Yazarların en büyük düşüdür, Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmak. Ya da başka bir deyişle, İsveç’in verdiği dinamiti bir arzu nesnesi olarak edebiyat dünyasının tam orta yerinde patlatmak! Ödül için yapılan kulisler, konuyla ilgili herkes tarafından bilinmektedir. Oysa, alnının teriyle kazandığı Nobel’i almak Dr. Jivago’nun yaratıcısı Boris Pasternak’a kısmet olmamıştır. Siyasilerin daima bir açık alan korkusu olmuştur.
Çağının ilginç ve popüler yazarlarından biri olan Pasternak, ressam bir baba ve müzisyen bir annenin çocuğu olarak Moskova’da dünyaya geldi. 10 yıl sonra dünya, devrimlere gebe yepyeni bir çağa, 20.Yüzyıl’a geçiş yaptı. Boris Pasternak, şiir konusundaki yeteneğine rağmen, müzik teorisi ve bestecilik üzerine eğitim gördü. Daha sonra ilgi alanı felsefeye kaydı ve bu dalda eğitimini tamamladı. Bacağındaki sorundan dolayı Birinci Dünya Savaşı’na katılmanın yerine; bir fabrikada çalışarak, geri hizmette görev yaptı. Felsefe de düşüncenin lojistiği değil miydi bir anlamda?
İlk olarak şiir kitabı yayınlandı. Şiirindeki çağdaş tatlar, avant-garde yaklaşım ve lirizm nedeniyle, Pasternak’a “toplumcu gerçekçilik”in tam karşısında bir sandalye gösterdiler. Şiirlerini dergilerde yayınlamadılar ve yaşamı boyunca ona “karşı tarafın adamı” gibi davrandılar. Oyunlar da yazdı ama Rilke’den Shakespeare’e ,çevirilerini yaptığı şairlerinin kutsal ruhlarıyla birlikte yaşadı.
1956 yılında aşkla örülmüş epik romanı Doktor Jivago’yu bir dergiye yolladı. Toplumcu gerçekçilik kalesinin önündeki hendekte dolaşan aç timsahlara yine yem oldu. Sevilmedi, basılmadı ve yok sayıldı. Bundan tam bir yıl sonra romanın haklarını satın alan bir İtalyan yayınevi tarafından kitabı basıldı ve sonrasında tam on sekiz dile çevrildi. 1958 yılında da Nobel ödülünü alan roman, Sovyetler’de öyle bir gürültü kopardı ki, Pasternak ödülü reddetmek zorunda kaldı. Dr. Jivago, ülkesinde 1985 yılına kadar hep gizlice okundu.
Çocukluğumda, bir açıkhava sinemasında bunaltıcı bir yaz gecesi izlediğim, karlarla kaplı bir fonun önünde geçen buharlı tren ve tutkunun doruklarında dolaşan bu filmin Dr. Jivago olduğunu anlayıncaya kadar yıllar geçip gitmişti. Doktorumuz, nemli gözleriyle uzakları tarayan Ömer Şerif’ti ve David Lean’in başyapıtı renkli ve sinemaskop filminde, Sovyetler Birliği’nin sonsuz beyazlığını seyircilerine armağan etmişti. Aynı ruh hali, büyük ölçekli epik filmler yapan Lean’in yönettiği “İrlandalı Kız’ın (Ryan’s Daughter) sekanslarında da gizliydi. Filmlerde, romanların yönetmen ve oyuncular tarafından yeniden yazıldığını bir kez daha anlamıştık
1918’de Budapeşte’de doğan Cornell Capa, foto muhabirliğinin yanında, New York’taki en önemli fotoğraf mabedi olan ICP (International Center for Photography)’yi kurmuş ve ölene dek yöneticiliğini de yapmıştır. Aynı zamanda, dünyanın çeşitli ülkelerinden unutulmaz kareleri güçlü bir “an estetiği” ile günümüze taşımıştır. Capa, 1958 yılında altı haftalığına Sovyetler Birliği’ne, Rus Ortodoks kilisesiyle ilgili bir röportaj yapmaya gittiğinde, aynı yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Boris Pasternak’ı da fotoğrafladı. O dönemde, İsveç’e gidip ödülünü almasına izin verilmeyen yazarın, yabancı gazetecilerle görüşmesi de yasaklanmıştı.
Boris Pasternak’ın fotoğrafı, edebiyat tarihi içindeki en yalnız ve hüzünlü fotoğraflardan biridir. Yorgun ağaçlarıyla soğuk bir güz bitimi tablosu gibidir her şey. Pasternak, dökülmüş yapraklar ve kuru dalların çerçevelediği bir bankta oturmaktadır. Başında şapkası, sol elini kararsızca uzun paltosunun içine sokmuş; diğerini de sanki özlemini çektiği görünmez bir dostun omzuna atmıştır. Ufuk hattı, dik çerçevelenmiş fotoğrafı tam ortasından ikiye bölmektedir. Fotoğrafları çekilirken, iki deklanşör sesi arasında tutsak edilmiş, bakışlarını geçmiş zaman denizlerinde yolculuğa çıkarmıştır.
Bu fotoğrafta tarifsiz bir hüzün; kazanmış olduğu ödülün verdiği buruk gurur, ölene kadar asla kurtulamayacağı yalnızlığı ve ülkesinin yok saydığı bir yazar vardır. Pasternak, ömrünün kışında, çıkma ihtimali olmayan güneşi fazla umutlanmadan beklerken, Kiril alfabesinin zengin sözcük dağarıyla, tören provasına çoktan başlamış gibidir. Zihninde biriktirdiği ve yazılmayı bekleyen birikmiş hikâyeler vardır.
Dr. Jivago, ipleri Pasternak’ın elinde olan bir kukla gibiydi, söylemek istediği her şeyi ona söyletti. Yaşama bir kanser ve kalp hastası olarak kısa bir süre daha devam etti. Pasternak bu fotoğraf çekildikten sonra iki kış daha gördü ve yarattığı kahramanlarıyla buluşmak için kibarca izin istedi. Partili dünya ile yollarına ayırmış, gittiği yerde artık ödülünü kucaklayabilirdi. Rostropovich’in çellosuyla onun mezarı başında veda aryası niyetine Bach’ın serenadını çaldığını biliyoruz. Sonuçta, yoluna dikilen komünistlerin tümü tarihin bataklığına gömülürken, Boris Pasternak hâlâ yaşıyor.
Bize Ulaşın