Fotoğraf: Mustafa Seven

Bir Zamanlar Anadolu’da…

///

Fotoğrafçının Doğuşu

Bir zamanlar gençtik. Nedensiz bir evrensellik peşindeydik. Batı ne yapıyorsa biz de onu yapmak istiyorduk. Görgümüzü yarışmalarla cilalıyorduk. Arzuladığımız ekipmanlar Kaf Dağı’nın ardındaydı. Bizler de sanki Binbir Gece Masalları’nın yolunu şaşırmış kahramanlarıydık. Savaşmadan kazanamıyordu insan. Bunu henüz bilmiyorduk. Bu yüzden hiç savaş da kaybetmemiştik.

Yabancı dergilerin eski sayılarında fotoğraf makineleri ve objektiflere bakarak hayaller kuruyorduk. Orada her şey çok güzeldi. Yayınlanmış fotoğrafları, hemen yanlarında duran makinelerle eşliyorduk. O makinelere sahip olamazsak o fotoğrafları çekemeyecekmişiz gibi geliyordu bizlere. O günlerde o fotoğrafların birçoğunun başka fotoğraf makineleriyle çekildiğini de bilmiyorduk. Bizim fotoğraflarımız da bir gün o dergilerde yayınlansın istiyorduk.

Neckermann kataloglarında yer alan fason üretim markalarından bir makineye sahip olmak için bile akrabalarımıza yazdığımız mektuplarda serzenişlerde bulunuyorduk. Geleceğimizin buna bağlı olduğuna inanıyorduk. Annelerimiz, kitsch-barok koltuk takımlarımızın yerine gelme hayaliyle ev eşyalarına bakarken, bizler de fotoğraf makineleri ve 8mm film kameralarının olduğu sayfalara Patriot füzeleri gibi kilitleniyorduk. Hayalimiz ne olursa olsun başlangıçta, Agfa’nın Optima 110’luk pocket kamerasına bile razıydık. İşin ilginç yanı, bu kataloglarından seçilen ürünler dükkandan alınmıyor, evlere posta yoluyla geliyordu. Limasollu Naci’nin mektupla İngilizce dilini öğrettiğini biliyorduk ama yine de o yıllarda bu sistemin işleyiş mantığını kavrayamıyorduk.

Gerçeklik ise bambaşkaydı. Taksim’de Pehlivan Lokantası’nın camına başını dayayarak dönen tavuklara bakan aç çocuklar gibi, uzun yıllar boyunca Sirkeci’de fotoğraf makineleri dükkanlarına periyodik ziyaretler gerçekleştirdik. Fotoğraf dergilerine, makine broşürlerine bakıp adeta aşeriyorduk. Yine de şanslı sayılırdık. Bir kısmımız hayalimizdeki ekipmanların karbon kopyalarına, diğer kısmımız da Doğu Avrupa, Rus veya Doğu Almanya menşeli kullanılmış makinelerden birine kavuşmuştuk. Sirkeci-Beyazıt hattında yeni bir dünya yaratmamız mümkündü. İkinci el merakımız, biraz da bu yüzden peşimizi hiç bırakmamıştı. Almanya’daki teyzelerimize de yıllarca malzeme sağladıkları için teşekkür borçluyduk.

O günler, tuhaflığının farkına henüz varmadığımız 70’li yıllara karşılık geliyordu. Hayatımızdaki ikinci onluğu yeni bozdurmuştuk. Şairin dediği gibi ağır ağır çıkacaktık bu merdivenlerden. Özetle, iyi birer fotoğrafçı olmak istiyorduk. Bizler de öyle güzel fotoğraflar çekecektik. Kodachrome’un şarkılara konu olmuş güzel sıcak tonları; kedi, çiçek, portre, şehir, ölü doğa ya da nü fotoğrafları üzerinden gelip bizi bulacaktı. Paul Simon ve Art Garfunkel 1981 yılında sevdiğimiz bir ikili olmuştu. Central Park’ta verdikleri konserde, “Kodachrome” nakaratını hep birlikte söylemiştik: Simon&Garfunkel / Nikon&Kodachrome; daima içerideki adamlarımız oldular. Sonrasında Leica ve Olympus’un da bu kervana katılmasıyla tam bir çete gibi olmuştuk. Fotoğrafçılar, kim ne derse desinler kullandıkları makinelerle anılırlar.

Fotoğraf: Mustafa Seven

Bir yanda da kalbimizi titreten film kameraları vardı. Amatörlerin zaten sekiz milimetreden daha ileri gidecek hali yoktu. Üstelik bir film kamerasına sahip olsak bile onu oynatacak projeksiyon makinesine gereksinimimiz olacaktı. Haydi diyelim tümüne sahibiz, Süper 8mm film kasetleri oldukça pahalıydı. Bir çıkmaz sokaktaydık, maddi nedenlerden dolayı iyi bir yönetmen olmaktan vazgeçip jokerimizi fotoğraf için kullanacaktık. Kullandık da. Yazımın başlığını taşıyan “Bir Zamanlar Anadolu”da gibi harika bir filmi çekmek de o günlerin en iyi fotoğrafçılarından kıymetli dostum Nuri Bilge Ceylan’a ileride kısmet olacaktı. Bizler de keyifle izleyecektik.

Aklıma gelmişken: Diapozitiflerini zarflar içinde seçili ülkelere tabedilmesi için gönderen arkadaşlarım, projeksiyon makinelerinin sıcak ışığıyla kutsanmış dialarınız hâlâ duruyor mu? Renkleri soldu mu, nem ve ısı şartları onları da vurdu mu? Küllerimizden doğmanın zamanı çoktan geldi.

Fotoğraf: Mustafa Seven

Fotoğrafla Büyürken

Makinesiz kalma korkusu, yerini makine tutkusuna bırakmıştı. İyi makinelerin başarılı fotoğraflar çektiğine bir kez inanmıştık. Sıra, fotoğraf görüşümüzün biçimlenmesine gelmişti. Sistemin sürekli kesilmesi istediği saçlarımız en değerli parçamız olmuştu. Uzattığımız saçlarımız gibi çektiğimiz fotoğraflar da dokunulmazdı. Özgürdük ya da bu kadarını özgürlük sanıyorduk. Gençtik, pek söz dinlemezdik. Özümüze dönelim diye büyüklerimiz uyarıyordu. Üstelik o günlerde -ileride kılık değiştirip terör adını alacak- anarşi de vardı. Babalarımız kendi işleriyle oyalanırlarken, annelerimiz yürekleri ağızlarında bizlerin okuldan dönmesini bekliyorlardı.

Biz de çağdaş işler yapabilirdik, dünyanın bize uzak sınırlarındaki fotoğrafçılar gibi. Neyimiz eksikti ki…Yaptık da. Kitaplar okuduk. Sergilere gittik. Konuşmalara, gösterilere katıldık. Yarışmalara girdik. Ödüller aldık. Neyi bilip neleri bilmediğimizi anladık. Tam yürümeden kanatlandık. Eksik nota bilgimize rağmen besteler yaptık. Yıllar sonra ustalarımız, işlerimizin bir kısmının iyi olduğunu itiraf ettiler. Kimileri bunları söyledikten sonra veda bile etmeden bu dünyayı bırakıp gittiler. Doğru dürüst teşekkür bile edemedik onlara. Kendilerini sevdiğimizi ve verdikleri öğütlerin bizi yolda tutmak için olduğunu geç de olsa anladık.

Fotoğrafçıların da fraksiyonları vardı. Biz oportünistlerden, sanki biraz da revizyonistlerdendik. Verili olan hiçbir ölçü uymuyordu bize. Kendine ait özel çarpanları olan abaküsümüz vardı. Korsanlardan kaçarken ileride onlara benzeyeceğimizi, bizden biraz yaşlılara dinozor derken, bize de bir gün aynı kelimeyle hitap edileceği aklımıza bile getirmiyorduk. İngiliz fotoğraf ekolü gibi mesafeli fotoğraflar üretiyorduk. Siyah beyazı, yani uçlarda gezinmeyi bırakıp fotoğrafın gri kısmından bolca stok yapıyorduk. Kimimiz cephede göğüs göğüse savaşıyor, kimimiz kontrol masasında lojistiği sağlıyorduk.

Okuldaki hocalarımız, yolda dostlarımız oldular. Sert babalarımızdan alışık olduğumuz üzere, aramızdaki saygılı mesafeyi korumamızı sağladılar. Böylece, aniden fren yaptıklarında hiçbir kazaya neden olmadık. Yola bir kedi dahi çıkmamıştı. Bizi denemek, dikkatimizi ölçmek için aniden durmuşlardı. Kucaklarına almadılar ama ellerini de hiç öptürmediler; başımızı çok nadir de olsa okşadılar. Bazen de kızdılar. Yaydan çıkmış oka doğru, hedefi yöneltme uyanıklığı da gösteriyorduk arada bir. Uzaktan bakıldığında, yaptıklarımızdan çok, ne yapmaya çalıştığımızı görüyorlardı. Bize öğrettiklerini, biz de başkalarına öğretirken anlıyorduk her şeyi.

Fotoğraf dünyasında da askerdeki gibi tertip vardı. Erken gelen, önlerde yer alıyordu. Biz de bu hiyerarşinin bir parçası olabilmek için bir yandan çalışacak, diğer yandan da sıramızın gelmesini bekleyecektik. Fazla seçeneğimiz yoktu. Fotoğraf albümlerine dikkatle bakacak, edebi değeri olan kitapları okuyacak ve bizi ileriye taşıyacak fotoğraf projelerini kovalayacaktık. Ustaların çektiği fotoğrafları dergilerde ve sergilerde görüyorduk. İzlediğimiz dia gösterileri de fotoğraf eğitimimizin önemli bir parçasıydı. Dünya, algıladığımız kadarıyla vardı.

Fotoğraf: Mustafa Seven

Fotoğrafın Nimetleri

Gençtik! İcazet almayı sevmesek de telkinlerle ilerliyorduk. Okuldaki notlarımız, yarışmalardaki derecemiz, hedefimize hep bu duraklardan geçerek gitmemizi gerektiriyordu. Ustaların çektikleri fotoğraflara bakarak ve onların nasihatlerini dinleyerek ilerliyorduk. Bazen gözlerimiz kapanıyordu anlattıklarının rehavetiyle. Neyi ne kadar bildiğimizden emin değildik. Hatırlarım, gençliğimizin cuma akşamları, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın Atatürk Kültür Merkezi’ndeki konserleriyle bir şenliğe dönerdi. Ve bir piyano konçertosunun ilk bölümünde uyuklarken her şeyi kaçırmış olamazdık. Az sonra bestecinin kreşendolarıyla çıkacaktık gördüğümüz rüyaların derinliklerinden.

Allegro, Andante, Dante derken sanata ve kültüre günbegün monte ediliyorduk. Hayatımızın “İlahi Komedya”ya meyletmesi kaçınılmazdı. Çok çalışıyor ve az uyuyorduk. Söylenenleri az dinliyor ve çok konuşuyorduk. Bulunduğumuz noktayı evrenin sonu sanıyorduk. Dünyanın bütün sabahlarını her sabah tek başına yeniden yaşıyor gibiydik. Gözümüzün görme sınırları içinde sanki başka kimse yoktu. Başı sonu belli olmayan bir Fransız filmine benzeyen, adına ömür denen mesaiyi böyle mi tamamlayacaktık. O günlerde kimse ölmüyordu ve bizler biraz daha erken öleceğimizi tahmin ediyorduk. Hastalıklı bir düşünceydi ama bizlere o günlerde biçilmiş en uygun rol buydu işte.

Söz dinlemez, deli dolu çocuklardık. Fotoğrafın cini girmişti bir kez içimize. Onunla yatıyor, onunla kalkıyorduk. Bitmek bilmeyen rüyalarımızda, almak istediğimiz ama yıllar sonra ulaşabileceğimiz fotoğraf makinelerimiz vardı. Film bitiyordu, makinemiz çalınıyordu kâbuslarda. Hırsızları kovalıyorduk. Yakalayamıyorduk. Başladığımız noktaya dönüyorduk. Boşluktan ürettiğimiz teorilerin bir bölümü, en son model makinemiz olmadan istediğimiz fotoğrafı çekemeyeceğimiz üzerineydi. Fotoğraf, sinema gibi kolektif bir sanat olmadığı için yalnız başına yürüyorduk. Sokaklarda fotoğraf çekerken uğultuyu, evde film yıkayıp basarken de sessizliği tek başına göğüslüyorduk. Sonra da fotoğraflarımız, izleyicilerle konuşsun istiyorduk.

Oysa her ülkenin kendine göre köklü bir tarihi ve yüz yıllar öncesinden yazılı bir geleneği vardı. Yaşayış biçimimiz çektiğimiz fotoğraflara da yansıyordu. Başkası olmayı çalışırken her geçen gün biraz daha kendimiz oluyorduk. O günlerde ustalarımızın beğenmediği fotoğraflar, ileride bizi biz yapacak yaklaşımların kıvılcımını taşıyordu. Sergi açılışlarında fotoğraflarına bakarak yol arkadaşlarımızı seçiyorduk. Yarışmalar bizi kardeş yapıyordu. Fotoğraf, ruhlarımızın huzuru ve varlığımızı ispat için bir çıkış yoluydu. Hepimiz yine de vazgeçeriz diye köprüden önceki son çıkışı kolluyorduk. Gideceğimiz yolun haritasını dakikalar öncesinden haber veren yapay zekâ henüz hayatımıza dahil olmamıştı. Zaten ne saatler ne de dakikalar, fotoğrafçı olarak bizlerin işi, saniyelerin küçük parçalarıyla değil miydi?

Fotoğraf: Mustafa Seven

Şarkılar Seni Söyler

Çocuktuk, her yanımız buram buram Anadolu’ydu. Yurt sevgisinin yurtseverlikle örtüştüğü o güzel günlerdi. Komşu ablaların fotoromanlarına kaçamak bakışlar fırlatırdık. Önlüklerimiz kuzgunî siyah, yakalarımız çivit beyazıydı. Hava o günlerde de güneşsiz ve griydi. Kışlar soğuk geçer, yazları sokak aralarında nereden çıktığı belirsiz akşam üstü rüzgârları eserdi.

Sesimizi yer, gök, su dinlesin;

Sert adımlarla her yer inlesin.

Fotoğraf hayatımıza girmeden önce, hatta arkamız dönük, gözlerimiz kapalıyken bile şarkılar gelip bizi bulmuştu. “Dağ başını duman almış” diye başlıyordu Gençlik Marşı. Aslında bestesi İsveçli Felix Körling’den ödünç alınmış, sözlerini Ali Ulvi Elöve’nin yazdığı, İstiklal Marşı’ndan sonra en meşhur marştı. Biz büyük şehirlerimizde öyle dağ göremiyorduk. Her yeri İstanbul gibi biliyorduk. Gerçi, bize şehir yedi tepe üzerine kurulu diye öğretmişlerdi. Tepeleri sayacak sabrımız da yoktu o günlerde. Biz en çok, mahallemiz Zuhuratbaba’dan Ataköy’e doğru kıvrılarak giden yokuştan elimizde makinemizle hayali bir sevgiliyle buluşacakmış gibi yerçekimine karşı koymaya çalışarak indiğimizi hatırlarız.

Fotoğraf: Mustafa Seven

Delta marka “8 Transistör”lü radyomuz hep açıktı. TRT, Okul Radyosu’ndan hayatı öğrenmiştik. En güzel kısmı da çocuklarla güzelleşen şarkılardı. “Kestane, gürgen, palamut” diye başlıyordu bir tanesi. Kestaneyi bilirdim, çamların arasına sıkışmış gürgenin ne olduğunu yıllarca çözemedim, palamut ise Bakırköy’ün Cumartesi pazarından alıp takoz kesimiyle tavadanar gibi kızartarak yediğimiz -ve hâlâ en çok sevdiğim- balıktı. Şakası bir yana İlhami Bekir Tez’in şiirinden Erdoğan Okyay’ın yaptığı bu beste, üzerinden geçen onca yıla rağmen belleğimizden hiç silinmemişti.

Kestane, gürgen, palamut

Altı yaprak, üstü bulut

Gel sen burada derdi unut

Orman ne güzel.

Radyo hep açıktı: Mehmet Faruk Gürtunca’nın şiirini de yine Erdoğan Okyay’ın bestesiyle yüzlerce kez dinlemiştik. TRT’nin çocuk korosunu kıskanırdım, bu güzel şarkıları söylüyorlar diye.

Sen ne güzel bulursun

Gezsen Anadolu’yu,

Dertlerinden kurtulursun

Gezsen Anadolu’yu.

Ama yüreğimde en fazla etkiyi yapan, ara bölümlerde nakarat yerine tek bir çocuğun solo şiir olarak okuduğu, köy imgesini gözümün önünde canlandıran ve daha sonra gittiğim köylerde otomatik olarak mırıldandığım, sözleri Ahmet Kutsi Tecer’e ve bestesi Münir Ceyhan’a ait olan unutulmaz şarkıdır.

Orda bir köy var uzakta,

O köy bizim köyümüzdür.

Gitmesek de gelmesek de

O köy bizim köyümüzdür.

Şehirde yaşamamıza rağmen yolun sonunda bizi bekleyen hayali bir sevgili gibiydi Anadolu. Gençtik ama hurafelerin değil aklın çizdiği rotaları izliyorduk. Bizden cahil olanın karasularına girmezdik. Vatanperverdik. Marşların coşkusu vardı içimizde. Vatanseverdik! O günlerde ne endüstri doğayı ne para insanları ne de cehalet beyinleri istila etmişti. İnsanlar emekleriyle çalışıyor, hakları için mücadele ediyordu. Fotoğrafçılar, büyük şehirlerde fotoğraf peşinde koşmaktan usanmış artık rotalarını Anadolu’ya çevirmeye karar vermişlerdi. Çocuk şarkılarının hepsinde Anadolu, köyler, doğa ve şehirde giderek kaybolan umut vardı. Karar vermiştik, dilimize pelesenk çocuk şarkılarıyla şarkılarla: Gidecektik!

Fotoğraf: Mustafa Seven

Türkiye’nin Fotoğraf Gerçeği

Bugün ülkemizde fotoğrafta gelinen nokta, belgesel fotoğrafın sokak fotoğrafı ağırlıklı renkli ve neşeli haliyle, sanatsal ağırlıklı bakışın aşırı uçlardaki seyri arasındadır. Bol hareket ve bol renk, espasın sıkıştırıldığı dinamik fotoğraflar ne yazık ki hem birbirlerine çok benziyor hem de bakanı çok yoruyorlar. Sevindirici bir konu, ülkemiz fotoğrafında, özellikle 80’li yıllara gelinceye kadar en büyük sorun olan teknolojik eksikliklerin hiçbiri günümüzde kalmamıştır.

Küresel ekonomi, yarattığı ağlar ve iletişim yollarıyla bugün üretilen bir malzemenin en kısa sürede dünyanın öbür ucuna gönderilecek güçlü lojistiği de yaratmıştır. Yaratıcı fotoğrafa gelirsek, teknoloji gerçek yüzünü ağırlıklı olarak bu alanda göstermiştir. İlk grup yapay zekâ destekli fotoğraf işleme programlarıyla çoğu kez illüstrasyona dönüşen fotoğraflarla, fotoğrafçı olmayanlar dahi hayal dünyalarını fotoğraf platformunun üzerine taşımışlardır.

İkinci grup ise, bireysel hezeyanlarını gereğinden fazla önemseyip fotoğrafa aktararak dinmeyen sıkıntılarına yandaş bulmaya çalışan fotoğrafçılardan oluşmuştur. Bunları da ilgiyle izliyoruz. Orta vadede kazanan fotoğraf gibi gözükse de bu fotoğrafların peşine düşenlerin ciddi bir kısmında -biçim yükselirken- “öz” ciddi biçimde darbe almıştır. Bu fotoğrafçılar, atalık tohumlarını terk ederek bir dönem görünüp sonra da kaybolan popüler/melez akımların dalgaları arasında kalmış, “Öldüren Tarlalar” sendromunun kurbanı olmuşlardır.

Dijital devrim, en çok fotoğraf sektörünün yararına olmuştur. Filmin -neredeyse bir fantezi gibi kullanan küçük bir azınlığın dışında- ortadan kalkmasıyla fotoğrafçılar zamandan tasarruf etmişlerdir. Netlik sorunu bitmiş, ışık sorunu kalmamış; film banyosu yok, karanlık odada baskı sona ermiş. Renkleri ayarlamak için ekstra filtreler kullanılmıyor. Tek duyarlılığı olan filmlerin devri tamamlanmış, karanlıkla aydınlık arasında fotoğraf çekmenin farkı kalmamış. En düşük enstantanelerde bile elde net olarak fotoğraf çekilebiliyor.

Peki, bu avantajlarla fotoğraf ne kadar ileri gitti? Ne yazık ki zaman kazanmanın dışında yeni teknolojilerin fotoğrafa fazla bir yararı olmadı. Nitelikli yapıtları okumadıkça, fotoğraf kuramıyla ilgilenmedikçe, sergileri gezmedikçe sadece teknolojik gelişmeleri fotoğrafta kullanmakla bir yere varılmıyor. Fotoğrafta anlara dönüşecek sahneleri görebilmek için, içten dışa doğru bakış gerekiyor. Yani fotoğrafçının duyarlılığı çevresel olaylarla birleştiğinde çok daha sağlıklı bir biçimde fotoğrafa dönüşüyor. Fotoğraf cephesinde bir takım şaklabanlıklar dışında yeni bir şey yok. Sanat otoritelerinin de söylediği gibi dünyada hâkim olan son akımın postmodernizm olduğuydu.

Fotoğraf, belirli bir zaman diliminde, ışığın bir mekân üzerinde yer alan nesneyle buluşmasıyla oluşur. Fotoğrafın içinde devindiği o uzay-mekân, yeryüzünde fiziksel bağlamda enlem ve boylamı olan coğrafi bir konuma karşılık gelir. Bu yer aynı zamanda fotoğrafçının fotoğrafını çekerken ayaklarını bastığı ve yerçekimine karşı koyduğu zemindir. İnsansız fotoğraf olabilir ama mekânsız bir fotoğraf asla var olamaz.

Anadolu, fotoğraf adına zaman zaman kadim bir coğrafya olarak yeterince ve doğru değerlendirilmemiş olabilir ama nitelikli bir araştırma ve insani bir yaklaşımla ortaya çıkarılacak kıymetleri hâlâ mevcuttur. Üzerindeki insanlarla birlikte, tarih, mimari, arkeoloji, doğa, yaşam ve sosyolojik bakışla bu değerler fotoğraf üzerinden önemli görsel belgeler olarak insanlığa kazandırılabilir. Türkiye, tüm coğrafyası ile gerçeklerin film gibi yaşandığı olağanüstü bir platform. Kıymetini bilelim ve bu ülkenin fotoğraf olarak bizden istediğini verelim. Yazımızı da yine bir Anadolu güzellemesi, unutulmaz bir çocuk şarkısı ile bitirelim:

Ilgaz Anadolu’nun

Sen yüce bir dağısın…

Fotoğraf: Mustafa Seven

1963 yılında İstanbul’da doğdu. M.S.Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Ana Sanat Dalı’nı (Lisans) 1985, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Fotoğraf Ana Sanat Dalı’nı (Yüksek Lisans) 2001 yılında bitirdi.

Farklı konularda yayınlanmış 15 kitabı bulunan Merih Akoğul, Türkiye’de ve dünyanın çeşitli ülkelerinde 30’un üzerinde fotoğraf sergisi açtı, grup sergilerine katıldı. Fotoğraf sanatı ve kuramı konularında çalışmalar yaptı. Seminer, sempozyum ve açıkoturumlara katıldı, bildiriler sundu, paneller yönetti, seçici kurullarda yer aldı. Reklam sektöründe yazar olarak çalıştı. Çeşitli özel kurumlarda eğitmenlik, özel radyolarda kültür ve sanat programları, televizyon programlarında sanat danışmanlığı yaptı.

Edebiyat, fotoğraf kuramı, plastik sanatlar ve müzik üzerine yazıları ve eleştirileri birçok gazete ve dergide yayınlanan Merih Akoğul, 2003 yılının yaz döneminde Avusturya Başkanlık Sanat Dairesi tarafından verilen bursla çalışmalarını Viyana’da sürdürdü. Çeşitli müze ve özel koleksiyonlarda yapıtları bulunan Akoğul, 27 yıldır Türkiye’nin önemli üniversitelerinde (Marmara Üniversitesi, Kadir Has Üniversitesi, Bahçeşehir Üniversitesi, Yeditepe Üniversitesi) fotoğraf dersleri vermiştir.

İstanbul Modern Müzesi Fotoğraf Bölümü Danışma Kurulu üyesi olan Merih Akoğul, aynı zamanda da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde eğitmenliğini sürdürüyor. 2010 yılından 2021yılına kadar Eczacıbaşı Fotoğraf Sanatçıları Dizisi kitaplarının editörlüğünü yaptı. İFSAK Blog ve Gezgin Foto dergisinde köşe yazarlığını sürdürüyor.

Seçilmiş Kişisel Sergiler

2022 “Caz Zamanı” Avusturya Kültür Ofisi, İstanbul
2016 “Montreal’de Bir Mevsim, Galeri Işık
2013 “Tenha Vakitler”, ArtGalerim Nişantaşı, İstanbul
2011 “Kayıp Ruhlar”, ArtGalerim Nişantaşı, İstanbul
2010 “İç İçe İstanbul”, Fototrek, İstanbul
2008 “Standards”, PG Art Gallery, İstanbul
2007 “Sanki”, Leica Gallery, İstanbul
2006 “Geçen Yaz Viyana’da”, Palais Porcia Kunst Raum, Viyana
“Siyah Beyaz Afyonkarahisar”, Fevzi Çakmak Sanat Galerisi, Afyonkarahisar
“Avusturya 2006”, Avusturya Kültür Ofisi, İstanbul
2005 “Bit-ki”, PG Art Gallery, İstanbul
“Yolda”, Avusturya Kültür Ofisi, İstanbul
2004 “Otuz Kuş”, PG Art Gallery, İstanbul
“Geçen Yaz Viyana’da”, Fotografevi, İstanbul
2003 “Güzergâh: Edebiyat”, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi, İstanbul
2002 “Başarmak”, Fotografevi, İstanbul
2001 “Klasikler/Neo-klasikler”, Fotoğrafevi, İstanbul
“Aşkküre”, Bedri Rahmi Eyüboğlu Sanat Galerisi, İstanbul
1999 “Bronz Askerler”, Fotografevi, İstanbul
1998 “Dönüşümler”, Art Shop, İzmir
“Filim”, İMKB Sanat Galerisi, İstanbul

Yayınlar

2021 “Ağustos” (şiir)
2016 “Montreal’de Bir Mevsim (fotoğraf)
2014 “Gece / Şarkılar” (şiir)
2007 “Sanki” (fotoğraf)
2006 “Siyah Beyaz Afyonkarahisar” (fotoğraf)
2005 “Türk Fotografçıları Kütüphanesi 22/Merih Akoğul” (fotoğraf)
“Bit-ki” (fotoğraf)
“İkizim Söyledi Ben Yazdım” (deneme)
“Saklı Günlükler” (çocuk edebiyatı)
2004 “Geçen Yaz Viyana’da” (fotoğraf)
2002 “Başarmak” (fotoğraf)
2001 “Klasikler/Neo-Klasikler” (fotoğraf)
1999 “Klasikler” (fotoğraf)
1995 “Kuğunun Ölümü” (şiir)
1992 “Son Dokunuş” (şiir)

Küratörlükler

2019 “Yolda” (Türkiye’de Gruplar), Fransız Kültür Merkezi, İstanbul
2019 “Fotoğrafın Doğası”, Artweeks Akaretler, Akaretler No:45, İstanbul
2018 “Yıldız Moran: Bir Dağ Masalı”, İstanbul Modern, İstanbul
2017 “Beni Bul” / Otoportreye Çağdaş Dokunuşlar, Akbank Sanat, İstanbul
2016 “Poz”, PG Art Gallery, İstanbul
2016 “İnsan İnsanı Çekermiş”, İstanbul Modern, İstanbul
2013 “Bir Zamanlar”, Fotografevi, İstanbul
2012 “Mekânın Doğası”, Hilpark Suites İstinye, İstanbul
2012 2. Bursa Fotofest / Uluslararası Bursa Fotoğraf Festivali
“İnsanlığın İzleri” (Sanat yönetmeni, şef küratör)
2012 “Gidilmemiş Zamanlar”, Hilpark Suites İstinye, İstanbul
2011 1. Bursa Fotofest / Uluslararası Bursa Fotoğraf Festivali
“Karşılaşmalar” (Sanat yönetmeni ve şef küratör)

Eczacıbaşı Fotoğraf Sanatçıları Dizisi (Editörlük)

2021 Yusuf Tuvi
2020 Lütfi Özkök
2019 İbrahim Zaman
2018 Ergun Çağatay
2017 Yıldız Moran
2016 Ersin Alok
2015 İzzet Keribar
2014 Sabit Kalfagil
2013 Sami Güner
2012 Ozan Sağdıç
2010 Şakir Eczacıbaşı

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son yazılar: Fotoğraf

Oedipus Kompleksi ve Fotoğraf

Okuyucu, edebi bir metinde anlatılanları kendi bilgisi, düşünce ve hayal dünyası, kültürü ve çevresel şartları içinde…

Vietnam’dan Portreler

Hanoi’den Sapa’ya Geçen yaz Başkent Hanoi’den Sapa’ya kadar Vietnam’ın kuzeyine yaptığımız yolculuk fotoğraf açısından tam bir…

Bosphor-Bosphor

İstanbul’da fotoğraf çekmenin kendine mahsus bir zorluğu var. İlgi çekici imajların yoğunluğu öyle bir raddeye ulaşıyor…