Bu yazı, İFSAK Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Grubu‘ndan Zuhal Ateş tarafından hazırlanmıştır.
*******************
John Berger, 5 Kasım 1926’da Londra, İngiltere’de dünyaya geldi. İngiliz yazar, sanat eleştirmeni, G. isimli romanı 1972 yılında Man Booker Ödülünü kazandı. Berger, mesleki kariyerine ressam olarak başladı. 1940’lı yılların sonlarında doğru Londra’da birçok sergiye katıldı. Bir diğer önemli kitabı ”Yedinci Adam” (A Seventh Man)(1975), düzyazıyı, şiiri ve fotoğrafı birleştiren üslubuyla Avrupa’daki Türk göçmen işçilerinin durumunu konu alır. Berger bu kitabı için fotoğrafçı Jean Mohr ile çalıştı. Göçmen işçilerin içindeki parçalanmışlığı yansıtan bu eser şiirsel yazınla politikanın gergin bir çatışması, kopup yeniden buluşmasıdır. Berger, ”Yedinci Adam” için şöyle diyor:
Bir yazar olarak en büyük doyumu hissettiğim anlardan birinin ödüllerle filan hiçbir ilgisi yok. İstanbul’daydım ve arkadaşlarla onların bir tanıdığını ziyarete bir gecekondu mahallesine gittik. Gecekonduda çay içtik, uyduruk bir rafa dizilmiş 20 kadar kitap vardı ve onlardan biri ”Yedinci Adam”ın Türkçesiydi. Burada yaşayan kişi Almanya’ya göçmen işçi olarak gitmeye hazırlanıyordu. Kitap roman değildi, bir grup insanla ilgiliydi ve o gruptan biri tarafından okunuyordu, çok etkilendim. Bunu görünce yazar olduğum için ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Kitaptaki deneyim hayat deneyimiyle buluşmuş ve kabul görmüştü çünkü.
Fotoğrafla haşır neşir olanların mutlaka eline aldığı ‘Görme Biçimleri’ ile bildiğimiz, eserleri Türkiye’de de geniş bir okur kitlesine de ulaşan John Berger 2 Ocak 2017 günü, 90 yaşında vefat etti. Ressam, yazar, sanat eleştirmeni, senaryo yazarı, romancı ve belgesel yazarı olarak tanıdığımız John Berger, “Kral” adlı kitabının Türkiye’de yayımlanmasının ardından Serhan Yedig tarafından yapılan ve ölümünden sonra yayınlanan söyleşisinde şöyle der:
Türkiye’de çok farklı, özel bir şekilde okunduğumu hissediyorum. Bir seferinde İstanbul’da küçük bir otelde kalıyordum. Gece saat birde geri döndüğümde resepsiyondaki genç, siz yazar John Berger misiniz, diye sordu. Herhalde öğrenciydi. Kitabımı çıkardı ve imzalamamı rica etti. Dünyanın hiçbir yerinde, bir otelde, gece yarısı böyle hoş karşılanmamıştım. Bunun nedenini düşünüyorum… Belki… (sessizlik) Kitaplarımın yazdığım duyguya çok yakın okunduğunu hissettiğim bir başka ülke İspanya. İki ülkenin Avrupa haritasındaki benzerliklerinin yanısıra bir başka benzerliği kültürlerindeki trajedinin kaybolmamış olması. Sadece edebiyat değil, öncelikle hayatta varlığını sürdürmesi. Trajikle kötümserliği, abartılı duyarlılığı, yanlış yargıları kastetmiyorum. Kuzey Atlantik kültüründe trajedi artık kategorik olarak yok.
Aradan çok zaman geçmemiş olmasına rağmen, şimdi ülkemizin durumunu izleyebilse trajedimizi nasıl yorumlardı diye düşünmekten alamıyorum kendimi.
Sözcüklerle Fotokopi, Fotokopilerle Otoportre
Fotokopiler adlı kitabında, yazarlığıyla ve insanlığıyla değeri tartışılmaz Berger, kaydını tuttuğu bizi var kılan, hayata dair yaşanmışlıkları, hayatı yaşanılır kılan her şeyin ve yaşadıklarının sözcüklerle fotokopisini oluşturup yazmaya çalışmış. Kitapta yazarın yaşanmışlıklarından 29 farklı anıda, farklı ortamları, farklı durumları, farklı duyguları, farklı insanları ve yazarın farklı yönlerini bulabilirsiniz.
Kitabın arka sayfasında şöyle tanımlanmış bu durum;
Ve yavaş yavaş, hiçbiri bir araya gelmez sanacağınız bu insanları Berger’in kaleminden tanırken, yazarın istemeden elverdiği otoportresi de belirmeye başlıyor gözlerinizin önünde.
O Karar Verme Anı
Cartier-Bresson ile olan öykünün yer aldığı 11. bölümden;
Size bir şey sormak istiyorum, diyorum, lütfen sabırlı olun. Ben mi? Elimde değil. Çok sabırsızımdır. Fotoğrafı çekme anı, diye sorumu sürdürüyorum, sizin deyiminizle "o karar verme anı" hesaplanamaz, ya da önceden kestirilemez, düşünülemez. Peki. Ama kolayca kaçırılabilir, değil mi? Elbette bir daha ele geçmemecesine. Gülümsüyor. Öyleyse o kıl payı karar anının belirtisi nedir? Desen yapma konusunda konuşayım daha iyi. Desen çizmek bir tür "meditasyon" dur. Çizerken çizgiye çizgi eklersin, parça parça, ama bütünün ne olacağı konusunda hiçbir zaman emin olamazsın. Bir desen her zaman bütüne doğru tamamlanamayan bir yolculuktur… Tamam, diyorum, fotoğraf çekmekse bunun tam tersidir. Bir bütünle karşılaştığın anı hissedersin, bütün parçaların ne olduğunu bilmen bile gerekmez! Sormak istediğim soru şu: Bu "duygu" bütün duyguların aşırı-uyanıklığından mı kaynaklanır, yani bir çeşit altıncı duygudan mı- Üçüncü göz! diye karşılık veriyor. Halk masallarındaki yabani tavşanlar gibi kıkırdayarak gülüyor ve bir şey aramak için yerinden sıçrıyor. Sonra elinde bir fotokopiyle dönüyor. İşte yanıtım, Einstein’dan. Einstein’ın sözlerini kendi el yazısı ile kopya etmiş. Sözcükleri okuyorum. Einstein’ın fizikçi Max Born’un karısına Ekim 44’te yazdığı bir mektuptan alınmış bir parça bu. "Canlı olan her şeyle öyle bir dayanışma duygusu içindeyim ki, bireyin nerede başlayıp nerede bittiğini bilmenin benim için bir önemi yok …" ……… Mercekten baktığın zaman, diyor, gördüğün her şeyi çıplak görürsün. ……… Artık gitmem gerektiğini söylüyorum sonunda. İnsanlar bana yeni tasarılarımın ne olduğunu soruyorlar, diyor gülümseyerek. Onlara ne söyleyeyim? Bu gece sevişmek. Öğleden sonra yeni bir desen çizmek. Şaşırmak!
Gerçekçi Kal
Fotokopiler‘in 21. bölümü Abidin Dino için;
Ne zaman onları ziyarete gitsem, oradan kafam uçsuz bucaksız manzaralarla dolu çıkardım- hatta Abidin ile Güzin’in içinde yaşadıkları bu otobüsü sürdükleri o koca Anadolu’nun manzaralarıyla. ………… Bazen bana öyle geliyor ki, eski bir Yunanlı gibi, çoğunlukla ölüler ve ölüm hakkında yazıyorum. Eğer bu böyleyse, bunun hayata özgü bir zorunluluk duygusuyla yapıldığını ekleyebilirim ancak. ………… Abidin Dino bu hafta Paris’te Villejuif Hastanesi’nde öldü. Sesini yitirdikten, konuşamayacak hale geldikten üç gün sonra. Bir hafta önce, Abidin’in bana neredeyse son söylediği söz şu olmuştu: Yeni kitabında abartma. Aşırılığa ihtiyacın yok. Gerçekçi kal. Kendi kanser hakkında gerçekçiydi. Hastalığının ne kadar ciddi olduğunu biliyordu. ………… Öldüğü gece, sabaha doğru uyanmıştım. Onun ölmüş olduğu düşüncesi ile uyanmış ve onun için dua etmiştim. Ona eşlik eden meleğin bir yerde Abidin’i daha iyi görebilmesi için bir çeşit teleskop merceği olmaya çalışmıştım. ………… Sonra kendimi beyaz bir kağıtla yüz yüze buldum; kâğıt o kadar ışık içindeydi ki, orada herhangi öksüz bir renge yer yoktu. ………… Çoğu zaman, soylu bir insanın ölümünden sonra, bir ışık söndü derler. Basmakalıp bir söz, ama ölümden sonraki alacakaranlık daha iyi anlatılabilir mi? Gördüğüm beyaz kâğıt kömür rengini almıştı. Siyah ve kömür yokluğun rengidir.
Görüntü ile öyküyü birleştirmedeki ustalığı, her bir öykünün karşınızda canlanmasına neden oluyor. Birkaç sayfalık öyküler içinize işliyor, gerçek bir fotoğraf tadı bırakıyor okuduğunuzda.
Yaşadığı ülke insanları değil sadece öykülerine aktardığı, Fransız’ı, İspanyol’u anlatırken de Hintli’yi, Meksikalı’yı, Rus’u anlatırken de insanlara, onların sorunlarına, hayatlarına ve duyarlıklarına görüntü netliğinde dokunuyor.
Zaten kitabın tanıtım yazısı da şöyle demekte;
Bir hayatı oluşturan her şey; iktisadın ve tarihin ötesinde, belki de berisinde, hayatlarımızı yaşanmış, yaşanılır kılan küçücük şeyler; günlerimizi ören, bizleri var kılan detaylar... İşte bunların kaydını tutmuş John Berger. Sözcüklerle çıkardığı bu "fotokopi"lerde kendisinde sevgi dolu bir iz bırakmış kişileri anlatıyor: Bir yabancıya uydurduğu masallarda yaşayan Kathleen’i; hayatının son göçünü Le Corbusier’nin tasarladığı evden yapan Andre’yi; "Yeni tasarım, şaşırmak!" diyen Cartier-Bresson’u; bütün kısraklarına aynı adı veren Theophile’i; anlaşılmaz biçimde akıcı ve güzel resimleriyle Abidin Dino’yu; dağlarda bile mizah duygusunu kaybetmeyen Subcomandante Marcos’u...
Kendi duygusal tarihini de aktarıyor 29 hikâye ile, yüzyılın öyküsünü de. İnsan öyküleri aktarmaya, anlatmaya çekiniyor, büyüsünü bozarım korkusuyla. Damıta damıta okumalık bir Berger öykü kitabı ve John Berger portresi.
Kitap Metis Yayınlarından çıkmış ve yayın evi kitap kapağına Abidin Dino, eller eserini yerleştirmiş. Çeviren Cevat Çapan. John Berger 1996 da yazmış, ülkemizde ilk baskısı 1999’da yapılmış.
Emekli olmama az kaldığı için araştırma yapıyorum. Bilgi alabileceğim oldukça detaylı çalışmalarınız var. Elinize sağlık…