Bedenin Sonlu Yolculuğu
1970 yılının Kasım ayı. Tokyo’daki askeri üs ansızın basılmış ve komutan rehin alınmıştır. Televizyon kameraları haberlidir ve her şeyi saptamaktadırlar. Boyu 1.50’yi biraz aşan bu adam, kısa bir konuşma yaptıktan sonra karnına son kez bakar ve elindeki hançeri hedeflediği noktaya saplar. Vücudu titremekte, tutku ve kavgayla bağlı olduğu ömrü, avuçlarının arasından kırmızı anılar olarak sızmaktadır. İşlem, verdiği direktif doğrultusunda bir kılıcın boynuyla buluşmasıyla tamamlanacaktır.
Bu sırada iki görüntü “Technicolor” kırmızısı üzerinden bir araya gelir. O, kendi özel ordusu Kalkan Birliği’nin yemin törenindedir. Parmaklara küçük kesikler atılmış, kanları bir fincanda toplanmıştır. Bir parça tuz ilavesiyle törenin sonu gelmiştir. Dudaklardaki kan, Japon İmparatorluğu’na edilen yeminin mührü gibidir. Modern dünyada gelenek, hâlâ en sert biçimiyle seyrini sürdürmektedir.
Gruptan bir kişi, kutsal görevinin bilinciyle elindeki kılıçla birkaç darbe indirir. Baş gövdeden ayrılır ve bir ömürlük kahraman orada can verir. İki parçaya bölünen bu insan, bir kış günü, tutkusuyla kucaklaşıp kanıyla ödeşen dünyanın en sıradışı yazarlarından Yukio Mishima’dan başkası değildir. İnsanların önünde hara-kiri yapmış, samuray ruhunu kameraların önünde cesaretiyle sınamıştır. Üstelik bu dünyayla vedalaşırken ne kadar yalnız olduğunu da görmüştür.
Neredeyse onun doğuştan sadist olduğunu söylerler. Büyükannesinin kapalı, sert ve disiplinli eğitimi, onun bir kız çocuğu gibi yetiştirilip eşcinselliğinin ortaya çıkmasında belirleyici olur. Bir ara Mishima vücut geliştirmeye kafasını takar. Çelimsiz vücudunu, yoğun ve devamlı çalışma sonucunda inanılmaz biçimde kaslarla donatır. Artık beyni gibi bedenini de geliştirmiştir; fotoğrafçılara çıplak pozlar vermesinde ve vücudunu ortaya çıkartarak özgürce davranmasında bir sakınca yoktur. Oysa ülkesinde çirkin olarak bilinir, yazdıklarından da çirkin olarak…
Gelişen teknoloji, yoğun çalışma hayatı ve temelleri önceden atılmış bir mekanizmanın karşısında Batı’ya ait değerlerin yükselişi; büyük fay hatları yaratmıştır Japonya’da. Geleneği her şey olan samuray ruhunun çağdaş kavramlarla bazen zıtlık teşkil edecek derecede karşı karşıya gelmesi, genetik kodunda yıkılmış şehirler olan bu toplumu, ünlü Japon fotoğrafçı Araki’nin fotoğraflarındaki hale getirmiştir. Japon insanının trajedisini, poz verilen fotoğrafların fonunda yer alan Fujifilm tonları bile kurtaramamaktadır.
Yalnızca Mishima’nın yapıtlarında değil, 20. Yüzyıl’ın neredeyse tüm Japon yazarlarının, o pastoral görüntüler ardında, sıradan gibi gözüken ilişkileri yoğun hüzünle ördükleri görülmektedir. Gelenekle gelecek arasına sıkışmış insanlar, dar hareket alanlarında küçük Japon adımlarıyla koştururken, ancak bitimine yakın adı konan aşkları, satırların arasından büyük bir sabırla çıkartan okuyuculara sormak gerekir. Gerçekten de zaman, yaşanmış tutkuları, özenle ölüme taşır… Biliriz ki adalar rüzgârlara açıktır ve denizi görmeden yaşayan insanların kendilerine ait bir ada tasarımı vardır.
Mishima verdiği pozla 1970 yılından, fotoğrafın -ve elbette edebiyatın- tarihine merhaba demektedir. Makineye değil, boşluktaki sonsuz noktalardan birine bakmaktadır. Üzerinde önü çapraz bağlı tişörtü ve açık renk golf pantolonu vardır. Ellerindeki eldiven, yaşamla arasına -en azından dokunurken- çizdiği sınır gibidir. Kare saatinin parladığı sol eli belindeyken, sağ eliyle de dudaklarına yakın bir sigara tutmaktadır. Bakışına vermeye çalıştığı anlam, alnını kırıştırmıştır.
Yalnızca şirin hayvanların belge fotoğrafı tarihindeki ikonlaşmış görüntülerini değil, uzamış sakallarıyla Humphrey Bogart’ın ya da kravat-ceketiyle Jack Kerouac gibi sıradışı kişileri de arşivinde tutsak eden ünlü bir fotoğrafçıdır Elliott Erwitt. Ve bu tarihi karşılaşmada, Japon Edebiyatı’nın “Yakuza”sına karşı, fotoğraf makinesinden başka silahı yoktur Erwitt’in. Mishima, uzaklarda bir yere bakarak ilk kurşununu atmış, Erwitt de onu havada yakalamıştır.
Her fotoğrafçının, modelinin fotoğrafını çekinceye kadar yaşadığı üç evre vardır: Bunlardan birincisi, fotoğrafçının çekeceği kişiyle ilgili kanısı ve bilgi birikimi,
İkincisi, karşılaşma ânı ve ilk izlenim,
Üçüncüsü ise fotoğrafın çekildiği an ve “esas” fotoğrafın seçildiği andır.
Bu noktaların arasında kalan üçgenin alanı, fotoğrafçının bireysel yeteneğiyle birleştiğinde ortaya başarılı fotoğraflar çıkar. Elliot Erwitt, modellerinin gözlerinde, kameranın orada olduğu hissini göstermeyi öteden beri sevmiştir.
Fotoğrafı çekildiğinde yaşı 45’tir Mishima’nın. Fonda, sanki baharla yaz kucaklaşmıştır. Her şey yolunda görünmektedir. Dünyadaki son yılıdır. Belki de uzaklarda baktığı nokta, ölümün onun için “hazır ol”da beklediği o ilahi koordinattır. Her fotoğrafın bir ölüm olduğunu bilmektedir ve her insanın bu şekilde binlerce kez öldüğünün farkındadır.
Ölüm, intihar, kan, eşcinsellik; sevdiği tüm temalarla romanlarını birer çit gibi çevirdi Mishima. İstemediği hiç kimseyi sınırlarından içeri sokmadı. Japon toplumuna tuttuğu aynanın açısı, bize farklı gerçekleri ve tutkuların milliyeti olmadığını gösterdi. Milliyetçi bir anarşist gibi ölmeyi yeğledi. *Setsuogan’ın karla örtülü masalarından birinde Yukio’nun -ki adında hiç kalkmayan bir kar vardır- ara sıra yalnız başına yemek yediğini görenler var. O Japon Edebiyatı’nın Batı’ya bakan tuhaf kapısı ve hâla en ünlü yazarıdır.
*Mishima’nın “Şölenden Sonra” romanında olayların geçtiği lokantanın adıdır.
Not: Bu yazı daha önce E Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Bize Ulaşın