Yolda; Tek Başına
İnce uzun, dört şeritli kısa, az kullanılmış patika ya da keskin virajlarla hepimiz kendi yolumuzda gidiyorduk. Emniyet kemeri takmıyor, müziği sonuna kadar açıyor, şeritlere hiç aldırmıyor, sinyal vermeden solluyor, yanımızdaki koltuğa istediğimizi alıyorduk.
Kimimiz camını sonuna kadar açıyor, kimimiz sıkı sıkıya kapıyor; uyarı levhalarını tanımıyor, kaportadaki vuruklara aldırmıyorduk. Üstü açık otomobilimizde saçlarımızı rüzgârla kapıştırıyor, camda patlayan yağmurla gözyaşlarımızı saklıyor, haritalara hiç bakmıyor, karşıdan gelen arabaların üstüne sürüyorduk hayatımızı.
Bilmediğimiz yerlerde mola veriyor, bayat sandviçleri iştahla yiyor, kirli tuvaletleri kullanıyor ve eskimiş aynalarda giderek uzayan yüzümüze bakıyorduk. Sonra sert bir frenle ansızın duruyor, derdimizi anlatamayıp sinirden kuduruyor, tıpkı filmlerde olduğu gibi kapıyı çarpıp, yırtık lastik ayakkabımızla yola devam ediyorduk.
Uzaylı gibi birden ortaya çıktılar. Şiirler söylediler, romanlar yazdılar; biraz kızgındılar. Fonda caz, bedenlerinden dışarı taşan keskin figürleri ve havada tarifesiz uçuşların kokusu vardı.
Beat Kuşağı, rüzgâra karşı duran bir ağaç gibi, sisteme okkalı bir el işareti yaptığında takvimler 1950’li yılları gösteriyordu. Ferlinghetti, Ginsberg, Burroughs ve kahramanımız Jack Kerouac yollarında söylene söylene gidiyorlardı.
Otomatik yazımla, içinden geldiği gibi geriye bakmadan, hiç düzeltme yapmadan üç haftada koca bir kitabı -Yolda- yazdı dediler. Sonradan araştırıp öğrendik ki bu kitabın birden fazla kopyası farklı yer ve zamanlanda yazılmış. Kaybolan kısımları bile varmış, belki okuyana daha çok yararmış.
Düşünce ile yazı arasındaki en kısa tünelin kurdelesini ilk o kesti. Kaybolmayı sevenler için, bilinçaltının dolaysız ve ölçeksiz haritasını çıkardı. Görkemli bir gökdelenin karşısında yoksul gençlerin yaşadığı bir gecekondu gibi durdu Kerouac’ın romanı, romanları…
Özgürlüğün, düşünceleri özgür bırakmaktan geçtiğini anladı. Japon haikularının Amerika temsilciliğini aldı. Bir Zen kaçığı gibi yaşadı. Yaşanmış son Altın Çağ’ın, üstelik son günleriydi.
Elliot Erwitt ya da Magnum’un ve belki de dünyanın en muzip fotoğrafçısı; sıra dışı portrelerin avcısı, uyuyan insanların üzerine fotoğrafın yorganını seren peri ve bütün köpeklerin envanterini çıkarmaya yeminli hayvan dostu. Tüm vahşi yürekleri fotoğraflara dönüştürerek koruyan Aziz Erwitt, çıktığı yolda, Jack Kerouac’la karşılaşıyor.
Ve sonuçta Kerouac hayranlarının bile çok az bildiği, belki de Beat Generation avukatlarının kayıtlardan düşülmesini istediği bir fotoğraf oluştu. Sistem karşıtının boynunda, sistemin göstergesi bir kravat. Erwitt, yapacağını yapmış, 25 yaşının verdiği cesaretle kendini bekleyen mizah dolu deneyimlerinin başlangıç vuruşunu iyi bir av partisi esnasında, ışıkla gölgenin köşe kapmaca oynadığı bir fotoğrafta temize çekmişti.
İşte Keruac; düzgün taranmış saçları ve arzın merkezine sabitlediği bakışlarıyla kendine yeni bir yol haritası daha çizer gibi görünüyor. Erwitt de boş durmuyor, bu “jam session”da tarihin “sürekli bas”ı üstüne kendi solosunu ustaca atıveriyor. Eğer Roland Barthes son yolculuğunu biraz daha erteleyip, bu fotoğrafla karşı karşıya gelebilseydi, eminim; “İşte punctum!” diyerek, güzel elleriyle Kerouac’ın kravatını işaret edecekti.
Ve hayat, Amerika’nın asi çocuğunun bile boynuna kravatı bağladıktan sonra, biz savaş baltalarımızı gömdüğümüz yerden hiç çıkarmasak da olurdu: Sonra, kesişmeyen, yan yana duran iki yol gibi, sürekli birbirimizi görüp asla konuşmadan aynı yöne doğru bir süre daha gittiğimizi hatırlıyorum. Üç hafta boyunca başımızı elimizdeki kitaptan kaldırmamıştık.
Not: Bu yazı daha önce E Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Bize Ulaşın