Salgın ve Karantina Günlerinden Geçer İken…
Duvarların ardında kaldık birdenbire. Bu güne dek varolan duvarlar, ayrımcılıklar, eşitsizlikler yetmezmiş gibi. 2020 yılının bahar aylarında, hayatlarımız daha öncesinde hiç tasavvur dahi edemeyeceğimiz dramatik bir biçimde değişti. Yalnızca yaşadığımız bölgelere ya da ülkenin ya da dünyanın bir bölgesine değil tüm dünyaya, kademe kademe yayıldı, yayılmakta bu değişim.
Ne kadar da global imişiz meğerse…
Bu kompleks bir travma süreci, kompleks bir afet: doğa eliyle (SARS COV-2 virüsü) başladı, insan eliyle ortaya çıkan yanıtlarla şekillendi. Virüsün yarattığı hastalığın (COVID-19) yayılma özellikleri, salgına toplumların ve sağlık sistemlerinin, psikososyal ve ekonomik sistemlerinin verdiği yanıtlarla giderek karmaşıklaştı ve kompleks bir afete dönüştü.
İnsan yaşamı doğa ile ne kadar da içiçe imiş meğerse. İnsan eliyle inşa edilmiş olan sosyal, politik, ekonomik yapılar ne kadar da kırılganmış. Sosyal varlıklar olduğumuzu biliyorduk; meğer, aynı zamanda, ne kadar da doğal varlıklar imişiz.
Doğal bedenlerimizde somutlaşmış sosyal özneler imişiz demek ki…
Salgın nedeniyle hayatlarımızın hemen tüm ara renkleri silindi; günlük hayatlarımız hayatta kalma serüvenine indirgendi. Ara tonlar, Ansel Adams ve Fred Archer’in geliştirdiği o efsanevi Zone Sisteminin grilerinin, o pek değerli dokuz ara tonu soldu gitti. Kontrastı çok yüksek, neredeyse grafik bir silüet tadında, tek renkli lekeler kaldı geriye.
Siyah beyaz hayaletler sardı benliklerimizi.
Ve ruhsal yaşantılarımız, duygularımız, düşüncelerimiz nasıl da inkar, korku, endişe, çaresizlik ve üzüntü ile şekillendi, şekilleniyor günler ve geceler boyu. Endişelerimizi optimumda tutabilmek, gereği kadar önlem alıp kendimize yaşam alanları yaratabilmek ne kadar da zor imiş meğerse. Salgının bizi zorladığı, içinde bulunduğumuz ana hapsolmamak için, geçmişe ve geleceğe ne kadar da çok ihtiyacımız varmış. Geçmişin kayıplarının doğurduğu üzüntülerden, geleceğin umut dolu hayallerine uzanan yaşam alanları yaratabilmek ne kadar da zor imiş meğerse.
Ne kadar da beslermiş bizi, arzularımızı gerçekleştirme umutlarımız…
Bu ruhsal yoksullaşmaya uyum sağlama çabalarımız birçok temel insani sorunsalı yeniden düşünme zorunluluğu getirdi: zaman, hayat, an, geçmiş, gelecek, belirsizlik, hayaller, arzular, sınırlar, duvarlar ve ölümlülük üzerine düşünme, düşüncelere dalma, dalıp da gitme hallerimiz gündelik meşgalelere dönüştü. Bir yandan da, olan biten karşısındaki çaresizliğimizle dona kaldık.
Günler hızla akıp giderken, taş kesildik, zamanlar geçmez oldu…
Her birimizin hayatta kalıp kalmayacağı nasıl da başkalarının davranışlarına bağlı imiş meğerse. Kendi davranışlarımız başkalarının hayatta kalıp kalmayacağını nasıl da belirlermiş… Hayret ettik! Evet, biliyorduk sosyal yaratıklar olduğumuzu; ama varoluşumuz bu kadar da mı sosyal-miş!
Hayatta kalmamız bu kadar da mı sosyal işleyişlerin sıradan bir türeviymiş!…
Salt kendimize ait sandığımız küçük dünyalarımızda var olma çabalarımız, en büyük ruhsal gıdalarımızdan mahrum bıraktı bizi. Sosyal ilişkilerin o çatışmalı, ayrılıklı kavuşmalı, gel gitli seyrinden nasıl da beslenirmişiz meğerse. Salgın ve karantina korkuları; hastalık, ölüm korkuları sardı içimizi: yalnız ölmiycem, di mi?
Cansız varlıklardan, topraktan, sudan, havadan, ateşten canlılığa; hidrojenden, oksijenden, karbondan hücreye, dokulara, organlara, sistemlere; gözden, kulaktan, dilden dudaktan, nöronlara; mağara duvarlarındaki ellerimizden, ekranlarda sanal toplantıları izleyen gözlerimize dek uzanan çok uzun bir yolculuğun sonunda geldik buraya.
Nefesten nefse uzanan çok uzun bir yolculuğun sonunda…
Doğayla, insanlarla etkileşim içinde sürekli değişen, varlığının farkında olan ve varlığının farkına vardıkça; heyhat, ölümlülüğünün de farkına varan öznelere dönüşmemizden söz ediyorum. Öznelere dönüştükçe arzularının, acılarının ayırdına varan bizlerden…
Evet, bizler, bedende somutlaşmış özneleriz. Bir zamanlar, içinde yaşadığı ana hapsolmuş, hayatta kalmaya, bir nefese mahkum olmuş bedenlerden, geçmişin izleriyle geleceğini yeniden yeniden hayal edebilen, geleceğini yeniden yeniden inşa edebilen, umut edebilen birer özneye dönüşmemizden; başka, yeni dünyalar kurmak mümkün diyebilen, kendiliğinin farkında olan bizlerden söz ediyorum.
Ama, n’apalım; tam da bu nedenle, ölümlüyüz işte!
Behçet Necatigil’in, ‘Kitaplarda ölmek’ şiirinde, dediği gibi:
Adı, soyadı / Açılır parantez / Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti / Kapanır parantez. //
Parantezin içindeki çizgi / Ne varsa orda / Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci / Ne varsa orda.
Mezar taşlarında da öyle, bilirsiniz: doğum tarihi ile ölüm tarihi arasında, kısa, yatay, küçük bir çizgi. İşte, orada, tüm ömrümüz orada gizli.
Ömrümüz, ‘canlılık ile ölümlülük’ arasındaki bu çatışmanın hem keyfini sürmekle hem de eziyetini çekmekle geçiyor; geçip de gidiyor…
Dünyada, son 50 bin yıl dikkate alınırsa, bugüne dek yaklaşık 110 milyar insan yaşadığı hesaplanıyor, halen hayatta olanları da eklersek, yaklaşık 120 milyar insandan oluşuyor türümüz. Yani, 120 milyarda bir tane; olsam ne olur, olmasam ne olur; ha bir eksik ha bir fazla.
Ama, herbirimiz bir tane; biricik. aynısının tıpkısı ne daha önce gelmiş ne de gelecek daha sonra. Genetik çeşitlilik, doğal seleksiyon ve insan eliyle yapılan seleksiyonun o muhteşem sonucu bu.
Bir yandan da evrenin giderek genişleyen o devasa büyüklüğünü, sonsuzluğa doğru giden, sayılarını hayal dahi edemeyeceğimiz yıldızları, galaksileri, nebulaları düşünün. Tüm bu sonsuz gerçekliğin içinde, birer toz zerresiyiz her birimiz.
Bizler, herbirimiz, tek tek biricikliğimiz içinde somutlaşmış evrenleriz.
Ömrümüz, ‘evrensellik ve biriciklik’ arasındaki bu çatışmanın hem keyfini sürmekle hem de eziyetini çekmekle geçiyor; geçip de gidiyor.
Bir yandan ‘canlılık ve ölümlülük’, öte yandan ‘evrensellik ve biriciklik’ arasındaki bu çatışmaların orta yerinde, o kısacık, yatay küçük çizginin içinde, çare arayıp duruyoruz; bu çatışmaların üstesinden gelme çareleri arıyoruz; bulduğumuz çareleri kuşaklar boyu evire çevire, ezberleye, dönüştüre aktarıyoruz; bir yandan ‘canlılık ve ölümlülük’ öte yandan ‘evrensellik ve biriciklik’ arasındaki bu çatışmaların orta yerinde, o kısacık yatay küçük çizgide.
Salgın günlerinden de geçeceğiz elbet; ağzımızda maske, elimizde bir ekmek iki poğaça ile, sırtımızda günlerin ağırlığı, bomboş sokakların içinden korku, hüzün ve umutla…
notlar, yararlanılan kaynaklar:
- Bu yazıda yer alan görüşlerin bazıları “Uluslararası 44. Grup Psikoterapileri Kongresi, 29 Mayıs-1 Haziran 2019, Asklepion, Bergama”da verilen konferansta sunulmuştur; yine burada sunulan bazı fotoğraflar, Özcan Yaman’ın danışmanlığında yürütülen “İFSAK Çevrim İçi Kavramsal Geliştirme Atölyesi”nde değerlendirilmiştir.
- Ansel Adams. Examples: the making of 40 photographs, Little, Brown and Company, Fourteenth paperback printing, 2018, s.45-48, 76.
- Alice Roberts. Tamed: Ten Species that Changed our World. Kindle Edition, Cornerstone Digital, 2017.
- Behçet Necatigil (1916 – 1979), Sevgilerde, Varlık, 447, 1 Şubat 1957, s.129.
- Clive Ponting. Yeni bir bakış açısıyla dünya tarihi. Özbilen EB (çeviren), Alfa Yayınları, 2011, s. 3-35.
- Michael Pollan. The Botany of Desire: A Plant’s-Eye View of the World. 1st Edition, Kindle Edition, Random House, 2001.
- Population Reference Bureau. How Many People Have Ever Lived on Earth? prb.com, erişim: 22.05.2020.
- Mastin Labs.Understanding Middle Gray and How to Find it Anywhere. mastinlabs.com, erişim: 29.05.2020.
“Salgın ve karantina günlerinden geçer iken“ anladık ki -daha önceleri de seziyorduk aslında- biz hiç “çok” olmamışız. O kadar da karamsarlığa kapılmamak gerekir aslında kendine olan güveni sarsılmadıkça insanın.
Düşüncelerinize ve aklınıza sağlık. Önemli olan bu bence…
Hatice Ezgi Özçelik
yorumunuz için teşekkür ederim.
hüzünlü zamanlar; bizi, dünyaya, yeniden yeniden, belki de farklı gözlerle bakmaya davet eden zamanlar…
hüzünlü sadece… karamsar ya da iyimser değil; ama, “umut”, dediğiniz gibi, inşa edebildikçe, ellerimizde….
esenlik dileklerimle,
levent
Bir virus geldi. Gelmesini bekleyenler de vardı, ummayanlar da… o nedenle belki, gelişinden sonrası insan yapımı bir felakete dönüştü. Aslında insanın yarattığı bir felaket. Kabul etmeyip, hala altında başka nedenler arasa da… Ne kadar da insan soylu bir davranıştır, inkar…?
yorumunuz için teşekkür ederim.
evet, herşey dozunda güzel….. inkarın da bir optimumu var belki…
“11 Zone”un, “Zone V”i gibi…
ama, öbür zonlar olmadan, “Zone V” de olamaz ki….
esenlik dileklerimle,
levent
Levent cim, harika.
Hemen Oğlum Doruk’ a gönderiyorum.
( ećal sanat okuluda fotoğrof masteri yapıyor)
çok teşekkür ederim Yusuf’cum,
ne güzel oğlunun fotoğraf masterı yapıyor olması…
nasıl da, türlü, farklı görüyordur dünyamızı….
dostlukla,
levent
Ne kadar güzel, dokunaklı ve damıtılmış bir yazı! Derin derin, bir daha bir daha okumalık! Bu yazı, deyiminle canlılık ile ölümlülük ve biricilik ile evrensellik arasındaki sıkışmışlık halime bir nefes oldu. Yaşadığımız günlerin hüznünün, ölümlülüğümün ve korkularımın adının açıkça konmasının nefesi bu.
Fotoğrafların her birine ayrı ayrı uzuuun uzuuun baktım. Her biri ayrı bir yazı, ayrı bir anlatım. “Taş kesildik” 2020’ye damgasını vurdu, benim gözümde.
Sevgi ile,
Hatice, ne güzel sözler bunlar… çok teşekkür ederim…
fotoğraflar ve yazıya dökmeye çalıştıklarım, tam da dediğin gibi, bana da “bir nefes” oluyor… sanatın iyileştirici gücüne sığınıyorum belli ki… sararız bu travmanın yaralarını da zaman içinde, özellikle de, bu yaşananlardan yerinde dersler çıkarmayı becerebilirsek, bu dünyanın sakinleri insanlık olarak…
sevgilerimle,
levent
Kaleminize, emeğinize sağlık..
sevgili Mustafa Öz,
çok teşekkür ederim.
esenlik dileklerimle,
levent
“ha bir eksik ha bir fazla, İstanbul 2020 “ fotoğrafa bayıldım.
Covid19 dan pek çoğumuz gibi bende de geriye kalan çok da güzel vurguladığınız gibi;;
“ varoluşumuz bu kadar da mı sosyal miş” ve
“Yanlız ölmiycem di mi?”