Kitap: Fotoğrafla Diyalog
TFSF’nin (Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu) desteğiyle Espas Yayınları tarafından basılan, “Fotoğrafla Diyalog” (*)adlı eser, fotograf düzleminde son dönem incelediğimiz en ciddi ve anlamlı metinlerden biri oldu. İlk sayfalarda paylaşılan bilgilerden anlıyoruz ki kitapta yer alan röportajlar, editör Allan Porter’in önerisiyle Paul Hill ile Thomas Cooper tarafından gerçekleştirilmiş ve İsviçre’de yayınlanan “Camera” dergisinde yayınlanmış.
Kitapta 23 şöhretli (‘Batı’lı. Kıta Avrupa’sı ve Amerika’dan) fotografçıyla yapılmış söyleşi/röportaj yer alıyor. Fotografçıların yapıp etmeleri, yaklaşımları ve yaşam öykülerine dair epeyce bilgi içermekle birlikte, dönemin koşulları (sadece Batı) hakkında da önemli şeyler iletiyor bu günün insanına.
Son derece değerli bir derleme olduğuna kuşku yok. Fotografçıların kütüphanelerinde müstesna yeri olacak nitelikte. Her zaman olduğu gibi Batı’da üretilmiş bir söyleşiler/röportajlar silsilesi olmakla, sadece Batı’lı olanı kapsamasını yadırgamadık. Çünkü Batı’yı esas alan ve Doğu’yu sadece geri, egzotik bağlamda antropolojik saha olarak görme eğilimini neredeyse kanıksamış durumdayız. Ünlü Camera dergisini yöneten kadrolar Doğu’da kayda değer fotografçı bulunabileceğine ihtimal vermemiştir belki, kimbilir!.. Sormak lazım; İranlı, Rus, Hintli, Japon, Türk, Çinli söyleşi/röportaj yapmaya değer fotografçı yok muydu hiç? Sözümüz kitaba değil; peşinen belirtelim ki herhangi bir yanlış anlama olmasın. Batı’lı olanın Doğu’lu olana bakış açısına, yani oryantalizme dikkat çekmek istedik. Hepsi bu.
Söyleşilerin/röportajların yapıldığı tarihler 1970’lerin ortalarına ve/ya ikinci yarısına tekabül ediyor. Kabul etmek lazım ki o tarihlerde Batı dışındaki coğrafyalarda da şöhretli fotografçılar vardı.
Kimler var kitapta?
Paul Strand, Man Ray, Cecil Beaton, Brassai, Imogen Cunningham, Andre Kertesz, Jacques Henri-Lartigue, George Rodger, Eliot Porter, Robert Doisneau, Herbert Bayer, Henry Holmes Smith, Helmuth Gernsheim, Brett Weston, Manuel Alvarez Bravo, W.Eugene Smith, Laura Gilpin, Henri Cartier-Bresson, Wynn Bullock, Minor White, Beaumont Newhall, Ansel Adams, Robert Capa.
Bir kısmı ilk anda çok tanıdık gelen, isimlerine aşina olduğumuz toplam 23 kişi kitapta yer alıyor. Capa ile daha önce radyoda yapılan bir söyleşinin kayıtlarından yararlanılmış. Çünkü o tarihlerde Capa yaşamıyordu. Röportajlar 70’li yılların ikinci yarısında gerçekleşmiş, Capa ise 1954 yılında Vietnam’da mayına basarak hayatını kaybetmişti. Bazı ülkelerin kaderi bir tuhaftır; Vietnam da onlardan biri. ABD işgalinden (1963-73) kısa bir zaman önce ironik bir şekilde Vietnam, Fransız işgalindedir (1946-54).
Doğu’ya dair eksiğini, ihmalini veya kastını birkaç cümlelik serzenişle ve/ya eleştiriyle bir kenara bırakıp, elimizde olan üzerinden birkaç kelam etmek en iyisi. Öncelikle şunu belirtelim: Kitapta yer alan her bir fotografçıya dair söyleşi/röportaj ayrı bir seminer konusu olabilir. Zamanı anlayabilmek, teknik vaziyeti kavrayabilmek, fotografçının yaklaşımını öğrenebilmek için ayrıntılı irdelenmeye değer olduğu kanaatindeyiz.
Kısa bir seçki
Bu metinde, kitap kapsamındaki her fotografçıyla ilgili birer paragraf yazsak, öyle sanıyoruz ki metnin amacını aşmakla kalmaz, okuma zorluğunun hat safhaya erdiği böyle bir zamanda kendi ellerimizle metnin okunabilirliğini engellemiş oluruz. Bu itibarla, ilk sayfalardan kısa bir seçki paylaşıp kalan kısmı okuyucuya bırakmakla ve kendi değerlendirmemizi, yorumumuzu ilave etmekle yetinelim.
“… 1939’da Picasso benim resimlerime baktığında ne demişti biliyor musunuz? ‘Sen delisin Brassai. Bir altın madenin var ve vaktini tuz madenini işleterek geçiriyorsun!’ Tuz madeni –tabii ki-fotoğraftı.” (Brassai: S.9)
“Eğer küçük bir çocuk alfabeyi mükemmel bir şekilde yazmayı öğrenirse bu güzel bir kaligrafi olur ama kendini ifade edip, tekniği sanatı için kullanmazsa bunun bir değeri yoktur.” (Kertesz: S.17)
“Kırk yıl boyunca ressam olarak biliniyordum. Savaştan beri fotoğrafçı olarak biliniyorum.” (Lartigue: S.22)
“Prenses Olga misafir olduğu Buckingham Sarayında fotoğraflarını çekmemi istedi. Üç gün sonra kraliçenin annesi olan Kraliçe Elizabeth, gelip onun fotoğraflarını çekebilir miyim diye sordu. … Kraliçe Mary’den yalnızca ters cevaplar aldım ama Ana Kraliçe beni kollarını açarak karşıladı, …” (Beaton: S.32)
“…insanlar şöyle soruyordu: ‘Fotoğrafın hâlâ bir sanat olmadığını mı düşünüyorsun?’ Ben de şöyle cevap verirdim: ‘Sanatın ne olduğunu ben de bilmiyorum. Bence eski ustalar sanatçı değillerdi, onlar fotoğraf makinesi icad edilmeden önceki iyi fotoğrafçılardı.’ Şimdi olsa şöyle derdim: ‘Sanat, fotoğraf değildir.’…” (Ray: S.39)
İnceledikçe..
Kitabı dikkatle inceleyince, bu ünlülerden bazılarının fotografı çok da ciddiye almadığını açık veya örtük beyan ettiklerine ve hatta büyük toplumsal ideallerle hiç ilgilenmediğini, sadece bir maceraperest olduğunu kendi ağzıyla net şekilde beyan ettiği halde bir fotografçıyı başka bir kefeye koymaya çalışanların varlığına rastlarsınız. Bir dostunun ısrarıyla fotograf yapma eylemini bir kenara bırakıp fotograf koleksiyonuna yönelen ve varını yoğunu bu yolda harcayıp (valizler dolusu fotografın hırsızlara kaptırılması büyük bir travmadır) neredeyse dünyanın en büyük fotograf koleksiyonunu yapan birilerinin olduğunu; Ansel Adams gibi dünya fotograf tarihinde en tepede yer alan bir ismin sisteme muhalif olarak fişlenmekten binbir güçlükle kurtulduğunu; Zone Sistem’in Ansel Adams’dan önce başlayan bir süreç olduğunu, aynı dönemde Adams’dan başka kimselerin de buna yönelik metodlar ürettiğini, Adams’ın bunu daha tutarlı şekilde formüle ettiğini; Fotograf söz konusu iken Paris-New York hattının ne anlama geldiğini, fotograf teknolojisi (özellikle film ve kimyasallar) söz konusu iken Berlin’in ne anlama geldiğini; Bir konudaki söylem Bresson gibi önemli bir üstada ait olsa bile, onu hiç tartmadan, düşünmeden kabullenmenin yanlış olduğunu öğrenir, bazen çok trajik yaşam öykülerine rastlayıp duygulanırsınız.
Dillere destan Bauhause’un kısa süren ömrü sonunda, kısmen Amerika’da yeniden modellendiğini, onun da yürümediğini görür, fotografçıların ve diğerlerinin bu okulu fazla önemsemediğini sezer, biraz şaşırırsınız. Ezberlere alınan önemli isimlerin yanında şimdiye dek çok da üzerinde durulmamış kimi fotografçıların ne kadar büyük hikâyeleri olduğunu, ne kadar önemli şeyler söylediğini, meseleye felsefi yaklaştığını, kavramlarla düşündüğünü; Bununla birlikte entelektüel bağlamda bazılarının ne kadar vasat, hatta vasatın altında bir donanıma sahip olduğunu görürsünüz. “Neden hiç ünlü siyahî fotografçı yok?” diye bir soru belki takılır kalır zihninize. “Fotoğraf dünyasında kadın varlığı neden bu kadar az?” diye başka bir soru daha düşer zihninize.
Eugene Smith’in savaş sırasında ölümün kıyısından dönecek kadar aldığı ağır yaralar, Afganistan’da neredeyse aynı şeyi yaşayan Coşkun Aral ustayı hatırlatır size. Adını büyük babasından alan Minor White’ın adının ne anlama geldiğini bilmiyor olması, İngilizcede bir karşılığının bulunmaması, bir göçmenler ülkesi olan Amerika’ya birkaç kuşak öncesinin Doğu’dan gitmiş olması ihtimalini düşünmenize ve “Minor ismi, Münir’den mi geliyor olmasın?” diye pek de yabana atılmayacak türden (muhtemelen abartılı) bir çıkarımda bulunmanıza yol açabilir. Ustalardan birinin anlamlı sözü yahut tespiti, sizin onu bir başka söyleyişle, örneğin, “Sadece biçim (form) taklit edilebilir, içerik taklit edilemez” şeklinde ifade etmenizi sağlayabilir. Kendisi için mistik bir yol seçmiş, mistik öğretiyi esas almış ustalarla karşılaşırsınız. Bazı isimlerin çok sık telaffuz edildiğini (Edward Weston, Alfred Stieglitz) ve bazılarının onlar kadar olmasa da herkesçe her fırsatta telaffuz edildiğini (Ansel Adams, Edward Steichen, Moholy-Nagy) görür ve nedenini anlamaya çalışırsınız. Şovenist yaklaşım gösterdikleri konusunda eleştiri ve/ya özeleştiri yapan birinin, şovenizmi Batı içinde başka Batılıya karşı tavırla sınırladığını, dolayısıyla bunu yaparken bile şoven davrandığını gördüğünüzde artık şaşırmayacak denli fikir sahibi olmuşsunuzdur.
Malûmları olduğu üzere İspanya İç Savaşı sırasında Capa tarafından çekilen ‘Düşen Asker’ fotografı çok tartışıldı, kurgu olduğu söylendi, hangi nedenle kurgu olduğu izah edildi, kanıtlanmaya çalışıldı. Oysa Robert Capa kendisiyle yapılan radyo programında öyle bir şeyi ima etmiyor, başka türlü açıklıyor. Fakat fotograf dünyasına rahat adım atabilmek için asıl adını (Endre Ernö Friedmann) kullanmadığını, kulağa hoş gelecek takma bir isim (Robert Capa) kullandığını ve bunun işe yaradığını kendi ağzıyla söylüyor. “Eh bunu yaptıysa, onu da yapmıştır (fotografı kurgulamıştır)” dese biri, itiraz edilecek bir şey yok gibi. Bu durumda, zihninizdeki Capa defterini yeniden açar veya bir daha açmamak üzere kapatırsınız.
Metni okurken, ara ara dedikoduya, diğerini beğenmemeye, hatta bir miktar karalamaya matuf şeylerle de karşılaşırsınız. O zaman, “İşte insan. Şu memleketten yahut bu memleketten; en nihayet insan işte.” dersiniz içinizden.
Velhasıl, özünde nitelikli bir metin olduğunu söylemek katiyen yanlış olmaz. Birinci ağızdan tarihi bilgiler içeriyor. Herkesin her şeyi bütün ayrıntısıyla anlatması beklenemez. Ancak anlatılanlar katiyen yabana atılacak türden değil. Hepsi önemli. Pek çok konuda önemli ipucu verecek epeyce bilgi ediniyor insan.
Okumaya, incelemeye ve üzerinde düşünmeye değer.
(*) Fotoğrafla Diyalog – Espas Sanat Kuram Yayınları, Çeviri: Ayça Göçmen (Robert Capa çevirisi: Arda Altuntaş), Yayına Hazırlayan: Burcu Tümkaya, Alef Editorial Design, Son Okuma: Kemal Cengizkan, Mart 2021
İyi bir tercümenin sonucu kullanılan dilin akıcı olması kitabı kolay okutuyor. Tespitlerinize katılıyorum ve şunu eklemek istiyorum: Bana hazırda olan röportajlarla “iyi satar” diyerek kotarılmış bir kitap gibi geldi. “Kiminle röportaj yapalım?” diye bir “Fotoğraf Ustaları” ya da “Işıkla Resmedenler” gibi özel bir çaba ve emek sarf ettiklerini düşünmüyorum. Ki “Camera dergisinin herhalde ulaşamayacağı fotoğrafçı yoktur. Sanki gazete köşe yazarlarının günlük yazılarını bir araya getirip kitap yapması gibi bir şey. Ancak bu kitabın içeriğini zayıflatmıyor. İyi kitap.