Az gittik, uz gittik; edebiyatın karanlık tarihinden geçtik. Serindi ve Paris; sonsuz bir aydınlığı elimizin tersiyle ittik. Orada tüm çizgi dışı ve tuhaf insanlar birbirleriyle ahbap olmuşlardı. Sonra dünyanın tüm üçkağıtlarını düşünüp varoluşumuzu bir daha gözden geçirdik. Tuhaflıkların azizi Jean Genet, elinde tuttuğu bardaktaki şarabı yüzümüze çarptı; koca bir somun ekmeği kafamıza geçirip ardından da okkalı bir küfür savurdu. Sonra kutsanmış olduk ve kötülüklerle dolu dünyaya çırılçıplak bırakıldık.
Annesinin terkedilmiş evlilik dışı çocuğu, on yaşında ilk hırsızlığını yaptığında, yazgısı, eline islahevinin krokisini anında tutuşturmuştu. Kimileri “Belle Epoque”unu sürerken -ki yıllardan 1926 idi- o, on altı yaşında hatırladığı ilk evinden kaçıp, Fransız sömürge birliklerine katılmıştı. Genet’in yıllar sonra yayımladığı önemli romanı Gülün Mucizesi o günleri, başka bir deyişle şehrin lağımından, nasıl içtiği suyu damıttığını anlatır.
Çalmak yaşamının bir parçasıydı; yaşamdan yapıtları için sözcükler çalmadan önce, Avrupa’nın birçok şehrinde hırsızlık ve kaçakçılık yaptı. “Hırsızın Günlüğü” (1949), yaşadıklarıyla ilgili birbirinden ilginç anılarla doludur. Gerçi bu dünyadaki insanların ne kadarı, sahip olduklarını başkasının hakkına el uzatmadan edinmişti?
Genet yazmaya, 1942 yılında hapis yatarken başladı. İlk yapıtı olan “Çiçeklerin Meryem Anası”nda, Paris’in katillerini ve yoldan çıkmış insanlarını anlatıyordu. Bu romanıyla Sartre’dan Cocteau’ya kadar önemli yazarların dikkatini çekti. 1947 yılında onuncu kez tutuklandı ama artık varoluşunu yazdığı romanlarıyla kanıtlamış bir yazardı. Paris’in önemli yazarları, onun için birleşip cumhurbaşkanından affedilmesini istediler. Edebiyat, adalete karşı yeni bir zafer daha kazanmıştı.
Daha sonra “Cenaze Töreni”, “Brest Anlaşmazlığı” romanlarıyla edebiyat dünyasında “saygın” bir yazar olduğunu kanıtladı Genet. Uyumsuz tiyatronun tarihine çarpıcı ayrıntılarla süslü birçok önemli bir yapıt kazandırdı. “Hizmetçiler”, duygusal iniş çıkışları, gemi azıya almış egonun dışavurumları ve kimlik kaygılarının vardığı sarsıcı temposuyla, Ionesco ve Beckett gibi yeni bir tür var oluşun temsilcisi yazarların oyunlarının hemen yanı başına kuruluverdi. Genet, bu başarısının şans olmadığını, “Balkon”, “Zenciler” ve “Paravan” oyunlarıyla da kanıtladı.
Yıl 1963. Henri Cartier-Bresson, Paris’in bulvar kahvelerinden birinde Jean ile sözleşiyor; Jean, ondan tek başına gelmesini ve yanında sadece küçük bir fotoğraf makinesinden (35 mm) başka hiçbir silah bulundurmamasını istiyor. Kendisinin üzerinde ise deri bir palto ve içinde de kalın kazak olacağını söylüyor. Sonra tüm dediklerini unutmasını istiyor Henri’den. Binbir belaya tanık olmuş, ferfecir gözlerinden kendisini tanıyabileceğini söylüyor. Henri söylenen vakitte geliyor. Önce çevrelerine bakıyorlar, kimsenin onu takip etmediğinden emin olduktan sonra pazarlığa başlıyorlar.
Yaprakların arasından süzülen ışık Genet’nin yüzünü aydınlatıyor. Ters ışığa rağmen, Bresson sessiz çığlıklar atan “Leica”sını Genet’ye doğrultuyor. İlk pozlarda, eski bir tikini hatırlarcasına gözlerini biraz kısıyor Genet; sonra tarihe geçmeye hazır olduğunu bildiren bakışları ve yeni yaktığı esmer sigarasıyla akan zamanın duran karelerine bırakıyor kendini. O seçilmiş andan geriye, fotoğrafın “punctum”unu (bakanı delip geçen ayrıntısını: isim babası Barthes’tır ve Paris kafelerinin iskemleleri onu da iyi tanır) oluşturan, Genet’in sigarasını kavramaya çalışan eli ve tuhaf tırnakları kalıyor.
Şiirsel pornografi ya da müstehcen erotizm; Genet yapıtlarında cinselliği çok farklı işlemiştir. Bazen sözcükler, bazen bedenler; hiç umulmadık yerlerde birbirleriyle sevişmeye başlarlar. Onun için, yaşam, sıradan oyunların sergilendiği aşağılık bir kumpanyadır. Cesurdur cinsellik konusunda Genet ve yapıtlarının ilgili bölümlerinde, atası Marquis de Sade’ın sınır tanımaz törenlerinde eteklerini tutan bir nedime rolüne çıkmış gibidir.
Yapıtları, yeraltını yansıtan bir aynanın eskimiş sırındaydı. Asi ve anarşist ve mütecaviz Genet, çizginin öte yanına hiç geçmedi. O “öte”de bizler Şekspiryen hayatlarımızı yaşıyorduk; dürüstlük, ahlak ve erdem adına söylevler vererek. Hiç aldatmadık derken, yaşamımız bir film şeridi gibi geçti gözlerimizin önünden. Genet’yi okurken farkına vardık ki, o kısacık tarihimizde hep aldatılmıştık ve doğumumuzdan önce bile Jean Genet’nin en sevgili kahramanlarıydık. Kumdaki iz, bizi sokup giden akrebin iziymiş meğer; soğurken bedenimiz: Anladık!
Alkolle vaftiz olan Charles Bukowski ve dönenceler arasında ekvatorunu arayan Henry Miller da kan bağı olmayan uzak akrabalarıdır Genet’nin. Tümünü temkinle okuyunuz. Gerçeğin zemini kaygandır ve çok az kişi bu yoldan kıçının üstüne düşmeden geçebilir. Şanlısı zararsız bir çatlak, şanssızı orta derece bir kırıkla atlatabilir bu okuma kürlerini. Aklımızda zaman zaman olan sızıntılara bir anlam verebiliriz artık. Beynimizin kıvrımlarında hâlâ onun kurumuş spermleri var. Dikkat, temkin ve özenle okuyunuz kendisini.
©Henri Cartier-Bresson / Jean Genet / 1963
Bize Ulaşın