Fotoğraf, görmenin, başka bir deyişle algılamanın oluşturduğu bir dünyanın ve o dünyada yaşayan insanın ürünüdür. Fotoğrafın etki gücü insan, mekân, zaman, uzam ve doğayla kurduğu ilişki ile açıklanır. Bugün yaşadığımız dünya ve fotoğraf dediğimin çok uzağındadır. Dahil olduğumuz dünya, aynı zamanda fotoğrafın da dünyası mıdır? sorusu epeydir yanıtlanmayı bekliyor.
Fotoğraf, diğer sanat dallarına göre yıllardır tek başına şehri, mekânı, insanı ve zamanı göreceli olarak algılamayı ve görmeyi sağlayabilmiştir. Digital, fotoğrafta bir devrim olmasına rağmen fotoğrafın digitalle kurduğu ilişki insan ve mekân temassızlığı ile yorumlanmıştır. Digitalin analog olanın karşısına tekniği, düzenin karşısına düzensizliği ve bunların da karşısına sanatmış gibi konulması modernizm süreci içinde fotoğrafın sadece teknik olarak algılanmasına neden olmuştur. Bu yüzden digital teknoloji fotoğrafı her geçen gün biraz daha teknik haline getirerek insansızlaştırmaktadır. Teknolojik dünya aslında insansız bir dünyadır. Fotoğrafı da insanla üretim yapan bir alan olarak kabul edersek fotoğraf, organik olanın açığa çıkarılması talebini çoktan terk etmiş, sentetik olana teslim olmuştur.
Bir bakıma gelecek projelerini yerle bir eden dünya, kendisi kadar sanatsal olanı da insansızlaştırmaktadır. Sanatın sadece teknik olarak algılanmasını dayatmaktadır.
Bugün duymanın, görmenin ve algılamanın büyük ölçüde insandan uzak tutulduğu bir sürecin ortasındayız. Bugün fotoğraf siteleri veya fotoğraf dernekleri bizi mutlu eden duyma eylemi ile doludur. Ancak bakma-görme-algılama ekseninden epeydir yoksundur. Ve hala gözlerini açmamakta direnmektedirler.
Digital veya analog fotoğraf, ne fark eder. Önemli olan fotoğrafın içimizdeki dünya ile dışımızdaki dünya arasında ki bir denge kurmasıdır. Karşılıklı ve kesintisiz bir sürecin sonunda bu ikisi, tek bir dünya oluştururlar. İşte başkalarına iletmek istediğimiz dünya budur.
Sezgin Güvel, analog makin asıyla doksanlı yılların Anadolu’sunun dört birtarafını gezerek, objektifini oralarda yaşanan hayata odaklayarak kendisine fotoğrafik bir dünya yaratmış. Bunu yaparken bir sure sonar içinde bulunduğu durumunu sorgulayarak, kendi kendine şöyle bir soru sormuş; “Tanık olduğum bu fotoğraflara zamandan, mekândan, kişilerden bağımsız olarak baktığımda nasıl bir öykü canlanır insanların zihninde?Bu fotoğraflar, o anın içinde bulunmayan kişilerde nasıl duygular uyandırır?”Bir sure sonar bu sorularına yanıt bulmuş ve kendi iç dünyasını başkalarına sunmuş. Çalışmasının isminide “Analog Öyküler” koymuş. Digital çağa meydan okur gibi…
Sezgin Güvel’in fotoğrafları izleyiciyi digital çağın mekanik görüntü ve yaşantılarından çıkarıp bazen keyifli, sevinçli, neşeli, uçarı, bazen durağan, kederli, acılı, buruk ama hep yoğun, hep sıcak, hep yalın insane anları yakalayıp, dondurarak bitimsiz bir geziye çıkarıyor. Kitapta seksenüç fotoğraf, elliüç farklı yazar tarafından, farklı bakış açılarıyla bazen öykü, bazen şiir, bazen değini, bazen deneme tarzında değerlendirmeleri anlatılıyor. Her fotoğraf zaten bir öykü, bir şiir, bir resim, bir deneme, bazen bir sinema veya bir edebi eser değil midir?
Fotoğrafçının fotoğraflarını sergiledikten sonra fotoğrafla olan ilişkisi bitmiş, onun yerini artık fotoğraf ve izleyici ilişkisi almıştır. Sezgin Güvel fotoğrafın kendi öyküsünün içine ayrıca bir başkası tarafından yazılan bir öykü koymuş. Böylece multidisipliner bir çalışma yapmış. Zaten kitap sunuşunda Duygu Değirmenci’de, Analog Öyküler’i, fotoğrafla yazının gücünün birleşimiyle ortaya çıkan, disiplinler arası bir çalışmanın ürünü olarak tanımlıyor.
Geçmişe dair her türlü bilginin bugüne taşınabilmesini sağlayan bir depo konumunda olan hafıza, bu özelliği nedeniyle hatırlama üzerinden açıklanır. Hatırlama ise geçmişte yaşanmış herhangi bir şeyi geri çağırabilme yeteneği olarak tanımlanır. Kısaca hatırladıklarımız ve hatırlayamadıklarımız hafızamızı oluşturur. Görsel bir kayıt aracı olan fotoğraf, icadından itibaren hafızayla güçlü bir ilişkisellik içerisinde olmuş, hem bireysel hem de toplumsal ölçekte geçmişin hatırlanmasının ve bugün içerisinde yeniden üretilmesinin aracı olmuştur. Akıp giden zamandan yakalanan anları bir karede donduran fotoğraf aracılığıyla kayıt altına alınan geçmiş, yine fotoğrafın tanıklığında bugüne taşınmıştır. Aynı Analog Öyküler’de Sezgin Güvel’in yaptığı gibi…
Sezgin Güvel fotoğraflarında insanı ve yaşamı anlatmış. Yalın ve gerçek halleri ile… Gerçekliğin kaydı ve tanığı olarak ortaya çıkan fotoğraf ile kendi hafızası arasında organik bir bağ kurmuş. Tüm albüme baktığımızda görüntüleri bağlamından koparmamış. Fotoğraflarını sadece fotoğraf makinesinin objektifinden olayların görünümünü, görünümlerden oluşan akış içinden çekip çıkararak dondurmamış, onları hakikata taşıyarak öyküleştirmiş ve bugünlere getirerek hafızamız ile fotoğraf arasında tekrar bir organik bağ kurmuş.
Otuz yıllık bir birikimin sonucu olan “Analog Öyküler” doksanlı yıllarda, henüz digital çağın belki de emekleme çağında olduğu, henüz tüm dünyayı ve insanlığı ele geçiremediği zamanlarda çekilmiş. Sezgin Güvel’in deyişiyle; “Doksanlı yıllar, henüz digital çağın başlamadığı analog zamanlar… Anadolu’nun daha saf, daha samimi olduğu, çocukların mahalle aralarında ip atladığı, evcilik oynadığı, yaşlı teyzelerin eşikte oturup sohbet ettiği, sabahın erken saatlerinde denize açılan balıkçıların akşam, dostlarıyla kahvehanede oyun oynadığı yıllar… Şimdilerde filmlerimin şeritlerine iz bırakmış, çoğu kareye özlem duyduğum yıllar…”Sadece fotoğraf açısından değil yaşamın bütünselliği açısından baktığımızda her geçen gün ve yılı, bir önceki gün ve yıla göre özlemiyor muyuz…
KAYNAKLAR
1-Sezgin Güvel. Analog Öyküler. Uzam Yayınları. Ankara. 2024
2-Ali İhsan Ökten. Digital Çağın Fotoğrafı. Fotoğraf Yazıları. Alter Yayınları. Ankara. 2011
Bize Ulaşın