İskelenin vapura açılan kapısını kapatmış,
arkasına bakmadan gitmiş, halatı çözüyordu.
ardında birini bıraktığını biliyordu.
kapıyı yüzüne kapattığı biri.
ve onun kendisine nefretle bakan iki gözünü ense kökünde hissediyordu.
günde kaç kez bakılıyordu arkasından böyle kim bilir?
kanıksamıştı artık.
ilk günlerini hatırlıyordu da; biri daha geliyor, ardından biri daha,
bir kişi daha turnikeden geçti, koşarak geliyor…
kimsenin yüzüne kapıyı kapatmayı beceremezdi…
kaptanlar bekliyordu, şu acemi çımacı kapatsın kapıyı da kalkalım diye.
halat bağlamak, çözmek, halatı vapurdaki çımacının tutabileceği şekilde düzgün atmak, atılan halatı havada yakalamaktan daha mühim bir işi vardı.
insanların yüzüne kapıyı kapatmak…
ilk günlerde kapının ardında kalan insanlarla bir anlığına da olsa göz göze gelir, camın ardından derin bir öfkeyle kendisine bakan gözlere sahici bir hüzünle karşılık verirdi.
şimdi ise kapıyı kapattığı anda sırtını dönmeyi,
kimseyle göz göze gelmemeyi öğrenmişti.
o eski günlerdeki kaygısından eser yoktu artık.
olsa bile, birkaç saniye.
bakan ama görmeyen, ruhani bir düş içindeymiş gibi dalan gözlerle…
o kadar…
kapıyı kapatmasıyla, arkasını dönmesi öyle hızlı olurdu ki;
kendisini görmediğini zanneden yolcu, camlı kapıyı yumrukluyordu.
o, dönüp bakmıyor, “seni gördüm dostum, ama kapatmak zorundayım” diyordu içinden.
halatı çözülüp serbest kalan vapur, arkasında beyaz köpükler bırakarak iskeleden ayrılırken kapıya ve ardındakine hiç bakmadan gidip ilk yardım dolabının üzerindeki yerine oturdu ve vapurda bırakılan dergilerden birini aldı, okumaya başladı.
işe başladığı günden bu yana geçen yaklaşık bir buçuk yılda,
hayatında hiç okumadığı kadar çok okumuştu.
yeni bir şey olmasa da hiç atmadığı dergiler vardı, onları yeni baştan okumayı seviyordu.
“önemli olanın okumak değil, yeniden okumak” olduğunu öğrenmişti artık.
oturduğu ilk yardım sandığının üzerine koyarlardı temizlik görevlileri yolcuların vapurda bıraktığı gazeteleri, dergileri ve unuttuğu kitapları.
ordusundaki her askeri ismiyle çağırabilen Pers kralı Krezüs’ü de,
topraklarında konuşulan yirmi iki dilde de yasa dağıtan Mitridates’i de,
sadece bir kez duyduğu her şeyi aynen tekrarlayabilen Metrodorus’u da,
attar* dükkanına girip ilaç kutularına ve şişelerine hayranlıkla bakıp ağlamaya başlayan dervişi kovması üzerine dervişin “Benim gitmem kolay, geride hiçbir şey bırakmıyorum, oysa senin bu değerli şeylere veda etmen kolay olmayacak” sözlerine içerleyen Nişabur’lu Feriduttin Attar’ın ertesi gün dükkanını ve dünya işlerini terk ederek önce Hicaz’a gidişini, sonra Mısır’ı, Suriye’yi, Türkistan’ı, Hindistan’ı katederek dönüşünde yazdığı yirmi bin adet beyit ile ünlendiğini, 110 yıllık yaşamı boyunca bir eşi dahi olmayan Mantık-ut-Tayr (Kuşların Dili) gibi onlarca kitap** yazdığını hep bu okuduğu kitaplardan, dergilerden öğrenmişti.
ve oradaki bir dergiden almıştı lâkabını ve kendine lâkap takan sayılı insanlardan olmuştu.
çok yakıştırmıştı kendine 52 Hertz’i..
özdeşleştirmişti kendisiyle.
o da onun gibi yalnızdı bu koca dünyada. hiç kimsesi yoktu.
52 Hertz’in lâkabını da Pasifik Okyanusu’nda araştırma yapan bir keşif heyeti koymuştu.
araştırmacılar 1989 yılında duymuşlardı sesini ilk kez.
böyle yazıyordu okuduğu dergide.
o, dünyanın en yalnız canlısıydı.
bir balinaydı 52 Hertz…
balina türleri 12-25 hertz aralığında iletişim kuruyorlardı
ve bundan yüksek sesleri duymuyorlardı…
o ise 52 Hertz’lik çok yüksek ve çok tiz bir ses çıkartıyordu.
hiç kimseyle iletişim kuramadığından ve normal göç yollarını da takip etmediğinden, başka hiç bir balina ile karşılaşmıyor ve bir gruba katılıp göç dalgalarına karışamıyor, okyanusta 20 yıldır tek başına dolanıyordu.
bir belgeseli de çekilen 52 Hertz hakkında yazılmış makalenin son cümlesi şuydu;
52 Hertz yirmi yıldır hiç cevap alamamasına karşılık kuzey pasifik’te
şarkı söylemeye devam ediyor
bu cümle ona çok dokunmuş, kendisine 52 Hertz demeye başlamıştı…
“o da ne demek, ne anlama geliyor ?” sorusunu bekliyor,
onlara 52 Hertz’in hikayesini anlatmaktan büyük zevk alıyordu…
asıl adının Ziya olduğunu, Erzincanlı bir deniz sevdalısı olduğunu bilen bir ben miyim, başkaları da var mı bilmiyorum…
* Attar, farsçada güzel kokular, bitkilerden yapılmış ilaçlar satan (hekim-eczacı) anlamına geliyor.
** Bülbül-name, Hüsrev-name, Esrar-name, İlahi-name, Azizlerin Anıları, Kral ve Gül, Harikalar Bildirisi ve Kuşların Dili (Mantık-ut-Tayr)
Editör notu: Yukarda okumuş olduğunuz hikayenin yazım tarzı, yazarın -isteği üzerine- kendi klavyesinden çıktığı gibidir. Bilginize…
Ali Bey Merhaba,
Derin düşüncelere daldıran, yine çok güzel bir hikaye…
Çok teşekkür ederiz