Uzun zamandır özünde “fotoğraf” olan yazı klavyeden akmıyor. Ancak fotoğraf kullanarak fotoğrafın etrafında döndüğümüz yazılar sunmakla geçiştiriyoruz. Üzerinde düşününce kişisel olarak bunun nedenini – bize değer veren takipçilerimizle paylaşma sorumluğu ile- açıklama belki de iyi olacaktır. Bu neden, aralıksız “kitap okumak” diye tam da bu noktada kendimi rahatlatmak için ürettiğim bahane olarak ortaya çıkıyor.
Böyle bir girişten sonra bu yazının içeriğinin anlaşıldığını umuyorum. Ancak buna rağmen okuyucu içerikte yer alan ifadelerden ve cümlelerden yola çıkarak yapacağı araştırmalarla bilgisin arttırarak yine yazıdan kendi gayreti ile elde edeceği birkaç başlık üzerinde bilincini farklı bir seviyeye çıkarması – küçük de olsa- ihtimal dahilinde.
İşte bunun olabileceği hayali ile kaleme alınmış bir yazı ile başbaşasınız…
Başlangıç
Sahnenin görüldüğü an ile fotoğrafının çekildiği an arasında geçen aşağı yukarı beş dakikalık sürenin ilk kısmı görülenin hayal ya da rüya olup olmadığı ile ilgiliydi. İkinci kısmı ise, gerçekten böyle bir sahnenin varlığı ile içine düşülen şaşkınlığın geçme süresiydi.
Öyle ki, bir gerçekten bilene -bu kişi ben oluyorum (bilmeyenlere not: elektronik mühendisi ve on sene bir GSM şirketinde bölge müdürü)- “telefon sağlığıma en zarar verecek hangi noktaya konulur?” diye sorsanız, alacağınız cevap “Tam da kalbiniz üstüne” olacaktır.
Aklınıza iyi niyetle gelebilecek “herhalde bunu kişiyle paylaşıp düzeltmesini sağlamışsınızdır?” cümle-sorusuna cevabım “hayır” olacak. Daha önce benzer durumlarda kibarca anlatmaya çalıştığım -hatırladığım- en az üç durum önce “sana ne” diye başlayıp dayak yeme aşamasına doğru ilerleme gösterirken kaçtığım için cevabım “hayır”.
Teknolojik olarak durumun açıklanması
Telefonlar, malzemelerinin monte edildiği kutuları içinde yer alan antenler ile baz istasyonlarıyla (apartmanların çatılarında veya kulelerde görebildiğiniz. Bazıları da özellikle şehir merkezlerinde tepki çekmesin diye kamufle edilmiştir.) sürekli bilgi alışverişi yapar durumdadır. Bir telefonun baz istasyonuna uzaklığına göre anten sinyal gücünü (bunu elektromanyetik dalga gücü diye adlandırabiliriz) arttırma veya azaltma özelliği vardır. Yani baz istasyonundan uzaksanız çıkış gücü artacaktır.
Bahsi geçen elektromanyetik dalgaların içinde ışık da yer alır ve fotoğrafçıların işine yarayan kısımda burasıdır.
Daha basit olarak anlatan bir görsel sunmak gerekirse aşağıdaki uygun olacak:
Fıkra şöyle başlar: Doktor hastasına “bir iyi bir kötü haberim var.” diye söze başlar…
Tamburada iyi haber şu: ikinci görselde belirtildiği gibi telefon frekansı ile direkt kanser yapan röntgen ve gama ışınlarının frekansları arasında epey bir fark var. Direkt kanser olmazsınız…
Amaaaaaaa…
Görselde mikrodalga (evlerde fırınlarda) ile telefon frekansı yan yana. Bildiğiniz ya da bilmediğiniz gibi mikrodalga fırın (bir zaman kullanmayı aklımdan geçirmedim) ısıtma işlemini içine koyduğunuz şeylerin moleküllerini titreştirip birbirine çarptırarak temel fiziksel kuram olan “sürtünme” ile yapar.
Not: bu cümledeki kritik kelime “ısıtma” dır.
Telefonların kullandığı elektromanyetik dalga frekansı mikrodalga frekansına yakın olduğu için benzer molekül titreştirme işlemini gücüne bağlı olarak yapacağını söyleyebiliriz. Genelde bütün elektromanyetik frekanslar böyle titreşimi yapar.
Bir orkestranın çaldığı sırada hoparlörünün tam karşısına geçerek bir metreden az bir mesafede durmayı deneyin. Bütün vücudunuzun titreştiğini hissedip göreceksiniz. Telefonda bunun gibi işte.
Yani ve eğer (üç bağlaç yan yana kullanıldı. Yanlış bir dilbilgisi kullanımı. Ama bunu bilerek yapıyorsanız yanlış değil. Tıpkı fotoğrafta kompozisyon kurallarının bilmesinin yanı sıra bilinçli olarak ihlal edilmesi gibi.) telefonunuzu sahip olunan tek varlık vücuda yakın tuttuğunuzda elektromanyetik frekansa maruz kalan hücreler titreşmeye başlayıp yavaş yavaş ısınacaktır.
Isınsın ne olacak ki?
Şu olacak; tıp der ki, vücut sıcaklığının bir derece yükselmesi insanın immün (bağışıklık) sistemi tarafından hastalık belirtisi olarak algılanır. İşte -kaba ve amiyane tabiriyle zurnanın “zırt” dediği yer burasıdır. Bağışıklık sistemi bu sıcaklık artışını algıladığında artık neye göre karar veriyorsa bir teşhiste bulunur ve tam da bu ısınan bölgeye uygun miktarda gerekli olan antikorları “hadi aslanlarım yok edin düşmanları” diyerek gönderir.
Antikorlar bir koşu gelirler. O da ne? Burada düşman yok. Şimdi kim geri dönecek. Gelmişken bir karargâh kurup ortaya bir ateş yakıp keyfe bakarlar. Ama ne yazık ki her şey güllük gülistanlık değildir. O bölgede mevcut doku yapısı olması gerektiğinden artmış ve doku bozulması başlamış ya da başlayacaktır.
Dokunun çoğalarak bozulması nedir? KANSER…
Akıllıca bir soru şu olabilir; Tüm dokuların etkilenmesi aynı şiddette mi olur? Hayır. En kolay ve şiddetli etkilenenlerin başında kan, sinir ve kas dokuları geliyor. Yağ dokuları en az etkilenenler. Bu durumda telefonu koymanız gerekirse hangi cebinize koyacağınızı anlamış olmalısınız.
Türlerin kökeni
Darwin, “Türlerin Kökeni” eserinde “Her türün doğmuş bireyleri sağ kalabileceklerden kat kat çok olduğu için ve bundan dolayı, yaşamak için sık sık yinelenen bir savaş verildiği için, karmaşık ve bazen değişen yaşama koşullarının etkisindeki herhangi bir canlı, kendisine yararlı bir tarzda ne denli hafif bir değişikliğe uğrarsa uğrasın, daha iyi bir sağ kalma şansı bulunacak ve böylece doğal olarak seçilmiş olacaktır.
Doğal seçme, ancak, bir yaratığa karşılaştığı organik ve inorganik koşullarda ömrünün bütün dönemlerinde yararlı olan değişimlerle iş görür. Kesin sonuç şudur: Her yaratık kendi koşullarına göre gittikçe daha çok gelişmeye çabalar.”
Diye bir tanımlamada bulunur. Bu ifade kulaktan dolma Darwin kuramının indirgendiği “güçlü olan hayatta kalır” kısaltmasından farklıdır. Darwin söylemlerinde “güç” derken sadece fiziksel gücü esas almamıştır. Yoksa Stephen Hawking’in en azından çağdaş en önemli fizikçi olmaması gerekirdi.
Not: türlerin kökeni kitabından daha fazla alıntı yapmaya gerek yok. Merak eden okuma listesine dahil edebilir. Peşinen söyleyeyim yaradılışın inkarına ilişkin beklentiniz varsa yanılırsınız.
Günümüzde artık “güç” bilim, akıl, düşünme, sorgulama, bilgi edinme ve kullanma ve karar verme becerisi, ekonomi, kültürü içeren bir tanımla -açıkça olmasa da- ifade edilmektedir.
Artık yazıyı kapatmak gerek
İşte bu sahnenin en vurgulayıcı yanı gitti gitti türlerin kökenine dayandırıldı. Homo Sapiens denilen türün bireyleri yeryüzünde görülmeye başladığı yüzbin yıl öncesinde doğal seçim için fiziksel güce ihtiyacı varken günümüzde türünü devam ettirebilmesi için ihtiyacı olan güce farklı alanlarda sahip olmak zorunda.
Darwin, tartışması hiç bitmeyecek eserinde şöyle der: “Doğal seçmenin her gün ve her saat bütün yeryüzündeki en küçük değişimleri inceden inceye araştırarak, kötü değişimleri bir yana atarak, iyileri esirgeyerek, nerede ve nasıl bir fırsat bulursa bulsun her organik varlığı onun organik ve inorganik yaşam koşullarına göre geliştirmeye sessizce ve gözle görülmeden çalıştığı eğretilemeli[1] olarak söylenebilir.”
İşte gerçekliği sorgulatan ve şaşırtan sahnede yer alan bireyin telefonu için en uygunsuz noktaya yerleştirmesini Darwin’in sözündeki “kötü değişimler” olarak değerlendirerek aklın ve bilincin kullanılmadığı “doğal seçim” şekli olduğunu düşündürmeye yetti. Ya da Homo Sapiens’in bir bireyi yok olmasına neden olacak “doğal seçim” yolunda olduğu söylenebilir. Fotoğraf ise tam da burada belgeselcilik tarafı ile durumu kayıt altına almaktadır. (Neyse burada da işi fotoğrafa bağlayabildik. Hem de belgesel fotoğrafa 😊)
Her durumda yapmaya çalıştığım gibi Atatürk’ün düşünceleri arasında türlerin devamına uyabilecek ya da yorumlanabilecek bir deyişi var mıdır diye bakmadan edemedim:
“Medeniyetin kudret ve yüceliği karşısında(yazarın notu: ‘sürekli gelişim ve değişim olarak anlamlandırıyorum’) çağdışı kalmış zihniyetlerle, ilkel boş inançlarla yürümeye çalışan milletler yok olmaya veya hiç olmazsa esir olmaya ve aşağılanmaya mahkûmdurlar.’’
Mustafa Kemal ATATÜRK, 1924
Bu kadar olur. Beklentimi karşılayan bir deyiş.
Son bölümde yakın zaman fotoğraflarımdan birini paylaşarak hem yazıyı “fotoğraf” ile ilişkilendirmek hem de hafta sonunda güzel bir imgenin zihinde tezahür etme çabasını göstermek gerek.
————————————–
[1]Bir gerçek anlamı ona benzerliği olan başka bir anlamla anlatma, benzerlik ilişkisinden yararlanarak bir sözcüğün, bir adın anlamını eğreti olarak aktarma sanatı; örneğin inatçı yerine katır, kurnaz yerine tilki demek gibi.
Bize Ulaşın