‘Güzel’ ile ‘iyi’ aynı şey değildir.
Bir şeyin ruhunu, diğer bir deyişle ‘özünü’ kavrayabilmek için, ona dair temel şeyleri kısmen dahi olsa bilmek icap eder. Sokağın ruhunu ya da özünü kavramadan, ona dair söz söylendiğinde, doğaldır ki o söz sadece gördüklerini kendi ahvalince anlatmaktan ibaret kalır. Ve kişinin ahvali ne ise, ifadesi de o kadar olur.
Oysa fotoğrafın da dahil olduğu sanat ortamlarında, görülen yahut gösterilen üzerine düşünmek, fikir yürütmek, arka planını irdelemek, durumu analiz etmek, hissetmek, sezmek, yorumlamak, önermede bulunmak vb. kavramlarla yerine oturan bir sanat eyleminden dem vurulur.
Şairane sözdür, sanat bağlamında söylemdir her daim altı çizilen.
Ve elbette ki fotoğrafçıdan beklenen de şiir kıvamında sözdür.
Bununla birlikte, unutulmamalı ki şiirin ve şiir deminde cümle sanat mecrasının sıkıştırılabildiği hiçbir kalıp da yoktur.
Bu itibarla, ‘sokak’ diye isimlendirilmiş olan dış mekânın insan hayatındaki yerini veya yaşamla bağını öncelikli olarak düşünmeli.
Bütün canlılarda olduğu gibi insan da içine doğup büyüdüğü ortamı yadırgamaz, çevresine şaşkın bakmaz, kanıksar, dolayısıyla üzerinde düşünme ihtiyacı da duymaz. Ne zaman bütünüyle yabancısı olduğu bir ortama girerse o zaman yadırgar, dikkat kesilir, gözleriyle her şeyi ince ince tarar, süzer ve kanıksanmış olmalarından ötürü ortama doğanların ilgisine mazhar olmayan pek çok şey onun ilgisini çeker.
Kendi özgün üslubunca belgelemek
Ortalama bir insandan farklı olarak fotoğrafçının bu kanıksama halinden çıkması, pür dikkat her şeyi süzmezi ve iğreti, sıkıntılı, şaşırtıcı, garip, tuhaf, olağandışı, sıra dışı, farklı, anlamlı olanı görmesi gerekir. Dahası, fotoğrafçı bunun tam tersi vaziyeti de, yani gayet normal olan, hiçbir tuhaflık belirtisi taşımayan, problemsiz gibi görünen, olağan, güzel ve hoş bir hava yaratan atmosfer içinde, yani kent ortamının özünde yatan sorunlu hali de görebilmeli ve buna kafa yorup kendi özgün üslubunca belgeleyebilmelidir.
Fotoğrafın sağladığı olanaklarla, fotoğrafın diliyle insan-sokak yahut yaşam-sokak ve tabii ki doğa-kent bağlamını şairane kurabilmek için gördükleri üzerine düşünme eylemi birinci koşuldur. Yani deneyim, bilgi, donanım ve birikim ile yoğurma, hissetme ve sezme yardımıyla özü ele geçirme çabası olmazsa olmazdır.
Kent ortamında yaşayan her bireyin yollarda ya da kaldırımlarda, evde otururken ya da iş yerinde çalışırken göz temasıyla neredeyse her gün muhatap olduğu, başka bir söyleyişle yüz göz olduğu ortak alandır; kamusal bağlamı olan mekândır sokak. Her şey orada olup bitiyor; alış-veriş, yeme-içme, yürüme, dinlenme, eğlenme, toplantı, tartışma, nümayiş, kavga, … vs. vs.
Ev ve iş yeri söz konusu olduğunda mahremiyet kavramı belirir, fakat sokak için böyle bir şeyden söz edilmez. Sokak alenidir, orta yerdedir; sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik, sosyo-politik ve psiko-sosyal vaziyetin en açık tezahür ettiği, en fazla görülebildiği ortamdır.
Örneğin, H.Cartier Bresson’un Paris fotoğraflarına ve Ara Güler’in İstanbul fotoğraflarına bakıldığında, söylediklerimizle örtüştükleri görülecektir. Böylesi fotoğraflar her zaman ortalamadan ayrılırlar ve anlatım gücü yüksek, dolayısıyla belge değeri ortalamayı epeyce aşan sıra dışı fotoğraflar olarak kabul edilirler.
Fotoğrafçının gerçek kaygısı
Kent sokaklarında fotoğrafik düzlemde görsel kayıt gerçekleştirirken, o kaydı gerçekleştiren bireyin (fotoğrafçının) gerçek kaygısı nedir? Kaygı ekonomik, sosyal, kültürel, psikolojik, politik vb. vaziyeti anlatan fotoğrafik eylem midir, yoksa başka bir şey midir? Yola çıkmadan önce fotoğrafçı bu soruyu kendisine sorarsa, işi epeyce kolaylaşacaktır.
Kent koşullarında gördüğümüz neredeyse her şey insana dairdir. Parklar, bahçeler, binalar, yollar, kaldırımlar, çarşı-pazar, mağazalar, dükkânlar, araçlar, tabelalar, levhalar, çöpler, … velhasıl her şey insan elinden çıkmıştır, hepsi de yaşanan dönemi anlatır, o dönem içindeki sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel, sosyo-politik, psiko-sosyal duruma işaret eder.
Sırtında ağır çantalar, ürkütücü boyutta lensleri olan kocaman fotoğraf makineleri taşımaya da gerek kalmamıştır artık. Gelinen noktada yeni teknolojiler daha küçük boyutta, hafif, kolay taşınabilir ve aynı zamanda arzu edilen görüntüleri kaydetmeye uygun cihazlarla buluşturdu fotoğrafçıları. Fotoğraf makinesi (‘görüntü kayıt cihazı’ diyelim) her şey değildir. O sadece bir araçtır; araç olmaktan öte bir değeri, anlamı yoktur. Yazar için kalem-kâğıt ne ise, fotoğrafçı için de fotoğraf makinesi odur. Aslolan fotoğrafçıdır. Fotoğrafçıdan beklenen, bu cihazlardan herhangi birini maksimum verimlilikte kullanmasıdır. İster on kiloluk koca bir gövde ve lens kullansın, ister yarım kiloluk çok küçük bir makine kullansın, isterse yüz gramlık bir cep telefonu kullansın.
Üzerinde durulması gereken önemli başka bir şey de şudur: Alışılagelen (içselleştirilmiş, kanıksanmış, kalıplaşmış) fotoğrafik yaklaşımları yeterince bilmek ne kadar önemli ise, ondan kurtulmayı başarmak da o kadar önemlidir. Yeni teknolojiler (endüstri devriminde olduğu gibi, dijital devrimde de) insanı ve toplumu değiştirir, dönüştürür. Modern toplum da değişiyor, dönüşüyor. Sanat bununla at başı gider, hatta sanat ortamındaki bazı yeni çıkışlar ön açar ve sürükler. Gelinen bu yeni aşamada hâlâ eski argümanlarla hareket etmek, tekrardan öte bir yere götürmez.
Bilineni aşmak
Tekrarın bir zararı var mı? Tabii ki hayır. Büyük bir beceriyle yapılabilirse, kıymetlidir. Ancak yeni şeyler yapmanın da zamanıdır. Bilineni aşmak, yepyeni bir şey ortaya koymak veya hiç olmazsa bu yolda çaba sarfetmek gereken bir zamandayız. Diğer bütün sanat dallarıyla doğrudan ya da dolaylı bağ kurma olanağı bulunduğu için fotoğraf buna öncülük etme şansına daha fazla sahip bir alandır. Dünyanın her yerinde fotoğraf entelijansiyası, sanat kuramcıları buna kafa yormakta ve çeşitli adımlar atmaktalar. Bizim de buna kafa yormamız, kişisel donanımız ve birikimimizle bu yeni düzleme katkı vermemiz hiç kuşkusuz çok değerlidir, anlamlıdır.
Bu arada, “anlam”, “değer” gibi kavramların yaşadığımız çağda aşındığı, işlevsizleştiği, anlamını ve değerini yitirdiği (ironik bir şekilde) söylemleri de aldı yürüdü. Tarihin sona erdiği, felsefenin bittiği, sanatın sonunun geldiği yolunda çeşitli iddialar ortaya atıldı, fakat hepsi havada kaldı. Bütün bu iddialar elbette ki dikkate değerdir, incelenmeli ve tartışılmalıdır. Ne ki “yüzdeyüz budur” denebilecek hiçbir şeyin olmayacağı akılda tutulmalı, başka olasılıkların var olabileceği düşünülmelidir.
Tarih, felsefe, sanat kendi kulvarlarında yol almaya devam ediyorlar. Fakat yolun her aşaması farklıdır ve ilerledikçe doğal olarak yenilikler olacaktır. Unutulmaması gereken şey ise, yolun sürekli oluşu gibi, yeniliklerin de süreklilik arz edeceğidir.
Fotoğrafa, özelde de “Sokak Fotoğrafçılığı” alt başlığına dönersek; tartışmaya açılabilecek önemli şeylerden biri de esasen, böyle bir alt başlığın (kategorik ele alışın) hangi ölçüde isabetli olduğu meselesidir. “Sokak Fotoğrafı”/”Mobil Fotoğraf” ve diğerleri… Belgesel ya da Sosyal Belgesel Fotoğraf alanının kapsamı düşünüldüğünde belki de böyle bir kategorileştirme gerekli olmayabilir. Ancak bu da ayrı bir tartışma konusu olduğu için başka bir metin kapsamında ele almak gerekir. O yüzden üzerinde düşünmeyi sağlamak amaçlı sadece bir cümleyle söz edip geçmek yeterli olacaktır.
Ölçü ne olmalı?
Bütün bunlar bir yana, kanaatimizce en fazla konuşulup tartışılması gereken meselelerden biri, hangi şeyin fotoğrafik kaydını yapabileceğimiz ya da daha isabetli bir deyimle ‘yapamayacağımız’dır. Neye dikkat etmeliyiz? Ölçü ne olmalı? Gördüğümüz, rastladığımız her şeyin fotoğrafik kaydını yapabilir miyiz, yapmalı mıyız? Biz kimiz ve neye, ne kadar hakkımız var? Başkalarından üstün, imtiyazlı, yetkili miyiz? Fotoğrafa konu özellikle de insan iken, hangi hakla ve yetkiyle, ne kadar şey yapabiliriz? Bir fotoğraf makinemiz olduğu ve belli bir fotoğrafik eğitimden geçtiğimiz için biz etkin, başkaları edilgen olabilir mi? Böyle bir imtiyaza sahip olduğumuzu düşünebilir miyiz? Hiç kimse ‘sahip’, bir başkası da ‘uşak’ ya da ‘köle’ değil. Fotoğrafçılar sahip olma, kendilerine mal etme, şan-şöhret elde etme hırsları uğruna başkalarının en az kendileri kadar hakları bulunduğunu, kimi zaman unutuyor olabilirler mi? Bilmiyor da olabilirler. Kısmen biliyor olsalar bile, içselleştirmemiş olabilirler. Böyle bir eksiklik her zaman vardır, olacaktır da. Hiç kimse böyle bilgilerle donanmış olarak hayata gözlerini açmaz. Bunlar öğretilen, öğrenilen ve düşe kalka içselleştirilen şeylerdir. İnsan kusurlarıyla vardır. Kusurları minimize etmek ortaklaşa çabayı gerektirir.
Bu noktada fotoğraf derneklerine ciddi sorumluluk düşer. Temel Eğitim, İleri Düzey Eğitim, Proje, Atölye vb. pek çok etkinliği hayata geçiren fotoğraf dernekleri eğitim sürecinin ilk aşamasında katılımcıları bilgilendirmeliler. Herkes hem kendi haklarını bilmeli, hem de başkalarının haklarını. Özellikle de iddialı bir mecrada yol yürüyen insanlar (fotoğrafçılar), herkesten daha fazla başkalarının haklarını koruma çabasındaki bireyler olduklarını düşünmeliler. Fotoğrafik eylem zaten bunun için değil miydi? İnsanlarda duyarlılık yaratmak, sorunların çözülmesine yardım etmek, görülmeyeni göstermek, sosyal sorumluluk, hayata katkı sunmak, … gibi daha pek çok parlak ifade ile kendi eylemini tanımlayan fotoğrafçı, objektifini yöneltebileceği/yöneltemeyeceği yeri herkesten daha iyi biliyor olmalı. Ne ki, bu gibi meselelerin tam anlamıyla hazmedilmiş/sindirilmiş olmasının yolu ortaklaşa çabadan geçer. Ortaklaşa çabanın gerçekleşebileceği yegâne ve en olgun ortam da, dernek ortamıdır.
Fotoğrafçının sınırı
Başkalarının haklarına saygı göstererek, yeterince titiz davranıp itina ederek sokakta fotoğrafik kayıt yapanlar bir yana. Saldırgan, rahatsız edici, bezdirici bir tutumla sokakta fotoğrafik kayıt yapanların sayısı dört-beş kişi iken insanlar bunu belli ölçülerde tolere edebilirler belki. Fakat herkesin bunu emsal alıp aynı şekilde davrandığını ve yüzlerce, binlerce fotoğrafçının sokakta olduğunu bir an için tahayyül edin; bunu kim tolere edebilir?
Fotoğrafçı, fotoğraf makinesini fütursuzca insanların yüzüne, gözüne, bedenine yönelttiğinde, acaba başkalarının kafasına silah dayamış birini çağrıştırır vaziyete düşüyor olabilir mi?
Nükleer güç yaşamı kolaylaştırmak için kullanıldığında iyidir, ancak silah olarak kullanıldığında elbette ki kötüdür. Fotoğraf makineleri hayatı iyileştirmek, güzelleştirmek, yaşanır bir dünya yaratmaya katkı vermek için kullanıldığında iyidir, ancak kişisel menfaat ve bitmek bilmeyen bir hırs uğruna öldürücü silah gibi kullanıldığında elbette ki kötüdür.
Sokakta gerçekleşen fotoğrafik eylem, fotoğrafçıyı negatif konuma düşürmeye çok elverişlidir. Dikkatli ve titiz olunsa bile bazen yanlışa düşülebilir. Bıçak sırtı bir ortam olduğu söylense yeridir. Diğer yandan sokakta gerçekleşen fotoğrafik eylem, bir yığın olumsuzluğa parmak basabilir, problemli halleri işaret edebilir, bu itibarla bireysel ve toplumsal duyarlılığa yol açabilir ve hayatın iyileşmesine vesile olabilir.
Bununla birlikte yerel ölçekte bir sosyo-kültürel çevrenin, belli bir zaman dilimi içindeki ekonomik, politik ve psikolojik vaziyetini belgeleyip, sonraki kuşaklara bilgi olarak aktarabilir. Hatırat ve günlük kapsamındaki yazılı metinler nasıl böyle bir şeye belli ölçülerde katkı veriyorsa, fotoğraf da belge olmak bağlamında aynı şekilde, hatta bazen daha güçlü şekilde buna katkı verebilir.
Ve fotoğrafta çıtayı daha yukarı çekmek ya da fotoğrafik eylemi başka bir düzleme taşımak her zaman olasıdır. Romanın, öykünün, tiyatro oyununun, şiirin, sinema filminin, müziğin, resmin, karikatürün, heykelin, …vb. bulunduğu sanat düzleminde fotoğraf da çok rahat yerini alabilir. Doğrusu, kimi zaman o düzlemde yerini alıyor da.
Böyle bir yaklaşımla yola çıkması halinde, fotoğrafçının (sokak fotoğrafçısının) ülkemiz ve hatta dünya fotoğraf tarihinde kendisine bir yer açması her zaman mümkündür. Aksi ise, milyonla ve milyarla bile ifade edilemeyecek kadar çok üretilen, hepsi birbirine benzeyen ve ne yazık ki neticesi çöp olan fotoğraftır.
Bize Ulaşın