Dört Duvar
Zaman geçiyor. Aslında evren eskiyor. Bizim eskiyor olmamız da yıpranan evrenin bizdeki yansıması. Önce doğmak sonra da büyümek diyorduk bu duruma değil mi? Ardından da yaşlanmak ve kaçınılmaz olarak ölüm geliyor. Bir ömürlük misafirlik yani. Ömür denen evde, dört duvar arasında. Başladık bir kez, bitireceğiz.
Ne yazık ki yeryüzünün kabul edilmiş kurallarına karşı koyamıyoruz. Öncelikle yerçekimi var, her şeyimizi yere, toprağa doğru çeken, adı konulmadan önce de yeryüzünde var olan o kaçınılmaz kural. Sanki ölümsüzlük bir tek sanatla mümkün gibi. Bir şeyler üreteceksiniz, bunun için tüm ömrünüzü vereceksiniz. Çalışacaksınız. Deliler gibi, gecenizi gündüzünüze katarak çalışacaksınız. Birileri takdir etsin diye bekleyeceksiniz. Dostlar övecek çaresizlikten, düşmanınızın sizi yerdiğini de başkalarından duyacaksınız.
Yaptığınız işin bunca çabaya değip değmediğini düşüneceksiniz. Size bunu düşündürtecekler. Zaten hiçbir zaman çabanızın karşılığını alamayacaksınız. Almaya başladığınızda da türlü nedenlerden dolayı bundan huzursuz olacaksınız. Galeriler açacak kapısını, bunu hak ettiniz, ya müzeler; ölümsüzlüğün sırrına ulaşabilecek misiniz? Ya da sizi son hatırlayanın hafızasından silindikten sonra, belki de hiç olmayacaksınız. Kesinlikle tek kurtarıcınız bir kitaba sahip olmanızla mümkün. O da yıllar sonra bir sahafta, tozlu diğer kitapların arasında, birisi sizi bulacak. Şanslıysanız bir kitabın içine ödünç bıraktığınız ruhunuz bunu duyacak.
Evet, eskiyor kitaplar. Tıpkı hayatımız gibi o da dört duvarın içine girip dijital düzlemde artık daha az okunuyorlar. Bir seyahate giderken bir tabletiniz varsa eğer, binlerce kitabı okumayacak olsanız da yanınıza alabilirsiniz. Olmadı bir dost ansızın bir kitap önerirse, indirirsiniz sanal evrenin uzayından. Tıpkı dünyada tüm dilediğiniz noktalara birkaç klavye dokunuşuyla ulaşabilmeniz gibi. Kitaplarınız da elinizin altındadır artık. Bunun heyecanını hissetmek bile hoş bir duygu. Sanki bir kütüphane karavanını yanınızda taşıyorsunuz. İstediğiniz her kitaba kaldığınız yerden devam edebiliyorsunuz. Işığını açıp kapayabiliyor gözünüzün zevkine göre puntoları büyütüp küçültüyor ve istediğiniz yerde -şarjınız izin verdiği ölçüde- keyifle okuyabiliyorsunuz.
Doğrudur konforun algılamayı güçlendirdiği; uygun şartlar sağlandığında insanın daha iyi anlayıp kavradığı. Peki ya bizimki gibi coğrafyalarda ansızın içimize bir nur gibi doğan bilgiler, başımız sıkıştığında hemen çareyi bulabilmemiz, güçlü sezgilerimiz, yazmaktansa -unutmayı göze alarak- ezber yapmamız. Sözcükler, edebiyat ve gelenek üzerinden herkes farklı bir yol izler. Her ülkenin, her kavmin, her coğrafyanın davranışları hem sosyolojik hem de psikolojik anlamda farklılık gösterir. Bu da, ülkelerin başka ülkeler tarafından nasıl görüldüklerini belirler. Konuşkan milletler, suskun, otoriter, çalışkan, soğukkanlı ya da heyecanlı milletler. Dünya her eğilime hitap eden bir eklektik bir yapıyı içerir. Kapitalizmin çoksesliliği de her eğilimin gereksinimlerini giderme üzerine stratejilerini geliştirir.
Evet, bizler hâlâ kitabın kokusundan, sayfanın düzeninden, kapağın tasarımından, yazı karakterinden, puntodan, dolmakalemin hikmetinden, mürekkebin kağıtla olan izdivacından, elle yazmanın lezzetinden söz eden, giderek ilkçağ yaratıklarına dönüşmeye aday bir azınlık kitleyiz. Yine de azımsanacak gibi değil sayımız. Yaşadığımız şu dijital çağda, dört duvarın arasında gerçekleşen karanlık oda işlemleri oradaki altını sıkça çizdiğimiz büyü benzeri antropolojik bir hadise gibi kalıyorsa, plak dinlemek nasıl bir hamallık olarak görünüyorsa artık yazı yazmak ve kitabı kağıt üzerinden okumak da yeniyi benimseyen kuşakların bir kısmı tarafından ilkellik olarak görünüyor. Değişimin kaderi bu. Sonsuz bir evren, ekranlarımızın karşısında ve önümüzde bir tuş uzakta olmasına rağmen, biz yine de bir dikdörtgen pencereden önümüzde akıp geçen âleme ilgiyle bakmaktayız.
Zaman Makinesi
Zihnimizde, hatıralarımız üzerinden geriye gitmek mümkün. Bazen düş kurarken hatırlatırız unuttuklarımızı, bazen rüyalarımızda tanık olduğumuz bir mekân, çocukluğumuza kadar alıp götürür bizi. Bazen bir sohbet sırasında bağlamından kopmuş bir sözcük, bazen önümüzde uzanan manzarayı izlerken tanık olduğumuz bir sahne, bazen hatırladığımız bir koku, kimi zaman açık pencereden gelen bir ses, kimi zaman dinlediğimiz bir müziğin melodisi, geçmişe ışınlar bizi. Evet, bir psikoloğun sihirli değneği dokunmuşçasına, kahramanı olduğumuz eski bir maceraya gidiş biletimiz hazırdır.
Ama “şimdi”den kaçmak, imkânsız. Ne olursa olsun, mücadelemiz ve var olma kaygımız hep bu zaman diliminin içindedir. Bu kadar uyaranın olduğu bir dünyada yaşamak hiç de kolay değil elbette. Billboardlar, televizyon dizileri, posterler, ara sokakların kaldırımlarına kadar park etmiş arabalar, doğanın sesini bastıran taşıtların gürültüleri, klavye tıkırtıları, her gün yenileri yapılan inşaatlardan gelen gürültüler, çalan telefonlar, telefonda konuşanlar, kulaklıklardan sızan beyni tırmalayan garip müziklerin ritimleri, atılan havai fişekler, her bahaneye sıkılan tabancalar ve her geçen gün gözlerimiz ya da kulaklarımız üzerinden darbe alan beynimiz. Sonuçta da sürekli hasar gören ruhumuz.
Hayallerimiz, umutlarımız ve ideal arayışımızla geleceğe doğru da yol alabiliriz. Kendimizi olmak istediğimiz yerlerde, bulunmak istediğimiz pozisyonlarda, karşı karşıya gelmek istediğimiz kişilerle görebiliriz. Teknoloji zaten bunu sunuyor. Edebiyat ve sinema ise bizleri önce aşkların ve düş kırıklıklarının kucağına bırakıp ardından da gelecek tüm felâketlere hazırlıyor zaten. Uzaylıların ziyaretlerine az tabi olmadık filmlerde, en tehlikeli mikroplar kötü niyetli bilim adamlarının bulunduğu laboratuvarlardan yayılıverdi, büyük birader bizi sürekli gözetledi. Yani hazırlanmamış mıydık bu günlere; öyleyse şikayetimiz ne diye? Galiba kurgular gerçek oldu, fanteziler elimize yüzümüze bulaştı, o korku filmlerinin musallat kötü ruh, filmin yazıları geçerken gelip buldu yine bizi.
Teknoloji bir yandan bizi geleceğe hazırlarken ve adeta tanrısal bir gücün olanaklarını sunarken, diğer yandan da mutluluğumuza gölge düşürüyor. Yaptığımız her hareket, attığımız her adım, içinde bulunduğumuz her eylem kayıt altında ve kodlanıyor. Hangi taşıtla nereye gittik, ne yemek yedik, kaç para hesap ödedik, bu yemeği kiminle yedik; her şey çıkıyor ortaya. Gazete bitti haberler internette; aboneyseniz o ağ tarafından -üstelik konularınıza göre- anında gönderiliyor. Yan binada yangın çıksa -başınızı pencereden uzatmadığınız için- onu da internetten öğreniyorsunuz.
Elbette dünyadaki kaynaklara ihtiyaç olduğunda uzanabilmek büyük bir kolaylık. Bilgisayarın pozitif yönde ve dengeli kullanımında hiçbir sorun yok ama bu ekranların getirdiği sanal sarhoşluk, insanın kendini Tanrı sanma sendromu ile birleştiğinde korkunç sonuçlara gidebiliyor. Unutulmaması gereken, bu düzlemde bulunan tüm bilgiler insanlar tarafından kayıtlara giriyor. Burada yapılacak masum bir hata ya da bilinçli olarak verileri çarptırma bu algoritma içinde doğru kabul edilecek ve ileriye doğru her şey bunun üzerinden kurgulanacaktır. İşte savaş bile çıkarabilecek olan bu ayrıntı, tıpkı insanlığın faydası için yapılan bir nükleer santralde çıkan sızıntı gibi sonun başlangıcını yanında getirecektir.
Bilimsel olmasa bile evrensel bir gerçekliktir: Negatif daima pozitif olandan daha hızlı yol alır. Türkçemize bunun karşılığı “Kötü haber çabuk yayılır.” olarak yerleşmiştir. Verilere ulaşma ile bunu yaşam içinde kullanma arasında kesinlikle bir sınır bölge olması gerekiyor. Yoksa dönülmeyecek birçok yanlışı yapma olasılığı artıyor. Kötü niyetli insanlar bu bilgileri çarpıtarak görüşleri doğrultusunda kullanıyor ve izleyicileri yanlış etkiliyorlar. Ya da internette bir haber okumak ya da bir müzik dinlemek isterseniz, bir sürü saçma reklamla karşı karşıya kalıyorsunuz. Kirlilik, ruhumuzu esir almış durumda. Kimse kimseyi bedava olarak hiçbir şeyden yararlandırtmıyor.
İnternette Fotoğrafın Görünüşü
Varoluşunu ışığa borçlu olan fotoğraf, çağımızda neredeyse ışık hızıyla dolaşımını sürdürmektedir. Aslında sadece fotoğraf değil, teknoloji destekli olarak giderek artan videoların varlığı da yeni bir alanı işaret etmektedir. Günümüzde görüntünün niteliğinden çok dolaşımı önem kazanmıştır. İnsanın kendine çevirdiği kamera, neredeyse bireye ait olabilecek tüm acayiplikleri kayıt altına almaya başlamıştır. Bu durum, sosyal medya üzerinden bakıldığında, geniş bir kitleyi ilgilendirdiği için anonim bir çılgınlığa doğru gitmektedir.
Tuhaf mı tuhaf, arabesk bazlı, korkunç melodisi ve sözleri olan şarkılara playback yaparak dans eden mini etekli kızlardan, az buçuk felsefeyi kullanarak pandemi nedeniyle ruhlara dolan sıkıntıyı almaya yeminli kurumlara, resim ya da edebiyat gibi herhangi bir sanat dalından yola çıkarak terapi vermeye and içmiş psikolojik danışma merkezlerinden, botoksla en azından yüreğinize değil yüzünüze pasta cila çekeriz diyen estetik merkezlerine kadar herkesin kendini bulduğu bir arenaya dönüştü internet. Facebook ile dolan, twitter ile boşalan, instagramla sahaya çıkan bu insanlara ne yazık sanatın, bir kitabın ya da serginin vereceği fazla bir şey kalmamış.
Artık dönem, dizi seyretmekten ruhları kurumuş kirli sakallı delikanlıların, memleketlerinin şivelerini abartıyla taklit ederek gönül kazanmaya çalıştığı zamanlardır.
Artık ticaret de önemli oranlarda sanal ortamda gerçekleşiyor. Her şeyin fotoğrafına bakıyor, sonra onu almak üzere harekete geçiyoruz. Bu iş ilk, gideceğimiz seyahatlerde otel odalarına bakmakla başlamıştı. Tamam demiş, ödememizi kredi kartı ile internet sitesi üzerinden yapmış, rezervasyonumuzu tamamlamış ama otele gidip odanın küçüklüğünü gördüğümüzde hayal kırıklığına uğramıştık. Yapacağımız seyahatin heyecanı ile fotoğrafçı olmamıza rağmen geniş açı objektifin icadını unutmuştuk. Fotoğrafçıydık ama fotoğraf bizi -üstelik çalıştığımız yerden- yanıltmaya devam ediyordu. Tuzaklı kullanılıyordu fotoğraflar ve her deneyim sonrası giderek inancımız kayboluyordu fotoğrafa karşı.
Zaten tarih boyunca da hiçbir zaman doğruyu söylememişti ki fotoğraf. Kandırıp durmuştu insanları. Diğer sanatlara göre biraz daha gerçekçi kalıyordu, hepsi bu. Fotoğrafçı makinesini hangi noktaya yerleştiriyorsa, deklanşöre akışın hangi anında basıyorsa, fotoğraf da ancak bunun sağlamasını yapıyordu. Üstelik illüzyon denen bir psikolojik hadise daha vardı fotoğrafta. İnsan görmek istediğini görüyor, anlamak istediğini anlıyordu. Temelinde gerçeklik yatan an, fotoğrafa taşındığında bir başka boyuta taşınıyordu. Fotoğrafın bu özelliğinden, diğer alanlardan daha fazla olarak sanat yararlanmıştı. İyi bir sanatçının elinde fotoğraf, kategorisini değiştirerek fotoğraf sanatına dönüşebiliyordu.
Evet, sanal dünya ile gerçek dünya arasında uçurumlar bulunmaktaydı. Almak istediğimiz ile nesnenin/hizmetin arasında ancak hayal dünyamızla kapatabileceğimiz bir boşluk vardı. Sanat kapatabilir miydi bu boşluğu. Şiir yazmak yerine fotoğraf çekebilir miydik? Hangisinin eksiği, diğerinin fazlasıydı? Allayıp pullardık. Önce standardı yapar, sonra üzerine çıkardık. Özgün olmak gerekiyordu, bir şeyler anlatmak. Bir meselemiz olmalıydı, dünyayla aramızda asla kapanmayacak bir boşluk. Aradığımızı bulmuştuk.
Uğraşıp dururdun ve anlasınlar isterdin seni. Bir gün her şeyi bıraktığında en azından elinde sanatın kalırdı. Sanat merhemini sürdüğünde ne ağrımız kalırdı ne kederimiz. Farkındalığını gözden geçir diyor reklamlarda. Tutturabilsek bir standardı, ah nerede… Kim kimi fark edebiliyor ki bu kargaşada. Gel birlikte incelelim diyor bir başkası. Sanatın getirdiği hassasiyetle kopacak gibi olmadık mı zaten? Diğeri de tam tersini söylüyor. Sağlam duralım, kötü olan geçmesin içimizden, örselemesin ruhumuzu; haydi şu nefesi baştan alalım, meditasyon yapalım, yalnız günlerimizde pilates topuna daha sıkı sarılalım.
Doğrunun peşinde olsak işimiz kolaydı. O zaman belge fotoğrafıyla daha sık kesişirdi yolumuz. Dünyayı belgelemek, olanı biteni “sıfır” müdahale ile saptamak. Bu mümkün müydü? Zihnine indirdiğin fotoğraf tarihi, bir tehdit gibi sakladığın ölü fotoğrafçılar ve onların asla ölmeyecek fotoğrafları, bilinçaltındaki fotoğraf anlayışı, becerebildiğin grafik ve kompozisyon teknikleri… Görüldüğü gibi fotoğrafta doğal / ham bir saptama ne yazık ki imkânsız. Öyleyse yüklenelim fotoğrafa, bakalım; 22.yüzyıla akarken yolumuz daha neler göreceğiz.
İnsanlığa Kalan
Fotoğraftan geriye ne kalacak? Tüm deneyimlerimizden, hepimizin fotoğraf endüstrisine seçtiğimiz fetiş markalar üzerinden yaptığımız hizmetten, fotoğraf işleme programlarıyla hâkim kitlenin beğenilerine layık hale getirdiğimiz müdahaleli fotoğraflardan neler hafızalara kazınacak? Yaşadığımız çağdan gelecek kuşaklara neyi ne kadar aktaracağımızı şimdiden bilmek olanaksız. Artık fotoğraflar da tıpkı defilelerdeki mankenler gibi allanıp pullanıyor, çarpıcı ama hiçbir zaman giyilmeyecek elbiseleriyle görücüye çıkarılıyor. Postmodernizm sonrası melez bir fotoğraf anlayışı, teknolojinin de yardımıyla hızlı biçimde ile izleyicileriyle buluşuyor.
50’lerin ikinci yarısında ve 60’larda Anadolu’dan yaşam, manzara, arkeoloji ve turistik fotoğrafa olan ağırlıklı ilgi, 70’lerde büyük şehirlerde sokak aralarında çekilen belgesel fotoğrafla yer değiştirdi. 80 ve 90’larda sanatsal ağırlıklı kurgu fotoğrafları önem kazandı. Karanlık odada yapılan yaratıcı çalışmalar ve sonra da dijital teknolojinin gelişimiyle biçimsel özellikleri ağır basan nitelikli fotoğraflar belirleyici oldu. Bu yıllarda moda ve reklam fotoğrafçılığı da atağa geçti. Stüdyo fotoğrafı, portre, natürmort ve nü fotoğrafları önem kazandı. Bu alanlarda oldukça yaratıcı fotoğraflar çekildi.
Fotoğrafta, okul, akım, ekol kalmadı artık. Fotoğrafçılar dışarıya çıktılar; sokaklara, kıyılara indiler ve bireysel olarak çalışmalarını sürdürüyorlar. Yine sahada ağırlıklı olarak ileri amatörleri görüyoruz. Bir yandan mobil cihazlar, diğer yandan aynasız fotoğraf makineleri ile bir çeşit görüntü avında yoğun bir biçimde çalışıyorlar. Kendilerine özgü yaklaşımlar, bakış açıları geliştiriyor ve sokaklarda saatler boyunca kalarak fotoğraflarını çekiyorlar. Şehirlerin dinamiklerini, insanların devinimlerini, karmaşayı, renkleri ve biçimleri ustalıkla kullanarak yeni bir bakışın temsilcisi oluyorlar.
2000’ler ise karanlık odadan aydınlık odaya yatay geçiş yaptığımız, dijital fotoğrafçılığın kesin bir zafer kazanarak bayrağını göndere çektiği bir döneme karşılık geldi. Fotoğrafçılar dijital fotoğraf makineleri ile artık daha çok fotoğrafa daha kolaylıkla ulaşabiliyorlardı. Teknik sorun halledildiğine göre artık yapılması gereken fotoğrafın yapısal ve estetik sorunları ile uğraşmaktı. Ciddi bir grup, kendi alanlarındaki tecrübeleri de kuşanarak sokağa çıktılar. Orada birbirlerine selam verip arkadaş oldular ve fotoğraflarını çekmeye başladılar.
Özellikle son dönemlerde pandeminin de getirdiği içe kapanışın ardından kendilerini sokaklara attılar. Tıpkı 12 Eylül Darbesi’nden sonra insanların içe kapanması, ardından da sanatsal üretimlerinde yaratıcı bir yol izlemelerine benziyor bu hareket. Önce olup biteni belgelemekti amaçları. Oysa şimdi şehrin yeni dinamiklerini fotoğrafa geçirmeye ve yaşanan anları kalıcı hale getirmeye çalışıyorlar. Önce maskeli insanlarla dolu kalabalıkları çekmeyi denediler. Sonra herkes bakış açısı doğrultusunda fotoğraflarını çekmeyi sürdürdü. Bireysel olarak hissedilen sıkıntı, bir kez daha toplumsal anlamda sanatlar üzerinden kolektif bir harekete neden olmuştu.
Şimdi artık gecesini gündüzüne katan fotoğrafçılar var. Hepsi kendine özgü bakış açılarıyla fotoğraflarını çekiyorlar. Dünyanın birçok yerinde sokak fotoğrafı festivalleri yapılıyor.
Gelecek sokak fotoğrafında. İnsanlar içeride olmayı istemiyor. Şimdilik sadece gözleri açıkta da olsa, ifadenin tarihi gözler üzerinden yeniden yazılıyor. Ama fotoğrafçılar gözlerini makinenin vizörüne dayadıklarında çektikleriyle aralarında hiçbir iletişim kalmıyor, fotoğraflara dönüşen anların bilinci dışında.
Artık dudaklar, burun yok gözler var; kağıt-kalem yok, ekran-monitör var; camda yansıyan suretlerimiz var. Yine de yepyeni bir psikoloji ve çağın gereklerine uygun bir sosyolojinin uzantısıyla çekilecek fotoğraflarımız var. Her sokak fotoğrafçısının gönlündeki sanatçı yavaş yavaş uyanıyor. Çok çalışmamız ve ruhumuzu eğitmemiz şart!
Bize Ulaşın