İnsan Nasıl Fotoğrafçı Oldu?
İnsanın yeryüzünde sahneye çıkışı evrenin varoluşundan hayli zaman sonradır. İnsan, bitkilere ve hayvanlara göre fiziksel koşullarının yetersizliği nedeniyle uyum konusunda büyük zorluklar çekmiştir. Önce, tıpkı hayvanlar gibi beslenme ve barınma gereksinimlerini karşılayarak yaşam savaşı vermiş, ardından avcı-toplayıcı olarak var oluşunu sürdürmüş, en son olarak da yerleşik düzene geçmiştir. Bu da binlerce yıla mal olmuştur. (Bu arada, başlangıçta insanın dört ayaktan iki ayak üzerine kalktığını da unutmayalım.)
Ardından hayvanları evcilleştirmiş, tohum ekip ürün alarak beslenme sorununu çözmeye çalışmıştır. Artık karnını doyurmak için sürekli ava çıkmak zorunda değildir. Önce ürettikleriyle değiş tokuş yapmış, sonrasında da günlük hayatın bir parçası olarak parayı kullanarak gereksinimlerini karşılamıştır. Son iki yüzyılda ise insanı uygarlığa taşıyan en önemli gelişmelerle sürmüştür. Fotoğrafın tuhaf bir buluş olarak yeryüzüne çıkışıyla dünya farklı bir düzlemde kavranmıştır. Fotoğraf, bir yanı hatıra diğer yanı da sanat olan ve geçmişi bugün üzerinden geleceğe taşıyan yeni bir alan olmuştur.
İnsanın davranışları, sahneye çıkış sırasına göre önce antropoloji sonra da sosyolojiden yararlanarak açıklanmıştır. Ardından da insanın birey olarak var oluşunu ele alan psikoloji ilmi gelmiştir. Bilim, din ve felsefe ise birbirleriyle farklı bağlamlarda sarmallar yaparak insan yaşantısını etkilemişlerdir. Hukuk, adalet ve ahlak da baştan beri insanların özgürlüklerinin sınırlarını belirleyen dallar olmuşlardır. Günümüzde insandan izler taşımayan fotoğraf çekmek neredeyse olanaksız. Uygarlık, yerleşik düzenin gelmesinden sonra nesneleriyle evrene musallat olup endüstriyel izlerini bırakmıştır. Eşya, atığa dönüşmüştür kısa bir süre sonra.
İnsanı sevmeyen, insanlarla sosyal bağlamda paylaşacak ortak noktalar bulamayan kişinin günlük yaşamın içinde fotoğraf çekmesi olanaksızdır. Bu şekilde insan fotoğrafı çekmeye yönelik bir ısrar varsa, çıkacak sonuçlarda gözle görülür bir boyutsuzluk olacaktır. İnsanlar arasındaki iletişimin derecesi, çekilecek fotoğrafların türünü de belirler. Özellikle, geçmiş zamanlarda fotoğraf makinesinin zor elde edilmesi, makine sahiplerini ayrıcalıklı bir konuma getirmekte, ister istemez fotoğrafı çekilecek kişi üzerinde de bir baskı yaratmaktaydı. Dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de 70’li yılların fotoğrafı gizli bir hiyerarşinin izlerini taşımaktaydı. İnsan bir makinenin verdiği yetkiyle sınıf atlamaktaydı.
Varlık olarak insanın en temel özelliği özgür olmasıdır. Kimseden bir şey beklemeyen insan özgürdür. Bazı insanlar iktidarlarını ebedi kılmak için diğerlerini köleleştirmek ve üzerlerinde baskı kurmak isterler. Böylelikle yeryüzünde baki kalacaklarını sanırlar, oysa yanılmaktadırlar. Sanat da gerçek anlamında özgür koşullarda yapılan bir edimdir. Geçmişten günümüze kalanlar tiranlar değil, sanatçılardır. İleride sözü edilecek tek şey, sanatçıların birer cambaz gibi üzerinde dengede durmaya çalıştığı telin üzerinde yaptığı hareketlerdir. Önemli olan, seyirci isteklerine boş verip kendi repertuvarını oluşturmaktır. Sanat ancak bu biçimde ilerleyecektir.
Şehrin Doğasında Arayışlar
Eğer fotoğrafçı doğada görüntü avlamak peşinde değilse, çekeceği fotoğraflarda insan ve insan izlerine gereksinimi vardır. Fotoğraflarda yer alan görüntülerin önemli bir kısmını insanlar oluştururken, kalan kısmını da binalardan taşıtlara kadar uygarlığı biçimlendiren nesnelere borçluyuzdur. İçinde bizim de yer aldığımız Doğu ülkelerinde tüm bu saydıklarımızla oluşan dinamik -buna kaos da diyebiliriz-fotoğrafın oluşumunda reddedilemez ve etken olan güçtür. Fotoğrafçı, oluşturacağı kompozisyonuyla bu karmaşayı sanatsal düzlemde kabul edilebilir bir yapıya kavuşturmak zorundadır.
Şehirlerimizde sadece insanlar değil, çoğu sokak hayvanı olmak üzere hatırı sayılır miktarda kedi köpek de bulunmaktadır. Bu hayvanlar şehir fotoğrafının kaçınılmaz parçaları olmuşlardır. Aslında sokak fotoğrafı kavramı, cadde fotoğrafı sözcüğünden gelme olup şehir dinamikleriyle ilgilidir. Şehirde görebileceğimiz hayvanlar, sokak hayvanları, evcil hayvanlar, parklarda karşılaştığımız hayvanlar, şehirlerdeki hayvanat bahçeleri ve gezici sirklerde yer alan hayvanlarla sınırlıdır. Fotoğrafçılar bu hayvanların fotoğraflarını kendi bağlamları içinde fotoğrafa dönüştürmektedirler.
Kümes hayvanları daha çok kırsal bölgelerde yer alsa da güvercin, kırlangıç, giderek nüfusları çoğalan martı ya da karga gibi türler şehrin insanlarıyla kendi kuralları dahilinde iletişim içinde egemenliklerini rahatça sürdürmektedirler. Martılar daha çok suyun olduğu yerlerde bulunurlar. Bu saydığımız kuşların bir kısmı da pencere kenarları ya da balkonlara gelerek insanlar tarafından beslenmektedirler. Saçak altlarına veya balkonlara yuva yapma konusu ise kuşlarla insanlar arasında yapılmış sessiz bir anlaşmanın parçasıdır her zaman. Özellikle, beslenen güvercinleri, kanatlı hayvanların kedisi olarak düşünmek mümkün.
Tüm bu örneklerin ötesinde, hayvanların gerçek yaşamlarını sürdürdükleri yer doğadır. Dünyanın dört bir yanında karada, havada denizde birçok hayvan faunalarında kendi kuralları içinde yaşamlarını sürdürmektedirler. Fotoğrafçılığın en önemli kollarından biri de doğa fotoğrafının içinde yer alan vahşi hayvan fotoğrafçılığıdır. Bu hayvanların çoğunun tehlikeli olması, bir de ürkmelerine engel olmak için iyi bir kamuflaj ve güvenli mesafelerin yaratılması için de uzun odaklı objektiflere gereksinim vardır. Hayvanlarla, hayvanbilimci ya da veteriner olmadan ancak fotoğraf yoluyla bağlantı kurabiliriz.
Kırsalda, doğa ile ilintili yerlerde daha fazla gözlem yapma ve fotoğraf çekme fırsatları doğmaktadır. Doğaya uzanan yerleşim yerlerinde evcilleşemeyen hayvanlarla farklı bir ilişki vardır. Böyle yerlerde ev ya da çiftlikleri koruma amaçlı olarak köpek beslenmektedir. Bu kez malikane, kurt, tilki, yaban domuzu, sırtlan gibi vahşi türlerden korunmak zorundadır. Yine söz konusu problem, insanın doğaya sızmasından, sınırlara tecavüz etmesinden kaynaklıdır. Hayvanların yaşam alanlarının gasp edilmesi, bazen gazetelere haber olacak kadar tehlikeli saldırı olaylarını meydana getirmektedir. Doğa, kendi kurallarını insanın var oluşundan çok önce koymuştur.
Fotoğrafçı da fotoğrafını çekerken tıpkı bir avdaymışçasına görevini dikkatle yerine getirecektir. Avcı olurken, av olmak da mümkündür. Farklı bir bakış için diğer sanatların oluşum ve işleyişlerinden örnek almak mümkün. Edebiyattan destek alabiliriz, bir köpeğin ya da martının gözüyle bakabiliriz dünyaya. Konum ve açı değiştirmiş oluruz böylelikle. Müziğin dinamizmini kuşların ötüşleri üzerinden fotoğrafta ritim olarak uygulayabiliriz. Konulara sadece başka bir insan olarak bakarsak, daha önce üretilmiş eserleri taklit etmekten daha öteye gidemeyiz. Doğa, öğretmenimizdir; yeter ki bakmasını bilelim.
D/Okunuşlar
Fotoğraf ışıktır. Mekânın içinde zamanı kullanma sanatıdır. Öyle bilinir. Diyojen, “Güneşimden çekil”, “Gölge etme başka ihsan istemem” derken fotoğrafçıların ruhlarını böylesine okşayacağını bilmiyordu elbette. Belki de Diyojen bunu söylememişti ve tarih kendisine yakıştırmıştı; ya da bu sözleri başka birisi sarf etmişti. Aradan zaman geçtiğinde kimin dediği öneminin yitirir ve söylenilenin ne olduğu anlam kazanır. Anlatılanlardan, yazılanlardan biliyoruz; köpeklerle arası en iyi olan filozoftu Sinop doğumlu Diyojen, yani bizdendir.
Diyojen’in içinde yaşadığı fıçıya benzetebiliriz fotoğraf makinesini. Fotoğrafçı, anlara hayat vereceğim, onlara suni teneffüs yaptıracağım diye çoğu kez kendisi nefessiz kalır. Ölümsüz karelerin ardına düşüp çevresinde olup biteni görmez, gördüklerinin tadını çıkaramaz. Sadece çilesini çeker. Fotoğrafçının çıktığı seferlerden getirdiği ganimet sadece insanlığa aittir. Şansı varsa, zaman içinde giderek değerlenecek ve hatıralarda yer edecektir. Yoksa eğer, diğer milyonlarca kare gibi unutulacaktır.
Yeni makineler konfor sağlıyor. Konfor rahatlık getiriyor. Netlik yapılıyor, ışık ayarlanıyor, renk düzeltiliyor otomatik olarak. Fotoğraf işleme programları da geriye kalanı yapıyor. Perspektif düzeliyor, boyası solmuş bina ilk haline getiriliyor. Her şey yeni oluyor, bir yalanın içine atılıyor tüm dünya. Fotoğraf ışıyor, aydınlanıyor fakat içi boşalıyor. Konfor, yaşam ile arayı açıyor. Her şey koflaşıyor.
Film kâbusu bitmiş; eski günler geride kalmış. 36 kareden sonra da hafıza kartının üzerine binlerce fotoğraf çekmek mümkün. Tedirginlik yok artık. 30 yıl öncesine göre bir mucize gibi. Bu büyük avantaja rağmen, geçmişte insanlar yeteneklerini daha az kareye bölüp daha iyi sonuçlar alırlardı. Şimdi her şey gibi o da gevşedi. Eski, tadı olan insani fotoğraflar fazla çıkmıyor karşımıza. O insani yumuşaklık yerini sert, abartılı renkleri olan aşırı grafik fotoğraflara bıraktı. Saldırgan bir anlayış hâkim oldu fotoğrafa. Şehrin cangılını bakışlarıyla tutuşturdu fotoğrafçılar.
Eski romantik dokunuşlar, insanın insanla olan seviyeli ilişkisi bitti. Farklı okuyoruz artık her şeyi. Çıkarsız ilişkilere giremiyoruz. Yakınımıza gelenler acaba bizden ne isteyecekler diye düşünüyoruz. Fotoğraflarımız bile samimi değil. Poz verirken başkalarına benzemeye çalışıyor, fotoğraf çekerken de başkalarının fotoğraflarını taklit ediyoruz. Ait olmadığımız soy ağaçlarına musallat oluyoruz. Ruhsatsız avlanıyoruz şehirde. Başkalarının sınırlarına giriyor, onları taciz ediyoruz. Av tezkeremiz dahi yok.
Yatay bir dikdörtgenden bakıyor, onun üzerinden konuşuyoruz sürekli. Onu hayatın omurgası, odak noktası olarak ele alıyoruz. Sürek avlarından döner gibi fotoğraf gezilerinden dönüyoruz. Hafıza kartlarımızda fotoğraflar var. Gelip gelmeyeceğine emin olamadığımız ruhları çağırıyoruz o uzun fotoğraf seanslarımızda. Objektifimizin sınırları içine giren her şeyi öteki ilan ediyor, empati kavramanı da defterimizden siliyoruz. Elimizde fotoğraf makinesi ile yanıtlarını önceden bildiğimiz soruları cevaplıyoruz görünmeyen sınavlarda. Kendimizle satranç oynuyor ve hep yeni(li)yoruz sonunda.
Sanatın Bulanıklaşan Denizlerinde Fotoğraf
Fotoğraf makinesinin icadından günümüze kadar son 30 yılda alınan yol, teknolojinin diğer alanlardaki yükselişinden daha hızlı oldu. Kendini üretim yapmak zorunda hisseden insan, teknoloji destekli sanatla yaratıcılığını kısa sürede sınamaya karar verdi. Edebiyat, resim ya da müzik gibi insanın bilgi birikimi ve tecrübesine bağlı olan dallardansa fotoğrafı tercih etti. Sanatların görünürde en kolayı, en az emekle sonuca ulaşılacak alan fotoğraftı. Bu yüzden yalnızca yeni başlayanlar değil, şarjı tükenen fotoğrafçılar da aynı bakış açısı ve malzemelerle yollarına devam ettiler. Bu fotoğrafçılar yeni estetik arayışlar adı altında teknolojiyi biçimsel deformasyonlara alet ederek sözde yeni bir alt dil oluşturdular. Oysa evren, fotoğrafçılardan çok daha farklı şeyler bekliyordu.
Daha parlak ve daha çarpıcı olanın baş tacı edildiği, gerçek olanın sönük kaldığı bir çağı yaşıyoruz. Giderek bulanıklaşan sanat denizinde üretim bambaşka bir boyut kazanıyor. Bizim yerimize düşünen ve giderek bizi etkisi altına alan avatarların oyuncağı haline geliyor insanlık. İnsanların, robotları üretimlerinde kullanmaları gerekirken, aksine robotlar insanların hayatlarını ele geçirerek onların davranışları üzerine karar veriyorlar. Dijital ortamda yeni yazılımlarla insanların zayıf noktaları saptanıyor. Mutlak aklın idrakı başka güçlerin eline geçiyor, düşüncemizin semalarında yeni hava gemileri dolaştırılıyor.
Tüm bunlar olurken, görmeden göstermeye kalkanların yarattığı kaosun trajik dünyasına gömülüyoruz. Karşı karşıya kaldığımız her bilgiyi doğru kabul etmekten doğuyor tüm problemler. Bunun konforuna her geçen gün biraz daha alışıyoruz. Daha az araştırıyor, daha çok inanıyoruz. Dijital platformlardan her gün üzerimize binlerce “sortie” yapılıyor. Bilgi ve duyumlarımızla evreni nasıl algılıyorsak, sanat yapıtlarını da aynı şekilde kavramayı deniyoruz. Hatalı üretilmiş bir yapbozun mantığını çözmeye, büyük resmi tamamlamaya çalışıyoruz. Sorun, müzikte olduğu gibi yanlış basılmış bir notayla ilgili değil aksine, hiçbir kural ve koşula bağlı kalmadan müzik tarihini hiçe sayarak yapılmış -hatta başkasından kopyalanmış- bir bestenin icrasına benziyor.
Bilginin mayalanmaya bırakılmadan ve diğer verilerle birleştirilmeden neredeyse bir dogma olarak kabulü, özellikle sosyal medyanın da hızlı kullanımıyla bir karmaşaya yataklık ediyor. İletinin süzülüp, kültürle harmanlanmadan kullanımı, tarih içinde büyük sorunlara yol açacak ve ileride insanlara zaman kaybettirecektir. Çizimi yap, polyestere döktür, fikri söyle, demirci ustası ya da marangoza yaptır; okuduğun bir iki kitaptan sana cazip gelen satırları alıp onları da metin olarak ekle, sonra da bakanlara “sanat yaptığını” söyle. Sonra da senin gibiler gelip seni alkışlasın ve bunun adı sanat olsun.
Bu şekilde yapılan, sesi kötü şarkıcıların bilgisayar programlarıyla yaptığı ancak içinde bulunduğu sezonu kurtarmaktan başka işe yaramayan şarkılarına benzer. Bir de ona kısa etekli kızların dans ettiği, üç dört kostümün değiştirildiği bol renkli kliplerle destek verilmesi gerekiyor. Günü yakalayıp dönemin nabzını tutmakla günü kurtarıp malı götürme arasındaki farkı bilmek gerekiyor elbette. Çevremiz, son sayfalarını okuyup sonra da o romanı okuduklarını söyleyen kişilerle doldu. Yine de konumuz bu değil. Devam edecek…
Yeni Doğanın Peşinde
Giderek bizden uzaklaşan doğayı yakalamak için biraz daha yol katetmek gerekiyor. Ancak ışığın ve sesin olmadığı bir ortamda gece yıldızları görebiliriz. Oysa yıldızlar daima göktedir. Görmek ve gördüğünü idrak etmek için hep bir çabaya ihtiyaç var. Sosyal hayatın içinde olmamız, insanlarla yoğun bir sevgi ilişkisi içinde olduğumuz anlamına da gelmiyor. Belki de yeni ve iyi fotoğraflar için alışılmadık alanlar ve özgün kategoriler yaratmak gerekiyor. Ansel Adams’ın fotoğraflarını hızla eskiten, Cartier-Bresson fotoğraflarını saha dışına yollayan, hoyrat bir düzenin içindeyiz. Milyonlarca rengin yarattığı karmaşadan ve önümüze serilen olasılıkların çokluğundan referans noktalarımızı yitirdik.
Fotoğrafın 200 yıla yaklaşan geleneğini, bugün üzerinden nasıl ileriye taşıyabiliriz? Aslında üzerinde dikkatle durulması gereken konu bu olmalı. Doğa ile yitirdiğimiz ilişkimizi yeniden gözden geçirmeli, özgün bakış açılarıyla da sanatı yeniden biçimlendirmeliyiz. Bunun için sadeleşmeye, düşünceyi ve ardındaki anlamı görünür kılmak için teknolojiyi ve ona ait olan verileri biraz daha arka plana atmaya gereksinim var. Gözün asla ulaşamayacağı açılar ve perspektifler, doğada ve yaşamda var olmayan renkler ve seçilen konuların üzerine iki numara büyük gelen zorlama metinlerin tuzaklarından uzak durmalıyız.
Özgünlüğü özgürlük sanan, fotoğrafın kendi çektikleriyle başladığını düşünen fotoğrafçılar, değil zamanı durdurmak, onu sekteye uğratmaktan başka bir iş yapmıyorlar. Ama daha da tehlikesi, bunu fotoğraf sanan insanlar ortada sıklıkla dolaşan bu tarz işlere özenerek taklit ediyor ve sorunun büyümesine sebep oluyorlar.
Fotoğrafın tarihi, internetin tarihiyle başlamıyor. Yalnızca fotoğraflara bakmak da yetmiyor, bir şiirin dizelerinde ya da bir caz standardının melodisinde bazen bir fotoğrafın anlatacağından daha çok ilham olabilir. Dikkat: Fotoğraf çıkabilir! Karada, havada, denizde…
Fotoğraflar: Saygun Dura
Bize Ulaşın