıdan daha çok sözlü geleneğe bağlı olan toplumlarda cehalet bir virüs gibi yayılmakta. Oysa Doğu’nun genelde kulaktan kulağa yayılan güzel sözlü geleneği yıllarca bu toplumun bilgelik yolundaki omurgasını oluşturmamış mıydı?
Mobil olmak, hareket halinde bulunmak insanlığa yaramadı. Ne yazık ki pilin icadı insanlığın neredeyse sonunu getirecek. Kitap okunarak değerlendirilen zaman, bugün farklı mecralardaki gereksiz bilgi ve yorumlar izlenerek geçiriliyor. Koca adamlar, süslü hanımlar, dersten çıkmış öğrenciler toplu taşıma araçlarında 6 ile 12 yaş arasındaki çocukları oyalamak için yapılmış oyunları oynuyor, renkli kareleri, küçük kutucukları boşluklara yerleştiriyorlar. Bunlar masum olanları üstelik; şiddetle örülmüş, sözde kötüleri öldürüp yok etmek için tasarlanmış ellerinde silahları olan milislerin olduğu daha nice oyunlar bulunuyor.
Cep telefonları, sigaradaki dudak tiryakiliğine benzer bir takıntı yarattı insanların üzerinde. İnsanlar telefona bakmadan duramıyorlar. Eylem düşüncenin yerini aldı. Cep telefonlarının taşınabilir olması ve internet erişiminin her alanda yayılması bu alışkanlığın katlanmasına ve insanların müptela olmasına neden oluyor. Beyinleri yıkanıp kuzudan koyuna dönüşen insanlar, sürü halinde onları yeni ağıllara sürecek çobanlarına davetiye çıkarıyorlar.
Geçmiş zamanın patikalarında
Cahile özgürlük ne yazık ki fazla geliyor. Akla gelen her şeyi yapmak özgürlük değildir. Bu noktada karşılıklı anlayış ve saygı şarttır. Bir insanın özgürlüğü, diğer insanların özgürlüğüyle kapı komşusudur. Aynı çiti kullanan ortak bahçeleri vardır. Gerçek bir anlaşma zemini için ruhun eğitimi kaçınılmazdır. Bu eğitimin en güzel ve doğal yollarından biri de sanattır. Bilgi üzerinden kültüre gidilirken sanatın tünellerinden geçerek hedefe varış süresi kısaltılır.
Sanatın dünyadaki serüvenine baktığımızda ya önceden yapılanlarla bir uzlaşma ya da daha sık olarak hâkim güçlerle çelişmenin sonucunda yapıtların üretildiğini görüyoruz. Sanatçı -gerçek olanlarından söz ediyoruz- çoğu kez tüm hayatını vererek üretimini gerçekleştirir. Aç kalır, toplum dışına itilir, yaftalanır ama yine de bildiğini söylemekten, onu şiirlere, resimlere, fotoğraflara, müziklere dönüştürmekten geri durmaz. Yaptıklarına inanır ve asla ödün vermez. Gelecek zaman dilimlerinde anlaşılma olasılığının daha yüksek olduğunu bilir. Çalışır, şansına güvenir ve inancını da kaybetmez. Sistemin parçası olmak sanatçıyı öldürür. O ölmeyi değil, kalmayı hedefler.
Sosyal medyanın yükselişiyle bilinçsiz insanların arenayı doldurması arasında doğrudan bir bağ vardır. Günümüzde kontrolsüz fikir beyanının adı özgürlük oldu. Özgürlüğün doğru anlaşılmadıkça insanların zararına olduğunu, kitle iletişim araçlarının kullanımının doruğa çıktığı son yirmi yıldır uzantılarıyla birlikte görüyoruz. Otorite kavramı anlamını yitirdi. Bilgiye ulaşmanın sistematik yolu olan eğitim iğdiş edildi. İnsanın beynini zorlamayan her veri onu geriye götürmeye mahkûmdur. Bilinç işlevini yapmadıkça, hurafelerle çevrilmiş bilinçaltı sanrılar aracılığıyla her türlü sistemi yok sayarak bir mikrop gibi çevresine yayılacaktır.
Her ikisi de birer bilim olan iktisat ve siyaset, toplumumuzda her geçen gün futbol fanatizminin bile önüne geçerek en üst sıraya yerleşiyor. Böylece insanın evrimi ile ilgili her disiplin uzaklara itiliyor. Sadece kaderin bir türevi olan tevekküle yaslananlarla haksız kazananlar arasındaki koca bir alan yok ediliyor. Ortaya yakın bir noktada aynı çatının altında eşitlenmesi gereken insanlar çoğunluk olmalarına rağmen yok sayılıyor, hatta siliniyorlar. Umut yitirildikçe sessizleşiyor insanlar.
Hak ve adalet, emek ve kazanç tüm dünyada hiç olmadığı kadar değersizleşiyor. Herkes en kısa yoldan ve hiç çalışmadan bir yere gelmeye çalışıyor. Çalışma ile elde edilecek hiyerarşi anlamını yitiriyor. Unvanlar bol keseden dağıtılıyor, insanlar hak etmedikleri makamlara getiriliyorlar ve en acısı da bu durum artık doğal olarak kabul ediliyor. Çocukken hiçbir oyuna alınmayıp kenarda bekletilmiş iktidarı gasp eden kompleksli güruhun baskıları yüzünden, çaresizliğin burçlarında çilelerinin dolmasını bekliyor insanlar. Bir Brecht daha gelir mi yeryüzüne, uyandırmak için onları acaba? Patikaların büyük yollarla birleşebileceğini dünya tarihinden biliyoruz.
Korku ve titreme
Sanki herkes saçını lunaparkın insanı komik gösteren, güldüren aynalarında tarıyor. Sonra da otoyolların sağ şeritlerinde, kırmızı mavi çakarlarıyla donanmış bir türlü aklanamayan kara arabalarıyla diğer insanların haklarını gasp ederek üstelik sirenleriyle de adeta“İsrâfil’insûr”u gibi kendi cehennemlerinin kapısını açmak için vakitsizce üflüyorlar. Gaspın adının yazgı olarak nitelendirildiği tuhaf günlerden geçiyoruz.
Herkes diğerinin hakkına saygı gösterse böylece kendi alanlarının sınırları da doğal olarak oluşmaz mıydı? Adalete uymayan davranış biçimlerinin çoğalmasıyla herkes kendi kurallarını koyacak ve insanlık denilen o kadim tren rayından çıkacaktır. Erdemli insanların varlığıyla oluşan kolektif ahlak, ona uyup dikkat edilmesi sonucunda daha uzun yaşayacak ve insanların haklarını koruyacaktır. Bilinenin aksine insanların haklarını kanunlar değil, yine insanlar korur. Adaletin birimlerine ancak anlaşmazlık olduğunda başvurulur.
Çevresinde kaba kuvvete dayalı gerçekleşen olaylara yeterince müdahale edemeyen uygar-düşünce insanı ne yapacaktır? Yıllarını verdiği ruh eğitimini unutup kaba gücün bir uygulayıcısı mı olacaktır? Savunma sporları için bir hoca mı bulacak yoksa bir silah mı satın alacaktır? Keşke hayat bilgisayar oyunları ya da filmlerdeki gibi yol izleseydi ama ne yazık ki bu mümkün değil. Kitap okumak, müzik dinlemek, müzeleri gezmek terapilerin en güzel yolu. Sanat, nesnel dünyamızdan çıkıp başka uzaylara açılmak için birer rampa görevi yapıyor bizlere.
Duyarlı insanların bir kısmına gittiği konserler, izlediği sergiler, okuduğu kitaplar yetmiyorsa, ne olacak? O da cesaretlenip herhangi bir sanat dalında üretim yapabilir mi acaba? Araştırsa, incelese, okuluna gitse, eğitimini alsa, nitelikli bir üretim gerçekleştirebilir mi? İlgi, merak, zaman ayırma, iddialı olma, hayatını adama, şans; sanata giden yolda ne kadar çok olasılık beklemektedir sanatçı adayını. Sanat, duyarlı insanlar için gönüllü yakalanılan bir kapan gibidir. Tutsaklığı haz verir.
“Sanat bilinmeyene doğru çıkılan bir serüvendir.” diyordu yıllar önce okuduğum kitaptaki bir cümlede. Ve bugün bu sözün ne kadar doğru olduğunu bir kez daha anlıyorum. Gerçek sanat sürprizlere daima açıktır. Çoğu kez o disiplin kişiyi seçer, sonra da işleyeceği konunun işaretlerini verir. Sanatçının bundan sonraki hayatıda neyi, neden ve nasıl yaptığını gerekçelendirip teorik bir düzleme çekme çabasıyla geçer. Yapılan her sanat yapıtı ona ait olan teknik/biçim ile bir konu/anlatım dengesi üzerinden hareket eder. Sanatın bütünü hangi dal olursa olsun bir kompozisyon kurmakla ilgilidir. Sonrası arkadan gelecektir.
Fotoğrafın gizli görevi
Fotoğraf çağımızın en önemli kurtarıcısıdır. Yeryüzüne farklı bakışa açıları oluşturmak ve yeni ifadeler sunmak için inmiştir. Her devinimin sonucunda oluşan değişim fotoğrafın değerini artırır, eskiyen ve yok olan her şey fotoğrafın primini yükseltir. Borsası, belgeselden uzaya kadar her yerden beslenir. Bazen doyumsuz bir manzaradır, bazen baktıkça güzelleşen bir ölü doğa. Bazen bir çıplağın üzerinde ışıyıp parlar, bazen de bir portrede solup gider.
Fotoğrafın çıktığı günden bu yana daima gördüğünü göstermeye ant içmiş bir inanmışlık ve aynı zamanda da asaletle taçlanmış bir kibirle dolaştığı bilinir. Ressamlara rakip olarak gelmiştir fotoğrafçı, ışığı arkasına, makinesini önüne alacak ve hayata anlam vererek açısına giren her şeyi ölümsüzleştirecektir. İddiası ressamları korkutmuş, onlar belirli bir süre köşelerine çekilerek yeni akımlar için kuluçkaya yatmalarına neden olmuştur. Resmin 19.Yüzyıl’daki rampası kesinlikle fotoğraftır.
İnsanoğlu, günümüzde eskisinden daha büyük bir varoluş mücadelesi vermektedir. Sahip olunması gereken nesnelerin çoğalması sonucunda toplum içindeki sosyal hiyerarşiyi gösteren bir biçim anlayışı hâkim olmuştur. Giysiler, saatler, çantalar, ayakkabılar, cep telefonları, bilgisayarlar, kapitalist düzende robotlaşan insanların göstergeleri olmuştur. Modanın da ötesinde, her tasarım objesinin bağlamını aşan bir görevi vardır. Gösteren ile gösterilen arasındaki ilişki, toplumu oluşturan bireylerin konumlandırılmasında önemli bir yapı taşıdır.
Sosyologlar, belirli tipolojiler üzerinden aldıkları kesitlerle doğru analiz yapmak için toplumun farklı katmanlarını dikkatle incelerler. Onlarla anketler yapıp, soruları cevaplandırmalarını isterler. Buradaki en belirleyici özellik kültürel yapıdır. Bilginin temellenip biriktiği havuz olan kültür, belirli tarih ve coğrafya okumalarını da yanında getirir. Irk, dil, din her zaman başat olan göstergelerdir. Tuttukları takım ve oy verdikleri siyasi parti de önemlidir. O kahvehanelere neden giderler, o motosikleti kullananların özellikleri nelerdir, o saç tıraşını kimler yaptırır, kitap okurlar mı, hangi müzikleri dinlerler, en çok izledikleri televizyon programı nedir?
Oysa fotoğraf soru sormaz; fotoğrafçı elinde fotoğraf makinesiyle bazen bir ağacın arkasına gizlenir, bazen konunun ortasına süratle dalar. Bulunduğu açıdan -her türlü yanılsamaya açık da olsa- gerçekleri göstermeye gayret eder. İnsanlar, görülmesini istemedikleri hiçbir şeyin fotoğrafa kaydedilmesinden hoşlanmaz. İyi niyetli olmalarına rağmen varlığıyla bazılarının canını sıkar fotoğrafçılar. Eğlenceler, panayırlar, lunaparklar, şenlikler, bayramlar, konserler insanların yaşam dolu ve pozitif fotoğraflar çekmesi için en uygun konu ve mekânlardır.
Gün gelir, nesne kaybolur. Eski köşk yıkılır, yaşlı ağaç kesilip yol açılır, arsaya koca bir apartman dikilir. Artık yerinde, anılar yumağına karışmış zamanlar ve ayrıntılarından emin olunmayan görüntüler vardır. Adına arşiv dediğimiz, geçmişi geleceğe taşıyan, özenle ve belirli bir düzen içinde saklanmış o görüntü imparatorluğunda kim bilir dünyayı yeniden inşa etmek için nasıl veriler bulunmaktadır. Fotoğrafçı anların mimarıdır. Onun gördüklerini bu zenginlikte henüz kimse görmemiş ve gösterememiştir. Eğer bir gün dünya batarsa, fotoğrafları sayesinde küllerinden bir kez daha doğacaktır.
Bize Ulaşın