Yaratım – ya da daha doğru sözcüğüyle, dönüşüm – sancılı bir süreçtir. Yapıtın oluşumu sırasında üreteni avcunun içine alıp, kendi safına kattığı sıkça görülür. Bu durumda üreten ortadan kalkmış; nesnenin kendisi yapıtın hâkim öğesi olmuştur. Böylece, Giacometti’nin heykellerine bakan duyarlı bir göz, onun heykelleriyle nasıl bir uyum içinde olduğunu ve giderek o heykellere ne kadar çok benzediğini görecektir.
Gözün seçemediği, belirli bir akış içinde algıladığımız devinim; yalnızca fotoğrafın gerçeklik düzleminde, düşük enstantanenin varlığıyla başka bir dünyayı konuk eder duyarkatın üzerine. Böylelikle, nesnelerin yalnızca malzeme, biçim ve renk değil; devinim anlamında da birbirlerinden farklı oldukları ortaya çıkar.
İnsanlar onun heykellerinde giderek incelip uzarlar, neredeyse iskeletleriyle var olurlar. Afrika’nın heykellerine özenir Giacometti’in yapıtları; Paskalya Adaları’nın gizemli totemlerine. Son bir bakışta ise, insanın, yaşam denen o iletişimsiz uzamda bir sokak köpeği gibi yalnızlığına tanık olur gözlerimiz.
Sadeliği aşan bir çıplaklık vardır Giacometti’nin heykellerinde; yerçekimiyle kapışan hafif bir eğim. Zayıflıklarını gizlemezler. Sanat tarihinin oturaklı ve değerli kült heykellerine aldırmadan varoluşlarını sürdürürler. Ne Rodin gibi gövde bulurlar ne de Brancusi gibi “avant-garde” alemlere geçiş yaparlar. Ruhlar aleminden haber vermek için harfler arasında gezinen fincan gibidirler. Bize düşen ise, o seçilmiş noktalar arasına düzgün çizgiler çizmektir.
Canlı modelden çalışma yaptığı için gerçeküstücülerden kırmızı kart gören Giacometti, sanatında figüratif ile soyut arasına bir hamak kurarak yapıtlarını bu hamağın üzerinde düşlere daldırmıştır. Ve o ince-uzun heykeller, giderek onu da ince ve uzun yapmış, gökyüzüne doğru meyillendirmiştir.
Henri Cartier-Bresson’un, yani 20.yüzyılın rastlantılarını fotoğrafa dönüştürmekte uzman olan görüntü ustasının, sanatçılar konusunda işini şansa bırakmadığı çalışmalarından birinde, güneşin çevresinde 60 kez dönmüş Giacometti yıldızını sonsuz devinimi içinde yakaladığını görürüz.
Cartier-Bresson’un fotoğrafına hapsettiği hareket, aslında telaşın bir fotoğraf karesine tutsak edilişidir. Sanatçının açacağı sergiyi yerleştirme anında yakalanan enstantanesi, özellikle ağzında yer alan kağıt parçasının da yarattığı etkiyle gerçeküstü bir ivme kazandırmaktadır fotoğrafa. Düşük enstantane, duran ve hareket eden objeler arasındaki hiyerarşiyi açıklıkla ortaya koymaktadır. Fotoğrafta, Roland Barthes’ın deyimiyle bir punctum (fotoğrafa bakan kişiyi her türlü bilgiden bağımsız olarak delip geçen öğe veya durum) arayışına gireceksek, uzaklarda oyalanmaya gerek yoktur.
Yaşam, biz ölümlü insanlar için, belirli bir zaman aralığında yanıtlanması gereken sorulardan oluşmuş bir test gibidir. Rüzgâr tünellerinde direncimiz ölçülür. Şartların doğrultusunda yapımız değişir ve üzerimizdeki kuvvetin de etkisiyle incelip uzar; kendi aerodinamiğimizi buluruz. Bazen hiç bitmesini istemediğimiz anlarımız olur; bazen yaşamın koşulları ağır gelir, parçalarımıza bölünecek korkusuna kapılırız.
Zamanın kısalığını biliyordu Giacometti. O yüzden sağ eliyle boynundan sıkıca kavradığı, aylarca emek verdiği heykelini kamera yönüne doğru dikkatlice götürüyor. Heykellerin birbirleriyle yaptığı etkileşimi, doğru bir sunum içinde gerçekleştirmek için aşırı bir çaba gösteriyor ünlü heykeltraş.
Zamanın onun için duracağı, dolayısıyla da devinimden söz edemeyeceğimiz, adına ölüm denen bir eski yolculuktan enerjik bir fotoğrafı aracılığıyla bizlere selam yolluyor Giacometti. Bu fotoğraf çekilirken habersizmiş gibi davransa da zamanın ona ayrılan kısa bölümünde, kendi kendine sorduğu sorulara eksiksiz ve doğru yanıt vermeyi biliyordu Giacometti. İşte tam da bu yüzden, tüm yaşamını ince uzun heykellerin içine sıkışmış ruhları kurtarmaya adamıştı.
Bu yazı daha önce E Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Bize Ulaşın