Şehir, boğazına ip gerilen bir insan kadar zor nefes alıyor. Sokağa dikilen her yeni bina, bir iç çekişi yok ediyor başka bir iç çekişi getiriyor. Kule vinçler taşıdıkları malzemeler ile kalan nefeslerin katilleri oluyorlar. Beton yerler birbirleri ile yarışıyorlar. Şehir grinin tüm tonlarından oluşan yeni kıyafetini giyiyor. Nefesini unutuyor. Oysa ben unutmak istemiyorum. Benim gibi unutmak istemeyenlerle paylaşıyorum gördüklerimi, duyduklarımı. Nasıl mı? Elimde kameram her gün değişik bir mahalleye gidiyorum. Onlardan önce, yıkıntılardan önce kalanları belgelemek, biriktirmek için. Sonra da çalıştığım dergideki küçücük köşeme mahalle hikâyelerimi yazıyorum. Dikiş Tutmaz’ın Süleyman’ı ile böylesi günlerden birinde tanıştım.
– Bizim mahalleye Dikiş Tutmaz, bana da Rüzgârdan Deli Süleyman derler abla, diyerek çıktı karşıma. Senin kamera da pek afilliymiş.
Süleyman, siyah ceketi, kırışıksız beyaz gömleğiyle pek hoş göründü gözüme. Saçları jölelenmiş, sivri burunlu siyah ayakkabıları yeni boyanmış. Pek deli bir hali yoktu ama gene de belli mi olur ne yapacağı, adı rüzgârdan deliyse…
– Süleyman, tam fotoğraflıksın biliyor musun! Gel çekeyim bir fotoğrafını sonra bastırırız, vardır sizin mahallede bir fotoğrafçı.
Fikir Süleyman’ın hoşuna gitti.
– Olur abla. Gel bizim kasap Ömer Amcanın dükkânının önünde çek.
– Etlerin önünde mi yani?
– Evet, ne olur ki?
Bir şey olmaz da ben sevmem. Ne o öyle cani gibi hayvanları asmışlar, seyirlik yapmışlar. Neyse, Süleyman’ın ne yapacağı belli olmaz, en iyisi ben ona uyayım.
– Ne yana bakayım abla?
– Ne yana istersen.
– Peki konuşayım mı?
– Ne istersen onu anlat bana.
– Oooo Sülo artiz mi oluyon?
– Abla bak bu benim Ahmet Abim. Babamın en yakın arkadaşı. Oğlu da benim arkadaşımdı. Küçüktük daha o zaman. En kral filintalarıydık mahallenin. Gaco muhabbetlerimiz yeni başlamış. Şu aşağıdaki mahallede bi Melahat Ablamız vardı. O sağolsun.
– Ne muhabbeti, ne muhabbeti?
– Ya işte karı kız. Anlarsın ya abla.
– Ne oldu sizin o gençlik zamanınızda?
Süleyman’ın gözleri kısıldı. Yüzü ekşidi. Durakaldı.
– Bak abla şimdi Dikiş Tutmaz diyorlar buraya, akşamları anzarotları ellerinde demlenenler…
– Anzarot mu?
– Ya aslan sütü var ya, o işte be abla, anzarot deriz biz. Gece demlenenler, gündüzleri aynasızlarla köşe kapmaca oynayanlarla dolu ya yakında dikiş de tutacak burası. Ha biz ne olacaz dersen? Celal cartayı çekti… Biz de bulacaz bir yolunu.
– Bulursunuz inşallah da Süleyman anlaşamayacağız biz seninle. Bir de cartayı çekti çıktı. Ne oldu yani Celal’e? Kaçtı, gitti mi yoksa buralardan?
– Yok be güzel ablam yok be, nereye gidecek Celal? Öldü Celal, öldü.
– Başın sağolsun.
– Celal benim en yakın arkadaşımdı. Ahmet Abi’nin oğlu. Biliyomusun abla, geçenlerde uzun siyah paltolu adamlar geldiler bizim fakir Dikiş Tutmaz’a. Ölçtüler, biçtiler, işaretlediler kırmızı boyalarla. Kapılara çizgiler çektiler. Ben anlamadım noluyo. O gün anam çok ağladı. Hem ben Celal’e ne olduğunu da anlamamıştım, ta ki camide toplanana kadar. Dikiş Tutmaz’da bir iftar vakti olacaktı. Celal’le iftardan sonra buluşacaktık. Kahvede maç seyretmek için. Biz başka neden anlarız ki. Ahmet Abi’nin külüstür el arabasına saldırmış zabıtalar. Birbirlerine girdiler o gün. İş halloldu olmasına ama bizim Celal’i bıçakladılar.
İşimi unutup Süleyman’ı dinlemeye koyulmuştum. Fotoğraflar, dergiye verilecek yazı, siyah paltolu adamlar, mahallenin kentsel dönüşüme kurban gitmesi falan çıktı aklımdan.
– Celal niye bıçaklandı ki, babası geri aldıysa el arabasını?
– Bizim Celal zabıtalardan birinin anasına küfür etmiş. Önce anlaşılamadı kimin bıçakladığı. Adam tam kalbine vuruyor bıçağı, cızlamı çekiyor. Sen şimdi sorarsın neyi çekiyor, neyi, dur ben deyivereyim sana; kaçıyor yani ablam, senin anlayacağın. Bak güzel ablam sevdim seni, bi de tercümanlığını yapıyorum.
– Sağol Süleyman. Sonra, sonra ne oldu?
– İki gün geçti kim olduğu bulunamadı. Şu karşıdaki apartmanda oturan bi çocuk bahçedeki köpeği beslemeye çıktığında, girişteki dairenin balkonunun altında üzeri kanlı bi bıçak buluyor. Çocuk önce aynasızları telefonla arıyor. At çöpe, diyorlar. Sonra onlar arıyorlar, getir çabuk buraya, diyorlar. İşte o zaman anlaşılıyor ki, zabıta bizim Celal’i zımbalamış, sokmuş bıçağı tam kalbine.
– Hiiiii…
Gözümde genç bir delikanlının bıçaklanma sahnesi canlanıyor. Orada, Süleyman’la bu deli oğlanla kaldırımında oturup, sohbet ettiğim, fotoğraf çektiğim sokaklarda yaşanan gerçekler. Düşünüyorum yazımın konusu; mahallenin yaşayacağı dönüşüm mü olacak, bir hiç uğruna yitirilen yaşamlar mı? Ne olur ki ananı diye başlayan bir küfür çıktıysa ağzından. Annen duydu mu ki onu? Annende bir değişiklik oldu mu bu küfürü savurduktan sonra? Kafam iyice karışmış devam ediyorum çekimlere. Yeni bir yazı konusu da ‘neden küfürlerin öznesi hep kadınlar, analarımız da babalarımız değil?’.
O sırada cep telefonum çalıyor. Bizim editör arıyor:
– Ayşe’ciğim, gittin mi Dikiş Tutmaz’a, nasıl gitti çekimler? Yazıyı yarın sabah bekliyorum, fotoğrafları da, çok acil haber yapmamız gerekiyor. Öbür gün yıkımlar başlıyormuş.
Bize Ulaşın