Don Corleone’nin İzinde Birkaç Gün…

/

Valla hiç kimsenin izinde falan değilim. Başlığı ilgi çeksin de okuyun diye attım. Yazılı basından öğrendim. Bir başlık atıyorlar, yazıya dalıyorsun içi kof… Bu yazı öyle değil ama. Şimdiye kadar yeni yılı yurt dışında bir yerde karşılamak gibi bir alışkanlığımız oluşmuştu. Bu “vita dölce” yabancı paraların anormal yükselmesine kadar sürüyordu. Geçen seneden kalma iki uçak biletim vardı. Hadi Sicilya’ya gidelim…

Daha uçak İstanbul üzerinden uzaklaşmadan Küçük Çekmece göl-deniz geçiş yolu bu fotoğrafı verdi. Kaptan pilota teşekkürlerimi gönderdim.

Neden Sicilya…

Benim gönlümden şöyle eksi yirmi derecelerde bir yer geçiyordu. Hani kar, buz olsun da biraz minimal tarz fotoğraf çekeyim. Eşim “biraz daha normal sıcaklıkta bir yer olsa” dedi. Orta Avrupa’ya bakmaya başladım. Oradan gözüm Napoli’ye kaydı. “Hah, işte dar sokaklarıyla yanardağın eteğinde sokak fotoğrafı açısından bereketli bir yer olabilir” diye düşünerek ayarlamalara başlayacakken dış güçler (oğlum ve seyahat firması) devreye girdi. O ada senin bu ada benim konuşurken Sicilya üzerinde fikir birliğine vardık. Hava da hafif rüzgârlı yirmi derecelerde mis gibi… Harita üzerinde de gezinince “oldu bu iş” dedim. Başladık seyahat organizasyonuna. Buradan Duygu Cankara/Winn Turizm teşekkürlerimi bir daha gönderiyorum.

Nerelerde gezindik…

Ada, bildiğim Yunan adalarına göre çok çok büyük. Roma imparatorluğunun izleri her yerde var. Çok sayıda antik kent adanın her tarafına dağılmış vaziyette. Ayrıca yakın dönem barok mimarisi binaların ortak özelliği. Dar sokaklar. Balkonlara asılı çamaşırlar. Çok sayıda müze. Meydanlar. Parklar. Kiliseler. Sokak yaşamı. Balıkçı kasabaları ve Corleone kasabası. Mario Puzo’nun “Baba/Godfahter” kitap ve filmine temel olan kasaba. Şimdi sıkı durum “git me dim”… Öyle dört günde her tarafı gezmek mümkün değil. Bunu baştan tespit edilince “az yerde çok yaşamak” ilkesiyle hareket ettik.  

Katanya/Catania…

 Adaya ayak bastığımız şehir. Uluslararası Fontanarossa havalimanına iniyorsunuz. Ne kadar bütün dünyaya her türlü makine satsalar da Fiat’ları, Ferrari’leri, Lamborgini’leri, Ducati’leri olsa da bizden tankerlerle aldıkları zeytinyağlarını paketleyip “Made in Italy” diye bütün Avrupa’ya on katı fiyata satsalar da, bu İtalyanlar geri kalmış. Baksana havalimanına. Ne öyle? Baraka gibi bir yer.

Önce aracımızı “SicilybyCar” firmasından teslim aldık. Sonra doğru otele. Saat farkı nedeniyle İstanbul’dan 14.10 da kalkan uçağımız yine 14.30 sularında indi. Aracı aldığımızda saat 15.20 gibiydi. Yani arabadan kurtulduk mu bir öğleden sonramız şehrin sokaklarında geçecekti. Otelimiz (Palace Catania/UNA Esperineze) şehir merkezinde. Navigasyon nokta atışı götürdü. De ancak bir sorun var. Otelin bulunduğu cadde (Via Etnea) hafta sonu nedeniyle taşıt trafiğine kapalı ve yol ağzına polis dikmişler. Oteli tarif ettim. Polis “bu caddede değil diyerek çook farklı bir yer tarif etmeye çalıştı. Tam bir saat 25 dakika dolandım. Hava karadı. Her seferinde navigasyon polisin önüne getirdi. En sonunda rezervasyon kâğıdını çıkarıp polise otelin adını gösterdim. Tam filmlerdeki gibi sağ elini alnına vurdu, şapkası biraz geriye gitti ve “sorry hotel is in the straight right side” diye ileriyi işaret etti. “Please go on”… İçimden neler saydırdığımı tahmin edersiniz herhalde. Evet, otel oradaydı. Ancak tabelası yolun başından görünmüyordu.  Ve bize tam bir buçuk saate mal olmuştu.

Bu arada dolanırken bir ara bu caddeye paralel yolda durup bu caddeye yürüyerek gelip bir dükkândaki tezgâhtar kıza da sormuştum. O da otel için polisin tarif ettiği çook farklı bir yere yönlendirmişti. Halbuki otelimiz bu dükkânın karşı çaprazındaymış. Belki de etrafa daha dikkatlice bakabilsem kaybettiğim zamanın bir kısmını kurtaracağız. Ancak alınacak önemli ders; siz siz olun yol tarifi sormayın.

Etna yanardağının eteğindeyiz. Şehrin her yerinden yanardağ muazzam bir şekilde görülüyor. Ayrıca “Etna”, “Etnea” adları her yerde kullanılıyor. Çok yaygın. Otelin terasından evlerin çatılarıyla birlikte yanardağın görüntüsü çok güzel. Hani bekledim biz oradayken patlar mı diye ama olmadı. Tam bir hayal kırıklığı…

Via Etnea boydan boya alışveriş caddesi. Bir ucu “Fontana dell’Elefante” yani “Filli çeşme”. Burası “Palazzo Degli Elefanti” sarayı ile “Piazza Doumo” meydanın birleşiminde.  Tepesinde fil heykeli olan bir havuzlu çeşmeler. Bu yörenin fillere takıntıları var. Çarşı içine kurdukları karavan dükkânların olduğu yere de yılbaşı nedeniyle İtalya renkleriyle (yeşil-kırmız, aslında bu renkler Karşıyaka Basketbol takımına aittir. Bu böyle biline. Orada da birkaç kişiye söyledim ama anlamadılar) geçici bir fil heykeli etrafında sürekli fotoğraf çektirenler vardı. Sanırım, ada tarihte Afrika üzerinden Arapların çok sayıda saldırısına maruz kalmış. Ve Fil de bu olaylardan kalan hatıra gibi… Bazı tarihi binaların (Monastero dei Bendettini di San Nicolo i’Arena) mimarisinde de bu etkiyi görmek mümkün. Aynı şey İspanya’nın güneyi için de geçerlidir. Koruma altına alınmış çok miktarda antik kent (Roman Amphitheater of Catania) var. Ancak dediğim gibi bizim ilgi alanımıza girmediği için zaman harcamadık. Yine kiliseler ve bazilikalar anıt binalar. Sadece Doumo’nun içine girip bir bakıp çıktık.

Hadi bu noktada Sicilya hakkında –varsa- hayallerinizi mutasyona uğratayım. Seyahati planladığımdan itibaren hayalime iki temel imge oturdu kaldı. Birisi 1960 lı yılların filmlerinde izlediğim Sicilya kadın ve erkekleri, diğeri ise bir köyde ve özellikle de dağ köyünde bir cenaze töreni. Ama illa ki kiliseden yeni çıkmış olmalılar. Bunda HCB nin bu karesinin etkisi var mıdır? Kesinlikle… Buldum mu? Kocaman bir hayırrrr…

Yani Sicilya artık o Sicilya değil. Gördüğüm kadarıyla. Nasıl canım sıkıldı anlatamam. Zaten kısıtlı bir zaman içindeyim ve nedense akreple yelkovan daha hızlı dönüyor. Yapacak bir şey yok. HCB nin dediği gibi Fotoğrafçılık belgesel değildir, sezgidir, şiirsel bir deneyimdir. İç sesinizi bastırıp kendinizi olaya kaptırırsınız ve sonra havayı koklarsınız… Bu, tesadüfe duyarlı olmaktır”. Bakalım tesadüflere karşı duyarlılığım ne alemde…  

Siraküza/Siracusa…

Katanya’nın yaklaşık yetmiş kilometre güneyinde kalan bir şehir. Araba ile bir saat onbeş dakika çekiyor. Şehrin sembolü tabii ki “Arşimet”. Şehrin geçmişi M.Ö. 734 yıllarına kadar uzanıyor. Sicilya hem eski Yunan hem de Arap istilasından nasibini fazlasıyla almış. Bu şehir de Yunan Korinthoslular (Corinthians, Mora yarımadası ile Yunanistan ana kara arasındaki kanalın olduğu bölge. Muhtemelen denizci olmaları nedeniyle Akdeniz’de el atmadıkları yer kalmamış) tarafından kurulmuş. Roma imparatorluğu döneminde de Arşimet, geri zekâlı bir Romalı asker tarafından öldürülür.

Önemli not: Araba kiralarsanız kesinlikle park yerlerine bırakın. Yol kenarında gördüğünüz park alanlarının tanımı şöyle; Mavi alan: parası yıllık olarak ödenmiş şahsa ait park yeri, Sarı alan: resmi araçlar için. Kesinlikle park etmeyin, Beyaz alan: genel parka açık. Bedel ödeyerek araç bırakabilirsiniz. Ben her seferinde kapalı otoparkları tercih ettim. Park ücreti can acıtıcı ama cezalar on kat daha fazla can acıtıyor.  

Şehre köprüyle bağlanan Ortigia adası eski yerleşimlerin olduğu kısım. Diğer tarafta yeni binalar yer alıyor. Arabayı Ortea Palace otelinin karşısındaki açık park alanına (Parcheggio) bıraktık. Kısa bir yürüyüşle Apollo tapınağının (Tempio di Apollo) yer aldığı ana meydana geldik. Kahve zamanı… Meydanın çevresinde muhtelif kahveler olmasına rağmen köşede ağaçların altında yer alan ve yaşlı insanların sohbete daldığı olan kahve (Bar del Ponte) tercihimiz oluyor. Apollo tapınağının hemen yan tarafında bir kilise (Chiesa di San Paolo) yer alıyor. Ama henüz hareket yok. Dedim ya, hani bir cenaze ayini falan yakalarım diye pür dikkat (!) kesilmişim…

Alışveriş caddesi olduğu belli yılbaşı süslemeleriyle donanmış hafif yokuşu yavaş adımlarla geçtiğimizde belediye binasının da yer aldığı ve tahmin edebileceğiniz gibi Arşimet meydanına (Piazza Archimede) bizim gibi gezmeye gelen birkaç aile ile birlikte geliyoruz. Meydanın ortasında “Tanrıça Diana” heykelinin bulunduğu muhteşem bir havuzlu çeşmeler (Fontana di Diana) var. Siraküza katedralinin (Cathedral di Syracuse) olduğu ana meydan (Piazza del Duomo) buradan çok uzak değil. Henüz öğle saatlerine erişmemiş olsak da meydanda bir grup kız yeni yıl eğlencesi olduğunu düşündüğüm bir etkinlikte. Katedralin merdivenlerinde hoplayıp zıplayıp duruyorlar. Şarkılar söylüyorlar. Sonunda grup fotoğrafı arkasından yürüyüşe başlıyorlar.

Ortigia adasını yürüyerek gezmek mümkün. Çok büyük bir yer değil. Piazza Duomo’dan sahile inip kıyıdan yürümek düşüncesindeyiz. Kıyıda olta balıkçılığı yapan bir yaşlı adam ve denizde sörf yapan bir kadın. Mimarlık fakültesi önünden adanın diğer sahiline geçiş yaptık. Buradaki kıyıda denize girenler var. Denizin içine uzanan kayalar “uzun pozlama için bekliyorum” diye çağırıyor. Yanımda sadece fotoğraf makinası var. Ayağı ve filtreleri çantayla arabada bırakmışım. El sallayıp” bir dahaki sefere” diyorum. Yol tekrar başladığımız noktaya götürüyor bizi. Araba park yerinin hemen yanı balık pazarı. Sadece bir dükkân açık. Onlar İtalyanca ben İngilizce Türkçe karışımı kısa bir sohbet ve birkaç kare fotoğraf.

San Paolo kilisesinde ayin başlamış. Kafamızı içeriye uzattığımızda vaftiz töreni. Papazın kucağında bir bebek ve etrafında ailesi. Biraz izledikten sonra dışarıda kilisenin karşısında Apollo tapınağına sırtımızı verip soluklanırken… İşte tesadüf… Duyarlı olmanın zamanı…

Taormina…

Bu sefer yolculuk Katanya’nın yukarısına, kuzeye doğru Messina istikametine. Elli beş kilometrelik bir yol ile küçük bir sahil kasabasına ulaşıyorsunuz. Yolun devamı Messina şehrine gidiyor. Buradaki boğazdan da ana karaya geçilebiliyor. Yol boyunca Etna solunuzda bütün azametiyle yükseliyor. Kasabanın dağ tarafı kartal yuvası gibi. Uzaktan bakıp apartman gibi binaları görünce içimizden o tarafa gitmek gelmedi. Direkt sahile yöneldik. Ancak otoyol çıkışından sonra yollar biraz karmaşıklaşıyor. Ya da bana öyle geldi. Önce yanlışlıkla dağ tarafına dönmüşüm. Bir yerden geri dönüp sahil yoluna girdik. Burası aslında balıkçı kasabasıymış. Ta ki Avrupa sosyetesinin göz bebeği oluncaya kadar… Aralık ayının sakinliği her yerde var. Birçok dükkân kapalı. Sahilde in, cin ve bir de biz top oynuyoruz.

Gözüme kestirdiğim yer “Isola Bella” adası. Bu adaya Sicilya adasından yürüyerek geçmek mümkün. Aynı bizdeki Marmaris “kız kumu” gibi. Arabayı yol kenarında bıraktıktan sonra (biraz cesaretim geldi, Kalabalık olmayınca ve başka arabaların da park ettiğini görünce bıraktım. Allahtan bir şey olmadı. Muhtemelen polislerde kış uykusundaydı.) birkaç yüz basamak merdivenden sahile indik. Merdivenin başındaki tanıtımdan bu adaya adını Alman fotoğrafçı Wilhelm von Gloeden vermiş. Yanlışlık olmasın, bir de Milano yakınlarındaki Maggiore gölünde (Lago Maggiore) Isola Bella adası var. Bu sefer ekipmanlar tam. Hava sıcak mı sıcak. Montları fora edip gömleğe kaldım. Sahilde birkaç Uzakdoğulu güneşin tadını çıkarıyor.

Ben de gün ortasında uzun pozlama derdine düşmüşüm. Ben düzeni kurmuşken orta yaşın üzerinde (benden bile yaşlı, düşünün gari) bir kadın taş toplayarak yanımdan geçerken laf attı;

Buona macchina fotografica, devi essere un fotografo professionista…

“İdare eder” babında bir şeyler mırıldandım. Birlikte gülüştük ve yoluna devam etti. Ben de işime. İnternette ararsanız Taormina ile ilgili birçok bilgi bulabilirsiniz. Burada da antik yerler var. Biz kıyıda yürüyüp kahve keyfi yapmayı ve denizdeki kayalarla uzun pozlamayla Isola Bella adasını tercih ettik.        

Cefalù

Balıkçı kasabasıymış. İnternette gezi sitelerine bakarsanız sanki sadece “balıkçı kasabası” burasıymış gibi bir algı oluşturuyorlar. Kıyıdaki kapalı barların ve restoranlarıni çokluğu yaz sezonu hakkında bilgi edinmenizi sağlıyor. Katanya’dan Palermo’ya geçerken uğranabilecek mesafede. Bana Taormina’dan daha sıcak geldi. En azında sokaklarda oldukça çok sayıda insan vardı. Dar sokakların hemen hemen hepsi denize hafif bir inişle bağlanıyor. Kasaba sırtını La Rocca tepesine (dağ diyorlar) dayamış. Kasaba İtalyan sinemasında yeri olan “Cennet Sineması/Cinema Paradiso” filminin doğal platosu olmuş.

Aslında tüm İtalya –bence- doğal film platosu. Toscana’nın her köyü ayrı bir dünya.

Bu kasabayı sevdim. Kanım ısındı. Katedralin meydanında kahvede oturan Sicilyalı günü kurtaran hatta seyahati kurtaran fotoğraflardan biri oldu. Kıyıda denize yapışmış evlerin görüntüsü çok hoştu. Ancak tele objektifim yanımda değildi ve bu fotoğrafı 70 mm ile çekebildim. Sanki tele ile evleri sıkıştırsam daha iyi bir kompozisyon olurdu.

Palermo…

Bir Palermo’da ana kara da var. Şaşırtmasın. En önemli liman ve yat limanı şehri. Otele giriş yapmak istediğimizde resepsiyon “rezervasyonunuz iptal edilmiş” dediğinde kala kaldım. Gezimiz çok iyi gidiyordu ve bir şey olmalıydı. Bana. Olmazsa olmaz. Ben de beklenti içinde olunca sonuç bu. Neyse, kısa sürede çözüldü ve kendimizi sokağa attık. Yine dar sokaklar, barok mimari, antik kent kalıntıları, kiliseler, havuzlu çeşmeler, balkonlarda çamaşırlar, yeni yıl çarşıları… Sokaklarda yaşam.

İnternetten bu yerler hakkında bilgi bulursunuz. Bunlarla yazıyı gereksiz yere şişirmek istemiyorum. Ancak Massimo tiyatrosundan (Massimo Theather) bahsetmeden geçemeyeceğim. Allahın Sicilya’sının Palermo’sunda İtalya’nın en büyük tiyatro salonu ne arar? Ya da Avrupa’nın üçüncü büyük tiyatro salonu? İnanılmaz bir yapı. Her gün gösteri var. Bilet bulamadım. Yahu, Aralık ayının ortasındayız nasıl bilet olmaz?

Gösteri haricinde tiyatroyu ücret karşılığı gezdiriyorlar. Gezdik. Gezerken Atatürk’ün sanat ile aklımda kalan “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir”    sözü jenerikte döndü durdu. Hayıflanmamak, üzülmemek elde değil.

Gördüğünüz gibi hayatın merkezinde kadının olduğunun belgesidir 😊

Molalar için kahve (Cafe) bulmamız lazım. Piazza Castenuovo’nun çaprazındaki dar sokakta -herhalde- Palermo’nun en eski kahvesini bulduk. Antico Caffé Spinnato. Palermo’da kaldığımız bir buçuk gün içinde garsonlarla bayağı samimi olduk. Yer filan ayırmaya başlamışlardı 😊. Aynı kahvenin kardeşi de Via Principe di Granatelli caddesinde var. Burası da aynı güzellikte.

Gezme tarafı böyle. Şimdi neler yedik…

Sicilya pizzası reklamı her yerde var. Yemedim. Makarna, İtalyan sofrasının olmazsa olmazı. Yemedim. Merak etmeyin aç gezmedim. Sebze ve deniz ürünleri tercihimiz oldu. Özellikle Cefalu’da bizim “papalina” dediğimiz, ancak biraz daha küçük boyutta olan tavada kızartılmış balık harikaydı. Bir de Palermo’da “Bebop ristorante” yemekleri hem tat hem de sunuş ile beş yıldızlık. Genel olarak “sokak yemekleri” kültürü hâkim, yani bizdeki büfe gibi yerlerde her türlü lezzete erişmek mümkün.

Yine internette de rastlayabileceğiniz iki yerel tadı var;

Arancini: “Sicilian Fast Food” olarak tanıtımı yapılan bildiğimiz bizim içli köfte. Zaten Araplar tarafından getirildiği rivayeti varmış. Pirinçle kaplanıp una bulanarak kızartılıyor. İçi ise çok çeşitli. Ben ıspanaklı mozarella peynirli olanı denedim. Çok güzeldi. Deniz mahsullü, kıymalı, tavuklu çeşitleri de var. Via Maqueda caddesindeki “Ke Palle” büfesinde kızlar tarafından hazırlanıp pişirilerek sunuluyor. Önü ana baba günüydü.

Bir diğer tat ise;

Cannoli: Bu bir hamur tatlısı. Boru şekline getirilmiş hamur içine tatlı türü çeşitli şeyler konarak servis ediliyor. Yani çikolatalı, muhallebili, meyve karışımlı gibi. Hamuru biraz kornet gibi. Ancak benim ağız tadıma uymadı. Yıllar önce Boston’da İtalyan mahallesinde yediğim çok daha güzeldi. Değişik bir tat olarak deneyin derim.  

Beşiktaş – İstanbul’da “Cannoli Bakery” var. Gitmedim.

1955 yılında Salihli’de dünyaya geldim. İ.T.Ü. Elektronik ve Haberleşme Fakültesi mezunuyum. Kariyerimi özel şirketlerde üst düzey yönetici olarak sürdürdüm.
Fotoğrafçılıkla tanışmam (https://www.arthenos.com/fotograf-ile-nasil-tanistim-fotobiyografi/) 1960’lı yıllara dayanır. O yıllar, elimde babamdan kalma Kodak Retina ile başlayan hatıra fotoğrafları dönemidir. Üniversite yıllarında ilk refleks makinamı almamla, karanlık odada siyah beyaz filmle ve baskı işleriyle fotoğraf daha ciddi bir uğraşım haline geldi. Böylece 1970 li yılların önemli fotoğrafçılık dergilerde baskıya giren çalışmalarım oldu.
Üniversite sonrasında iş hayatı koşuşturmasıyla arka planda kalan fotoğrafçılıkla 1996 yılında dijital teknolojinin fotoğrafçılık alanına girişinin getirdiği kolaylıkla tekrar yoğun olarak fotoğrafla ilgilenmeye başladım. Karma sergilerde yayınlanan fotoğraflarımın yanı sıra internette birçok fotoğraf sitesinde “günün fotoğrafı” seçilen çalışmalarım var. 2014 yılından bu yana yedi kişisel sergim gerçekleşti. Aynı zamanda İFOD bünyesinde birçok karma sergiye katıldım. Halen hem dijital hem de siyah beyaz film teknolojisiyle fotoğraf uğraşım devam ediyor. Ayrıca www.arthenos.com blog sayfamızda fotoğraf üzerine yazılar yazıyorum.

Yorum Sayıları: 2

  1. Merhaba Okyar Bey
    Don Corleone beklerken sizin izinizde bulduk kendimizi. Çok daha güzel oldu. Gezmiş, görmüş kadar olduk.
    Sevgiler

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son yazılar: Gezi Kültürü