Fotoğrafa yeni başladığım, yani seksenli yıllarda duydum ilk kez John Berger adını. Özellikle “Görme Biçimleri” isimli kitabını öneriyordu büyüklerimiz. İlk işim kitabı almak oldu. Ancak kitabı alır almaz görmeyi öğreneceğimi sanmış olacağım ki, geride büyük bir hayal kırıklığıyla okumadan bıraktım. Şimdilerde düşünüyorum da herhalde algılama da yazarın dediği gibi belli bir süreç gerektiriyor. Algılamak için bir kültürel birikime ihtiyacınız var. Ben o yıllarda fotoğrafın tarif edemediğim büyüsüne kapılmış elimde fotoğraf makinem gördüğüm her şeyi kayıt altına almaya çalışan bir görüntü oburuymuşum. Oysa o bizlere bas bas bağırıyor dur frene bas, sakin ol etrafına bir bak, anlatma biçimini kontrol et vb. diye görme biçimi isimli kitabıyla. Sonraları sık sık karıştırdığım bu kitap her okuyuşumda değişik boyutları fark etmemi sağladı benim. Güzel fotoğrafları gözlemleyip taklit etmek artık yerini iç dünyamın algıladıklarına bakmaya bıraktı kendisini.
Kitabın ilk satırlarında “görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir. Ne var ki başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştiremez. Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler.” der. Bunlar tam da fotoğraflarıma anlam katmaya çalıştığım ,dünya görüşümün oturmaya başladığı yıllarda karşıma çıkan sözlerdi. Hiç silinmemecesine hafızama kaydettim. Aslında BBC ile 1972 yılında 5 arkadaşıyla birlikte hazırladıkları bir televizyon dizisinin sonraları kitap şekline getirilmiş haliydi “Görme Biçimleri”.
Toplum İçin İlk Yazılar
John Berger 5 Kasım 1926 yılında Londra/Stoke Newington’da dünyaya gelir. Orta sınıftan bir ailenin çocuğudur. Kendisini pek mutlu etmediğini söylediği Oxford St.Edwards’daki öğreniminden sonra, Londra Central School of Art’tan burs kazanarak, bu okula devam eder. Eğitimi İkinci Dünya Savaşı sırasında askere çağırılmasıyla kesintiye uğrar.
İki yıl boyunca bir hafif süvari birliğinde görev yaptı. Ardından eğitiminden dolayı subay yapılması teklifini geri çevirerek orduda, Belfast’ta ordu eğitmenliği görevine atandı. “Askere alınmış eğitimsiz genç insanların arasındaydım. Bu işçi sınıfından çağdaşlarımla ilk kez gerçekten tanışmamdı. Bu ilk kez toplum için yazdığım dönemdi. Çok kötü bir yıldı ancak şekillenmemi oraya borçluyum diyebilirim” der.
Savaş sonrası ordudan ayrılır ve yarım kalan eğitimini ordunun sağladığı bursla tamamlayıp mezun olur. Sanat alanındaki kariyerine ressam olarak adım atar. 1940’ların başında bir dizi sergi açar. İngiliz Komünist Partisiyle ilişkiye geçer. O yılların sanat akımlarını etkileyen soyut sanata karşı gerçekçi akımı destekleyen Berger dönemin Londra sanat çevresinde büyük tepkilere yol açacak fikirlerini ortaya atar. Plastik sanatlar ve fotoğrafçılık hakkında yazdıklarıyla görsel antropolojiye önemli katkılarda bulunan yazar, romanlarında ve incelemelerinde de Avrupa’nın ezilen insanlarının tecrübelerine yer verdi. Uzmanlara göre onun Gerçekçilik üzerindeki vurgusu Soğuk Savaş döneminin getirdiği havaya uygundu; bununla birlikte Berger’in sol anlayışı reel sosyalizmi temellendirmekte başvurulan Marksizm’den çok, bağımsız bir sosyalist hümanizme dayanıyordu.
“Görme Biçimleri” isimli kitabını “G”isimli kitabı izler ve kitapla Booker ödülünü kazanır. Ödül töreni sırasında yaptığı konuşmada Mc Connel’i Batı Hint Adaları’ndaki tarihi ticari ilgileri yüzünden suçladı ve ödülün yarısını Black Panther’lere bağışlayacağını açıkladı. Bu olaydan sonra Britanya’nın en radikal kişileri arasına girer ama bu deneyim onu oldukça yaralar. İngiltere’yi terk ederek ,Fransa’nın kırsal kesimine yerleşir. Verdiği bir röportajda şöyle der :
Bu benim için bir sürgün değil, seçimdi. Hayatımın hiçbir aşamasında sürgünlere özgü vatan hasretini ve acı çekmeyi yaşamadım.
Şair Berger
Sanat eleştirmenliği, şiir, roman, öykü, senaryo yazarlığı, ressamlık ve politik filozofluk yönüyle günümüzün en önemli entelektüellerinden biri olmuştur. Sanat eleştirisine bambaşka bir perspektif katarak çağının bir çok yazar ve sanatçısına ilham kaynağı olur. Susan Sontag onun için; ”John Berger’in kitaplarının hayranıyım. O sadece ilginç olan değil , aynı zamanda önemli olanı yazıyor. Çağdaş İngiliz yazarları arasında bence rakipsizdir. Lawrance’den beri sezgi ve duygu dünyasına bilincinde gerekliliklerine cevap vererek bu kadar dikkat eden bir yazar çıkmamıştır. O belki Lawrance kadar iyi bir şair değil ama daha zeki, daha asil. Olağanüstü bir sanatçı ve düşünür.” demiş. Evet yeri gelmişken ona ait kısa bir şiirini de eklemeliyim bu satırlara;
-“yıpranmışız
bahçedeki kapı kadar
ayrılıklardan
ve beyaz hayaletlerinden
gidenlerin,
muşambalarla sarmalanmiş,
konuşuyoruz hala tutkuyu.
tutkumuz oysa tuz
içine postların bastırıldığı
yapalım diye meşinden
aşkın derisini”
Hatırlamanın Aciliyeti
Onun sanata bakış açısını en iyi anlatacağına inandığım satırlarda düşünür şöyle diyor;
“Suçları unutmamalı, kayıtlarını muhafaza etmeliyiz. Suçluların ilk işi bunları yok etmektir zaten. Çünkü bu efendiler yalnızca masumları katletmezler, hafızayı da maktul ederler. Yeni dünya tiranlığına karsı yükselen muhalefete ilham vermesi için bu kayıtların tutulması şart. Bu aşırı silahlanmış tiranlar askeri ya da ekonomik her savası kazanabilirler, ama kaybettikleri bir savaş var ki, ismine kendileri ‘iletişim savaşı’ diyorlar. Dünya kamuoyunun desteğini kazanamıyorlar. Gitgide daha çok insan hayır! diyor. Sonuçta bu yenilgileri tiranlıklarının sonu olacak. Ama bu son daha kaç trajedi, istila ve felaketten sonra gelecek? daha ne kadar yoksullaştıracaklar bizi?
İşte kayıt tutmanın, muhafaza etmenin, hatırlamanın aciliyeti bundandır. İşledikleri suçlar unutulmayacak, her kıtada ağızdan ağıza dolaşacak. Her gecen gün daha çok insan hayır! diyecek. Çünkü bugün korumaya niyetli olduğumuz ve sevdiğimiz her şeye evet! demenin ön koşulu bu.”
“size sanatın neyi nasıl yaptığını anlatamam ama biliyorum ki sanat sık sık yargıçları yargıladı, masumların öcünü aldı ve geleceğe geçmişin acılarını gösterdi, unutulmasınlar diye.
İktidar sahiplerinin her şekliyle sanattan korktuklarını biliyorum, sanatın bu insanlar arasında bazen bir dedikodu ya da efsane gibi dolandığını da. Çünkü sanat hayatın vahşetinin açıklayamadıklarını anlamlandırır; bu sonunda gelen adaletten ayrılamayacağı için bizi birleştiren bir anlamdır. Sanat bu şekilde işlev gördüğünde görünmezlerin, küçültülemeyenlerin ve tüm cesaret ve onurlarıyla kalıcı olanların buluşma noktası olur.“
“O Ana Adanmış”
Aslında biz fotoğrafçıları en çok ilgilendiren bir diğer kitabı “O Ana Adanmış”ta fotoğrafa dair yazdıkları gerçekten fotoğraf üzerine Roland Bartes’den sonra yapılmış en değerli felsefi yorumlardır. Bu gerçekten değerli yorumların içerisinde bir tanesinde bahsettiği konu o kadar ince bir düşünce ürünüdür ki, Türkçe versiyonunda kitabın üzerindeki kapakta yer almıştır; ”Kısa bir süre önce babam öldüğünde, tabutunun içinde birkaç çizimini yaptım. Yüzünün ve başının çizimlerini. Gerçek bir ölünün resmini yapmak, daha da büyük bir aciliyet duygusu içerir. Resmini yapmakta olduğunuz kişi, bir daha ne siz, ne de bir başkası tarafından görülecektir. Geçmiş gelecek bütün zamanlar içerisinde bu an biriciktir: bir daha hiç görülmeyecek olanı ,bir kez olmuş ve bir daha hiç olmayacak olanı çizmek için son fırsat. Görme yetisi sürekli olduğundan, görsel kategoriler sabit kaldığından ve pek çok şey yerli yerinde dururmuş gibi göründüğünden insan ,görsel olanın bir daha tekrarlanmayacak, anlık bir karşılaşmanın sonucu ortaya çıktığını unutma eğilimindedir hep.”
Aslı Tohumcu’yla Röportaj
Bu düşünceler onun belleğinde o kadar kesin temellere oturmuştur ki, yaklaşık 40 yıldır bir fotoğraf makinesi kullanmadığından bahsediyor yazar Aslı Tohumcu’yla yaptığı telefon röportajda; “bir düşüneyim- 60’lı yıllarda fotoğraf çekmeye karşı büyük bir tutkum vardı. Bir dolu fotoğraf çektim, bir kısmını kitaplarımda kullandım. Sonra birdenbire fotoğraf çekmeyi bıraktım, çünkü orada olanı gerçekten kavramak yerine etrafta elimde bir makineyle dolaşıp, bir gözümle bakarak deklanşöre bastığımı hissettim. Son kırk yıldır bir fotoğraf makinem bile yok.”
“O Ana Adanmış” isimli kitabının son kısmında Boğaz’da başlığıyla İstanbul’daki izlenimlerini kaleme alır yazar. On gün boyunca kaldığı İstanbul’daki notları 70’li yıllardaki Türkiye belgeselidir adeta; ”Siyasal şiddet olayları, bu arada Maraş’ta bir katliam, Başbakan Bülent Ecevit’i on üç ilde sıkıyönetim ilan etmeye götürmüştü. Yeni sıkıyönetim ilan edilmiş bir şehirde –koyu kırmızıları ve koyu yeşilleri, daha da koyu bir mavi içinde kaybolan – Rüstem Paşa Camii çinilerini anlatmanın ne alemi var.”der.
Türkiye’yle de sıcak ilişkileri vardır ve Abidin Dino, Cevat Çapan, Latife Tekin gibi yazarlarımızın yakın ahbabıdır. Aslı Tohumcu’yla yaptığı telefon röportajında bir kez daha şahit oluruz onun Türkiye’yi ve önemli insanlarını ne kadar yakından tanıdığına. Telefonda Aslı Tohumcu’nun sorularına verdiği cevaplardan birisinde Nazım Hikmet‘in bir şiirini ezbere okuyarak, bir diğerinde de ünlü düşünür Mevlana’nın bir sözünü aktararak. (Bu röportaj Radikal gazetesi için yazarla yapılmış son konuşmalardan biridir.)
“Yedinci Adam”
Yine biz fotoğrafçıları ilgilendiren bir diğer kitabı da “Yedinci Adam” (1975) isimli eseridir. Düzyazı, şiir ve fotoğrafı birleştiren bu kitabında Avrupa’daki Türk göçmen işçileri ele alır. Bu kitabı için ilerde yine birlikte çalışacağı fotoğrafçı arkadaşı Jean Mohr ile işbirliği yapar. Berger “Yedinci Adam” isimli kitabı için söyledikleri ile bir kez daha hümanist bir düşünür olduğunu gösterir bizlere;
Bir yazar olarak en büyük doyumu hissettiğim anlardan birinin ödüllerle falan ilgisi yok.İstanbul’daydım ve arkadaşlarla onların bir tanıdığını ziyarete bir gecekondu mahallesine gittik.Gecekondu da çay içtik,uyduruk bir rafa dizilmiş 20 kadar kitap vardı ve onlardan birisi”Yedinci Adam”ın Türkçesiydi.Bunu görünce yazar olarak ne kadar şanslı olduğumu düşündüm.Kitaptaki deneyim hayat deneyimiyle buluşmuş ve kabul görmüştü çünkü.”
Yukarıdaki satırlarda Berger’in şehirdeki yaşantısını bırakıp köylülerle birlikte yaşamaya karar verdiğinden bahsetmiştim. Geçenlerde BBC televizyonu için yaptığı bir röportajdan başka bir yazı için çevirilmiş konuşmasında bu tercihi için şöyle diyor;
Köyde Yaşamak
“Soğuk savaşın sona ermesinden sonra dünyada her şey tekleşti ve tekdüzeleşti. Tam bir global köye dönüştürüldü dünyamız. Ancak bu köy, benim yaşadığım köye hiç benzemiyor. Global köyde, koyu bir fanatizm hakim. Global köyün fanatikleri, sanılabileceği gibi, artık mantar gibi biten, içimizdeki ve tarihimizdeki barbar kimliğimizin bir anda suyüzüne çıkmasına katkıda bulunan şovmenler (kilise papazları) değil. Bunlar, hiç olmazsa, hiç bir zaman gelmeyecek olan Godot’sunu beklemeye koyulmuş Hint fakirlerini andırıyorlar. Tabii burada Hint fakirlerine istemeyerek de olsa haksızlık ettiğimin farkındayım. Asıl barbarlar, yeni dünya düzeni parolasıyla geliştirilmeye çalışılan yeni tahakküm ve sömürü biçimlerinin mimarları olan, siyasetçiler ve kapitalist iş adamlarıdır. Bu adamların yarattıkları tekdüze dünyanın şiddeti ve bu dünyayı yaratırken ve tüm dünyaya dayatırken benimsedikleri fanatik, saldırgan ve barbar tavır beni ürkütüyor. Dünyada herkesin, aynı şeyleri kabul etmesi; aynı şekilde tepkide bulunması; aynı şeyleri düşünmesi; tüm dünyada aynı global doğruların hâkim olması için çaba göstermesi isteniyor. Tek bir dünya sistemi yaratılmaya çalışılıyor. Herkesten de bu sisteme dâhil olması ve aslâ bu sisteme ayak bağı olmaması talep ediliyor. Bu, çok ürkütücü bir şey. Bunun zorlama bir çaba olduğunu görebilmek için fazlaca zeki olmaya gerek yok. İnsanların önüne iki seçenek konuluyor: Ya sizden istenenleri yapacaksınız; ya da çenenizi kapatacak ve dayatılan her şeye boyun eğeceksiniz. Bence bu gidiş, çok tehlikeli bir gidiş. Bunun sadece Batılı toplumları değil, tüm dünyayı, boyutlarını bile kestiremeyeceğimiz büyük bir felaketin eşiğine getirmesinden korkuyorum. Oysa, benim yaşadığım köyde, insan ilişkileri çok daha medenî, samîmî ve sıcak. Bu köyde, sizin insan olma haysiyetinizle ve çabanızla aslâ oynanılmıyor. Ama global köy olarak adlandırılan yapay ve zoraki yaratılmaya çalışılan dünyada insan olma haysiyetiniz ayaklar altına alınıyor. Fakat hiç kimsenin gıkı bile çıkmıyor. Bu durum, insanlığın geleceği açısından son derece ürkütücüdür.”
“Anlatmanın Başka Bir Biçimi”
İşte geçenlerde Agora Kitaplığı isimli yayınevinden kitap dünyamıza başka bir eseri kazandırıldı yazarın. Aslında bu kitabı fotoğrafçı arkadaşı Jean Mohr ile 1982 yılında yazar Berger. ”Anlatmanın Başka Bir Biçimi” Berger şöyle açıklıyor kitabı yazdığı önsözde, “Kitabımız beş bölüme ayrılıyor. İlk bölümde (Fotoğraf Makinemin Ötesinde), Jean Mohr bir fotoğrafçı olarak kendi deneyiminden kesitler, özellikle de fotoğrafların nasıl bir belirsizlik taşıdığını yansıtan kesitler aktarıyor. İkinci bölüm (Görünümler), kurulması mümkün bir fotoğraf teorisi ortaya koyma kaygısını güden bir denemedir. Kitabımızın üçüncü bölümü (“Her Seferinde…”), tek bir söze yer vermeden arka arkaya dizdiğimiz yüz elli fotoğraflık bir seriden oluşuyor. Dördüncü bölüm, “Her Seferinde…” bölümündeki gibi bir hikâye anlatmaya çalışırken karşımıza çıkan teorik varsayımların bazılarını tartışmaktadır. Çok kısa olan son bölümse, yola çıktığımız noktadaki gerçekliği hatırlatır bize: köylülerin hayat öykülerini.”
Aslı Tohumcu ile bu kitabı üzerine yaptığı röportajda bu kitabı için; ”Yedinci Adam”dan sonra fotoğraflarla kelimeler arasındaki ilişki üzerine düşünmeye devam ettik. “Anlatmanın Başka Bir Biçimi” bu konu üzerine düşünen bir kitaptır.” der. Belki de tüm kitapları içinde görme ve algılama biçimlerimizi irdeleyen en önemlisidir bu kitap. Onun doğal ,sıcak, sevecen, hafiften yaşamı ti ye alan muzip yönünü rahatlıkla keşfederiz.
Jean Mohr
Kitapta fotoğrafçı Jean Mohr’un Fotoğraf Makinemin Ötesi başlığında sunulan çok hoş bilgilendirici kısa foto öyküler karşılıyor bizi. Bunlardan “Çoban Marsel Ya da Seçme Hakkı” ve “Ne Gördüm” gerçekten çok sıcak ve görme kültürü üzerine düşündüren foto hikayeler. (Bunları burada yazıp ta kitabın büyüsünden sizleri uzaklaştırmak istemem). Jean Mohr “Ne Gördüm” için şunları yazmış; ”ben fotoğraflarımı açıklama, onların hikayelerini anlatma ihtiyacını genellikle hissederim. Nadirende bir görüntünün kendi kendine yettiğini bilirim. Bu defasında açıklama görevini yoldan çevirdiğim insanlara bıraktım.”
Görünümler
John Berger ise “Görünümler” başlıklı kendi bölümünde yine “O Ana Adanmış” isimli kitabında da gördüğümüz “Fotoğrafın Belirsizliği”, ”Fotoğrafın Yaygın Kullanımlarından Biri” ve “Görünümler Muamması“ başlıklı konuları kitaba eklemiş. Kitabın aslında en önemli kısmı biz okurlara hiç altyazı yazmadan sundukları 150 fotoğraftan oluşan bir seçkinin yer aldığı son kısım. Bu kısım için röportajında; ”O bölümde yüzlerce hikaye var. Üstelik okuyucu kendi hikayesini de kurabilir. Ama “Her Seferinde” fotoğraflarla gelişigüzel doldurulmuş bir bölüm değil; çünkü her fotoğraf bir diğeriyle ilişkili. O bölüme bir metin yazmamış olmamın nedeni; okuyucunun kendi kelimelerini bulmasını istememden. Sonraki sayfalarda bakacağınız resimler serisinin tek bir ‘doğru’ yorumu yoktur. Yaşlı bir kadının kendi hayatı üzerine düşüncelerini takip etme çabasını ifade ederler.” Ve bu yaşlı kadın bir köylü kadınıdır. O fotoğrafların hepsi köy hayatıyla ilgili. Başta bir kadının örgü ören ellerini görüyoruz. Ardından kadının ördüğü şeyi görüyoruz. Bir hikaye anlatmak için seçim yapmanız gerekir; en azından hikayenin bazı sahnelerini seçmeniz gerekir. Fotoğraflardan kurulu bu bölümde biz yaşlı, köylü bir kadının hikayesini anlatmayı seçtik.” diyor.
John Berger’le İsviçre’li fotoğrafçı Jean Mohr’un birlikte kurgulayıp hazırladıkları, Berger’in kendi yaşadığı köyde ve civarındaki köylerde yaşadığı insanların gönüllü işbirliğiyle yedi yıl içerisinde ortaya çıkarılan kitap fotoğraflar neyi anlatır, onları nasıl kullanabilir ve nasıl değerlendirebiliriz?sorularına cevap arıyor. Fotoğrafı çeken ile çekilen kişiler, fotoğraflar ile ona bakanlar, deklanşöre basılan an ile onun çağrıştırdığı hatıralar arasındaki gerilimi eşsiz bir seyre dönüştüren bir kitap diye bir not düşülmüş kitabın arka kapağına. Fotoğraf izleyicilerinin yani sergi gezmeye gelen fotoğraf severlerin de okuması gereken bir kitap “Anlatmanın Başka Bir Biçimi”.
Ben John Berger’i hayatımızın anlamını kavraya yönelik düşüncelerinden dolayı, bu görme biçimini bize öğretmeye çalıştığı, söylemlerinin arkasında duracak kadar dürüst olduğu ve günümüzde kapitalist sistemin bilinçli olarak körleştirmeye çalıştığı görme biçimimizi kirletenlere karşı durduğu ve karşı durmamız gerektiğini söylediği için seviyorum. İyi ki bu dünyada Berger’ler hala yaşıyor.
Eserleri:
Zamanımızın Bir Ressamı, Permanent Red, The Foot of Clive, Corker’s Freedom, Şanslı Adam, Sanat ve Devrim, The Moment of Cubizm and Other Essays, The Look of Things, Yedinci Adam, Picasso’nun başarısı ve başarısızlığı, G,About Looking, Onların Emeklerine, Onceİn Europa, Lilac And Flac A Trilogy, Ve Yüzlerimiz Kalbim,Fotoğraflar Kadar Kısa, The White Bird,Keeping a Rendezvous, Pages of The Wound, Fotokopiler, Düğüne, Kral, The Shape of a Pocket, Selected Essays, I Send You This Cadmium Red, Titian:Nymph and Shepperd, Here is Where We Meet.
Muhteşem bir özet. Teşekkürler Aykan Özener..
Sevgili Veyis ilgine çok teşekkür ederim.
Değerli Hocam, Çok güzel bir yazı olmuş. Çok yararlandım. Elinize sağlık. İzninizle bir de Jean Mohr ile birlikte hazırlamış olduğu “Berger J, Mohr J. Talihli Bir Adam: Bir Köy Doktorunun Hikayesi. Çev.: Osman Akınbay. İstanbul: Agora. 2008.” çalışmasını eklemek isterim. Kendi aile hekimlerini fotoğraflamışlar bu çalışmada. Bu konuyla ilgi bir de bir yazı hazırlamıştım. (Dr. John Sassal: Talihli Bir Köy Hekimi.
Erişim: https://gaiadergi.com/dr-john-sassal-talihli-bir-koy-hekimi/). Selamlar, Hakan Yaman
Hakan bey yorumunuz ve katkınız için çok teşekkür ederim. Sevgiler.
Aykan eline sağlık. Anlatmanın Başka Bir Biçimi (Another Way of Telling) fotoğrafla ilişkimi en fazla etkilemiş olan kitaptır.
Cem teşekkür ederim. Anlatmanın Başka Biçimi benim içinde çok önemli bir kitaptır. Bu vesileyle sevgilerimi gönderiyorum.
Yaptığınız çalışmalardan ve öğrenciniz olmak gurur duyuyorum Aykan Hocam. Sevgilerimle…
Sevgili Evren çok teşekkür ederim. Sen de iyi ki karşılaştıklarımdansın. Sevgiler…
Aykan bey, şu sıkıcı ve boğucu ülke gündeminde, serin bir vahaya gelmiş gibi okudum yazınızı. Teşekkür ederim.