Yedi Tepeli Şehir Lizbon

/

Lizbon hakkında gitmeden önce bildiklerim, Portekiz’in başkenti olduğu, İstanbul gibi 7 tepe üzerine kurulduğu, orada da bizim Taksim-Tünel ya da Kadıköy-Moda arasında işleyen aynı tarz eski tramvayların kullanıldığı ve İstanbul kadar olmasa da eski bir şehir olduğu idi. Lizbon’a bayram tatilini fırsat bilip Haziran’ın ilk haftası gittik ve bunun doğru bir zaman olmadığı Lizbon hakkındaki yeni bilgilerim arasına eklendi. Nedeni, Lizbon’da Haziran ayı boyunca dini bayram kutlanması ve bu nedenle şehrin çok kalabalık olması. Bu da otellerde yer bulmanın zor olması, restoranlarda sıra beklemek ve her şeyin normalden daha pahalı olması demek. Ancak, bir şehri en şenlikli haliyle görmeyi tercih ediyorsanız otel gibi ayarlamaları erkenden yaparak Haziran’da da ziyaret edebilirsiniz elbette, ne de olsa Akdeniz için Mayıs ve Haziran hava sıcaklığının en ideal olduğu aylar. 

Lizbon’a THY ile direkt uçuş var, yaklaşık 5 saat sürüyor ancak biletler her zaman diğer Avrupa ucuşlarından daha pahalı; indirim kampanyalarında biraz daha uygun bilet bulunabilir. Diğer bir seçenek ise Tiran veya Sofya gibi yakın Avrupa şehirlerine uygun fiyatlı uçakla ya da trenle giderek oradan Wizzair ya da Ryanair gibi şirketlerle Lizbon’a uçmak. Bu şirketlerle Avrupa içinde bazen 10-20 Euro gibi fiyatlara uçmak olası, aklınızda bulunsun. 

Lizbon çok büyük bir şehir değil, 3 günde gezilebilir. Ancak,  yakınlarında da Sintra, Cascais gibi görmenizi önereceğim yerler var, bu nedenle 5 gün ayırmanız iyi olur. Biz Portekiz’de bir hafta kaldık ve yol üzerindeki Obidos, Coimbra, Aveiro şehirlerini de gezerek Lizbon’dan Porto’ya kadar çıktık. Dönüş uçuşunu Porto’dan yaptık. Daha da uzun bir tatil için önerim, gezmeye Porto’dan başlayarak bizim rotamızı tersten çizerek Lizbon’a ulaşmak, oradan daha güneye, Algarve kıyılarına inerek deniz tatili de yapmak olabilir; tabii mevsiminde. Bu arada, Portekiz’de deniz suyunun her zaman soğuk olduğunu da bilin. 

Ulaşım 

Lizbon Havaalanı şehir merkezine çok yakın, metro veya havaalanı servisini kullanarak merkeze ulaşabilirsiniz. Biz metroyu kullandık, önce Caix do Sodre istasyonuna geldik ki burası şehir merkezine ulaşmak için ana istasyon diyebiliriz. Buradan, otelimizin bulunduğu, aynı zamanda Lizbon’un en eski ve en turistik mahallelerinden biri olan Bairro Alto semtine gitmek için hat değiştirerek Baixa-Chiado durağında indik. Doğrusu Lizbon küçük bir şehir, gezginler icin ilgi çekici olan hemen her yere yürüyerek ulaşabilirsiniz, tek problem tepeler üzerinde kurulduğu için yokuş çıkmak zorunda olmanız; o zaman da sarı tramvaylar yetişiyor imdadınıza, endişelenmeyin. Tramvayla hemen her yere, hatta şehrin dışında bulunan Belem ve Alcantara gibi kasabalara bile gitmeniz olası. 

28 Numaralı Tramvay

”Carro electrico” diye adlandırılan tramvaylar 20. yüzyılın başından beri halka hizmet veriyorlar. Tramvaylar içinde bir tanesi var ki çizdiği rota nedeniyle turistler tarafından çok tercih ediliyor: 28 numaralı tramvay. Yolu üzerinde Estrela, Bairro Alto, Baixa, Alfama, Graca gibi turistik semtler bulunan tramvay, her zaman için çok kalabalık. Hal böyle olunca, kalabalıktan bunalan vatman, arada bir arkaya dönerek ”ilerleyelim lütfen, bu bir gezinti otobüsü değil” diye bağırıyor.

Öte yandan, Estrela Semti’ne gitmek için Rossio Tren İstasyonu’na yakın bir duraktan bindiğimiz 24 numaralı tramvay da hemen hemen aynı rotada seyrediyor ve çok daha sakin. Ezilmeden tramvay fotoğrafı çekmek istiyorsanız 24 numaralı tramvaya binmenizi ve arka tarafta kendinizi sağlama alarak ayakta seyahat etmenizi öneririm, böylece arkadan gelen tramvayları fotoğraflayabilirsiniz. Eğer tramvayları seyir halindeyken çekmek isterseniz Santa Clara Katedrali‘nin önündeki yokuş cadde veya Alfama‘da Se Katedrali‘ne çıkan dar sokaklar uygun.  

Konaklama

Lizbon’da Guest House denen özellikle tarihi semtlerdeki eski evlerin odalarını kiralamak şeklinde konaklamak çok yaygın. Bu evlerin çoğunda tarihi yapıyı korumak adına sınırlı renovasyon yapılabildiğinden odalar biraz küçük ve klima bulunmuyor; bazılarında banyo ve tuvalet ortak kullanılıyor. Kahvaltı genellikle mekan dar olduğundan, aynı masanın etrafında topluca yapılıyor ki bu da farklı milletlerden insanlarla kolayca kaynaşmayı sağlıyor bence. Bizim Bairro-Alto Semti’nde kaldığımız ev aynen böyleydi. Genel olarak konaklamamızdan memnun kaldık ancak evin en büyük artısı olan konumu, aynı zamanda en büyük eksisiydi diyebilirim; Bairro-Alto, salt tarihi dokusu nedeniyle değil pek çok bar ve restoran bulunduğundan özellikle gece hayatı için tercih edilen bir semt. Eğer bu bölgede kalacaksanız, ancak sabah 3’ten sonra uyuyabileceğinizi unutmayın. 

Bir diğer önemli özelliği de şu ki, bu evlerde 24 saat resepsiyon görevlisi bulunmuyor. Bu durum giriş saatinizi önceden yazarsanız çok sorun oluşturmayacaktır ancak bizim gibi havaalanında uzun süre pasaport kuyruğunda beklemek zorunda kaldıysanız sıkıntı yaşayabilirsiniz. Biz havaalanından telefon açarak geç gelecegimizi bildirdik ve apartmana giriş kodunu öğrendik, görevli Thomas bizi evde bekleyeceğini söyledi ama evin sokağına vardığımızda bir türlü kapı numarasını bulamadık. Sokakta iğne atsan yere düşmüyordu, öyle kalabalıktı. Ellerinde içki bardaklarıyla eğlenenlerden bir iki kişi bize yardım etti ve anladık ki evin numarası duvarda değil giriş kapısının alt kısmında yazıyormuş ve önündeki basamakta oturanlar yüzünden görünmüyormuş. Bizim şaşkınlığımız ve onların mahcup halleri yüzünden tam bir güler misin ağlar mısın durumu oluştu. Üstelik Thomas da henüz ortalarda yoktu, biz de karşıdaki bardan birer içecek aldık ve Lizbon’daki tek cumartesi gecemizin tadını çıkarmaya baktık. 

Lizbon’a Niçin Gitmeli ?

  • Tramvayları fotoğraflamak 
  • Portekiz’e özgü hüzünlü Fado şarkıları dinlemek
  • 17. yüzyıldan günümüze aynı şekilde korunarak gelen beyaz mermer parçaları ve siyah taşlarla  döşenmiş  kaldırımlarında gece gündüz yürümek
  • Olağanüstü güzellikteki renkli fayanslarla kaplanmış evleri, kiliseleri görmek, sırları dökülmüş bu fayans duvarlara usulca dokunmak 
  • ”Dünyanın en eski kitapçısı” olarak Guinness Rekorlar Kitabı’nda yer alan kitapçıdan alışveriş yapmak
  • Chiado Semti’nden yukarı, Bairro-Alto Semti’ne kolayca çıkmak icin toplu taşıma sistemi olarak 10 Temmuz 1902’den beri kullanılan asansör Elevador de Santa Justa ile yukarı çıkarak Lizbon‘u izlemek. 
  • Bir saat uzaklıktaki Sintra Kasabası’nda Pena Sarayı’nı ve Quinta da Regaleira‘yı ziyaret etmek 
  • Avrupa’nın en batı ucu Cabo da Roca’da gün batımını izlemek
  • Cascais’de ya da güneye inerek Algarve’de yüzmek

için Lizbon’a gitmeli.

 Gezilecek Yerler

Bairro-Alto Semti’nden ve eğlence hayatından yukarıda biraz söz ettim. Semtin ara sokaklarında Portekiz’e özgü Fado adı verilen şarkıları dinleyebileceğiniz birkaç Fado Kulübü var, bunlar arasında Tasca do Chico‘yu önerebilirim. Hemen her akşam program oluyor ve 19’da açılıyor. Kapının kapalı olduğuna aldanmayın, müzik başlayınca büyük tahta kapıyı kapatıyor, sigara molası verince açıyorlar.  

Burası biraz Balat’a biraz da Napoli’nin arka sokaklarına benziyor. Dar sokaklarda, bir evden digerine gerilmiş iplerde çamaşırlar kuruyor. Karşılıklı pencerelerde yaşlı hanımlar sohbet ediyor. Boş duvarlarda grafitiler göze çarpıyor. Bu semti farklı kılansa evlerin dış duvarlarını kaplayan renkli fayanslar. Aslında bazı Anadolu şehirlerinde 80’lerde yapılan apartmanların dış cephelerinde de mozaik desenler bulunur ama ben bunları hemen her zaman itici bulurum, oysa Lizbon ve Aveiro, Porto gibi Portekiz’deki diğer şehirlerde gördüklerim zarif desenleri ve canlı renkleriyle müthişler.

Bairro-Alto, adından da anlaşılacağı gibi yüksek bir tepede yer aldığı için burada metro durağı bulunmuyor ama Caix do Sodre adı verilen nehir kıyısından, tramvayla ya da biraz yokuş tırmanmayı göze alarak Rua da Misericórdia adlı dik cadde boyunca yürüyerek çıkabilirsiniz. Ayrıca, yukarıda yazdığım gibi Caix do Sodre İstasyonu’ndan bineceğiniz metrodan Baixa-Chiado durağında inip sağa dönerek de ulaşabilirsiniz. 

Chiado, Bairro Alto ve Baixa Pombalina arasında yer alan daha modern ve bohem bir semt. Karanfil Devrimi’nin gerçekleştiği Praça Luís de Camões, Chiado ve Bairro Alto arasındaki sınırı işaret ediyor. Lizbon’da daha yüksekte bulunan semtlere kolayca çıkmak icin toplu taşıma sistemi olarak asansörler yapılmış. Chiado Semti’nden Bairro-Alto semtine çıkmak için 10 Temmuz 1902’den beri kullanılan asansör Elevador de Santa Justa (eski adıyla Elevador de Carmo) Gustave Eiffel’in hayranı olan Raoul Mesnier de Ponsard tarafından yaptırılmış ve zamanın Fransa’sındaki bazı fünikülerde kullanılan teknikleri uyguladığı biliniyor. Praça dos Restauradores‘te bulunan asansör günümüzde ücretli olarak kullanılan turistik bir simge olmuş, ancak hemen yanında halkin kullanması için ücretsiz bir tane daha inşa edilmiş. 

Geçmişte Paris’teki Montmartre bölgesi ile kıyaslanan Chiado, 1998 yılında bir yangında hasar görünce yeniden inşa edilmiş. Semtte tiyatrolar, şık mağazalar ve 1732’de kurulan ”Dünyanın en eski kitapçısı” yer alıyor. Baixa-Chiado durağında inip sola dönerseniz küçük bir meydana geleceksiniz. Meydanı geçince, Rus Garrett üzerinde hemen sağınızdaki köşe binanın giriş katındaki dükkanın adı Livraria Bertrand,  pek de dikkat çekmeyen bir girişi var, sakın kaçırmayın. Kubbeli alçak tavanıyla birbirini takip eden uzun bir galeri görünümündeki kitapçı dükkanının içinde dolaşmak keyifli

Kitapçının tam karşısında Lizbon’un ilk kahve dükkanı yer alıyor, Cafe a Brasileira. Geçmişte ünlü şair Fernando Pessoa‘da müdavimlerindenmiş. Eski tarz orijinal ahşap mobilyalarını korumuş olan bu kafe’de yer bulmak zor olsa da, içeriye bir göz atın derim. Chiado’nun ünlü kafeler ve mağazaların olduğu en geniş caddeleri, aynı adı taşıyan bir kilisenin kalıntılarını da barındıran Rua do Carmo ve Chiado merkezindeki Rua Garrett

Baixa, deyim yerindeyse Lizbon’un düzayak semti. Restauradores Meydanı‘ndan başlayıp Avenida da Liberdade adlı caddede sonlanıyor. Restauradores Meydanı’nda, Portekiz’in Ispanya’ya karşı bağımsızlık savaşını simgeleyen bir dikilitaş var. Kraliyet Sarayı’nın yer aldığı oldukça büyük bir meydan olan Plaça do Comércio, bir saraya yakışacak güzellikteki Rossio Tren istasyonu ve önündeki Rossio Meydanı (Plaça do Rossio) ve ona yakın Praça da Figueira, bu semtteki ilgi çeken yerler. 

Baixa Bölgesi 11 Kasım 1755’te dünyanın en güçlü depremlerinden biriyle yerle bir olmuş, oluşan tsunami sonucunda binlerce insan ölmüş. Depremden sonra Pombal Markisi tarafından tamamen yeniden inşa edilmiş. Tipik Lizbon tarzında fayanslarla kaplı evlerin olduğu büyük caddeler, mağaza ve restoranlar sürekli dolu ve sokaklar gün boyu hep kalabalık.

Alfama 

Lisbon’un yine bir tepe üzerinde yer alan en eski bölgelerinden biri olan Alfama‘nın dik sokaklarında, çok sayıda Fado kulübü yer alıyor. Alfama’ya çıkan 28 numaralı tramvaydan Se Katedrali‘nin önünde inerek  önce  Katedralin serin ve loş havasını soluduk; icerde gül penceresinin altında  sarkan Iran eski ürünleri satan dükkanlar ve kafeler yanyana  sıralanıyor. 28 numaralı tramvayin son durağı, 11. yüzyıldan kalma São Jorge Kalesi, rotası üzerinde bulunan Miradouro da Graça terasının manzarası, tüm şehrin üzerinden Tagus Nehri’ne kadar uzanıyor. Bir akşam tramvaya atlayarak seyir terasından melankolik Fado müziği  eşliğinde günbatımını izleyebilirsiniz. 

Alfama’da bulunan Ulusal Fayans Müzesi görülmeye değer, giriş ücreti 5 euro. 

Estrela

Estrela, Bairro Alto Semti’nin batısında, yine bir tepe üzerinde kurulmuş eski bir yerleşim bölgesi. Buraya ulaşmak için Baixa’da Hotel Mundial’in yakınındaki Martim Moniz metro durağından kalkan 24 numaralı tramvaya binebilirsiniz. Tramvay, Bairro-Alto’ya tırmanarak Santa Katarina Katedrali’nin önünden geçtikten sonra nehir seviyesine iniyor, sonra yine yukarı tırmanıyor. Tepeye ulaşınca Estrela Meydanı sizi karşılayacak. Meydana varınca solda gotik mimarisi ve çifte çan kulesiyle görkemli beyaz bir kilise var, Basilica di Estrela; tam karşısında da Jardim de Estrela adlı büyük parkı göreceksiniz.  

Basilica da Estrela

Estrela Meydanı’nın girişinde soldaki köşede Lizbon’un en ucuz ama bir o kadar lezzetli çorbasını ve tavuklu sandvicini yapan cafe-patisserie bulunuyor. Lizbon’da çok sayıda patisserie var ve çoğunlukla tatlı pasta gibi tatlı atıştırmalıklar satılıyor. Burası gibi öğle yemeği de veren başka yerler de var mı bilmiyorum. Öğle yemeğinden sonra parkta çimenlere uzanıp dinlenmeyi de ihmal etmeyin bence. 

Alcantara ve Belem

Lisbon’un bu iki beldesini art arda gezebilirsiniz. Cascais yönünde önce Alcantara sonra Belem yer alıyor. Alcantara Lizbon’a 3 km uzaklıkta bir belde. Biz Cais do Sodre İstasyonu‘ndan bindiğimiz Cascais treniyle gittik ama 15 numaralı tramvayla da gidebilirsiniz. Trenden inince araba yollarının kesiştiği bir kavşağa çıkıyorsunuz, sola döndüğünüzde bir yeşil alanın icinden geçerek yolun sonunda tekne limanı varıyorsunuz. Doca Alcantara denilen bölgede eskiden antrepolar varmış, bunların yerinde simdi şık restoranlar, gece kulüpleri bulunuyor. Alcantara Arapça “köprü” demekmiş, semt adını bir zamanlar burada bulunan Roma köprüsünden almış.  

Tam karşıdaki Almada semtinde bir tepenin üzerinde yer alan ve Cristo – Rei denilen İsa Heykeli buradan görünüyor. ”İsa Mesih’in Kutsal Kalbine adanmış” bu Katolik anıtı, Brezilya’daki benzerine öykünerek 18 Aralık 1949’da yapımına başlanmış, 17 Mayıs 1959’da açılmış. 

Alcantara bölgesinde yine restoran ve barların bulunduğu bir diğer yer LX Factory, kentsel dönüşümün başarılı bir örneği. 25 Nisan Köprüsü’nün altındaki eski bir kumaş fabrikası kompleksi günümüzde grafitiler ve sokak heykelleriyle aynı zamanda bir sanat alanına dönüşmüş. Bir akşam yemeğini burada yiyebilirsiniz.

Belem deyince akla ilk önce Belem turtası geliyor. Lizbon’da hemen tüm pastanelerde bulabileceğiniz Pastel da Nata veya daha çok bilinen adıyla Pasteis de Belem’in doğduğu yer burası. Hikaye şöyle; Belem Katedrali‘ndeki keşişlerden biri elinde çok fazla yumurta kalınca bunlarla ana maddesi yumurta ile şeker olan ufak turtalar yapmış ve bunları satmış. Çok beğenilen turtalarını yapmak için zamanla bir pastaneye ihtiyaç duymuş, işte bu ilk pastane halen çalışır halde. Pastanenin içerisi de turtalar kadar güzel, duvarlar mavi desenli fayanslarla kaplanmış. Özellikle hafta sonları önünde uzun kuyruklar olan pastaneye daha az sıra beklemek için pazartesi gittik ama bu sefer de kapalı olan katedrali gezemedik. 

Belem‘de görülecek bir diğer yapı Torre de Belem (Belem Kulesi) sahilde denizin içinde 16. yüzyılın başlarında Portekizli kaşif Vasco de Gama anısına yapılmış. Gotik stilinin devamı olan ve Manuelin tarzı denen mimari stilinde inşa edilen zarif kule, günümüzde şehrin sembollerinden biri. Bir köprü ile karaya bağlantısı olan kulenin önünden kuyruk hiç eksik olmuyor, kuleyle fotoğraf çektirmek çok moda, tam bir instagram  fenomeni.

Estoril ve Cascais 

Atlantik Okyanusu kıyısındaki Estoril‘e denize girmek için gittik. Cascais’e Cais do Sodre İstasyonu’ndan 12 dakikada bir kalkan trenle 35-40 dakikada gidebilirsiniz. Pazar günü olduğu icin bindiğimiz tren oldukça kalabalıktı. Cascais’in Plajı Estoril kadar uzun değil ve daha kalabalık bu nedenle yolda inerek orada yüzmeyi, akşama doğru sahil boyunca yürüyerek yemek için Cascais’e gitmeyi tercih ettik. Estoril’e geldiğimizde sıcaktan bunalmış halde hemen suya daldım ve hemen çıktım, çünkü su Foca’dan bile daha soğuktu. Ne de olsa okyanus, Akdeniz’e benzemiyor.

Her iki kasabada da kıyı boyunca çok zarif binalar ve ufak villalar var, yürümek çok zevkli. Cascais’e gelince hem ara sokaklarda hem deniz kıyısında çok sayıda balık restoranı göreceksiniz. Biz dışarıda masaları olan bir tanesine oturduk ve çok memnun kalktık. Ufak ve taze patateslerle fırınlanmış bol zeytinyağında yüzen balık  yemeği Bacalau en yaygın olarak sunulan yemek, ilk kez burada tattık. Genellikle Cod Fish ile hazırlanıyor ama bizim icin Cuttle Fish ile hazırladılar ki kalkan balığına çok benzeyen lezzetli bir balıktı. 

Sintra ve Cabo da Roca

Sintra’yı, kesinlikle görmenizi öneririm. Sintra’yı ilgi çekici kılan daha çok Portekiz’in ikonik yapılarından olan Pena Sarayı. Çeşitli mimari tarzların bir arada kullanıldığı saray Lizbon’dan günübirlik  gidip görülebilir. Dış görünümü ile kendisi de bir saraya benzeyen Rossio Tren İstasyonu’ndan yaklaşık bir saatte gidiliyor. Deniz seviyesinden  yüksekte, bol yağış alan ormanlık bir bölgede yer alan kasaba Lizbon’a göre daha serin,  giderken daha kalın giyinin ve yanınıza yağmurluk ya da şemsiye alın. 

Tepede yer alan Pena Sarayı’na belediye otobüsleri ya da iki kişilik tuktuk benzeri küçük araçlarla  gidebilirsiniz, otobüs 5-6 euro, tuktuk 10 euro. Saraya giriş için bilet alırken daha yukarıda yer alan kaleyi ziyaret etmek isterseniz kombine bilet alabilirsiniz. Sarayın en güzel fotoğrafları kaleden çekilmiş olmasına rağmen biz çıkmadık çünkü Quinta da Regaleira‘ya vakit ayırmak istedik. 

Quinta da Regaleira özel mülk olarak 1904-10 yılları arasında inşa edilmiş bir malikane iken artık halka açık bir müze. İtalyan mimar Luigi Manini tarafından Neo-Manuelin tarzında tasarlanmış. Duvarlarla çevrili bir bahçe içindeki malikanenin kendisi de görülesi ancak asıl ilgi odağı olan geniş bahçesi. Bahçesi nedeniyle Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Ormanlık arazi içerisinde gizli patikalar, küçük mağaralar ilginç bacalar, gotik bir kule ve göz alıcı çeşmelerle yapılmış peyzajın en ilgi çekici parçası, bahçenin bir köşesinde girişi yosun tutmuş bir kayanın arkasına  gizlenmiş Initiation Well adlı yapı. Dante’nin Cehennemi ve mitolojik hikayelerden esinlenilen yapı spiral olarak taşlarla örülmüş. Bence burası Sintra’nın en büyüleyici yeri. Harry Potter’ın yazarı J.K. Rowlings’in Porto’da yaşadığı biliniyor ve seriyi yazarken buradan esinlenmiş olduğu söyleniyor. 

Biz Sintra‘da bir gece konaklamayı tercih ettik çünkü Avrupa’nın en batı ucunda, Cabo da Roca‘da gün batımını izlemek istedik. Cabo da Roca‘ya Sintra Tren İstasyonu’nun önünden kalkan belediye otobüsleriyle kolayca gidebilirsiniz. Yol sevimli köylerden, yeşil tarlalardan kıvrılarak devam ediyor, denizden oldukça yüksekteki kırmızı deniz fenerinin önünde duruyor. Fener epey rüzgar alan bir burunda olduğundan yine sıkı giyinmenizi önereceğim.

Dikkat etmeniz gereken diğer konu da otobüsün dönüş saati; çünkü otobüsü kaçırırsanız yürümekten başka çareniz yok ki, bu da pek olası değil. Belki otostop yapılabilir ama garanti değil tabii. Biz oradayken güneş 20:56’da batıyordu, son otobüs ise 20:30’daydı ve gün batımını fotoğraflamak için beklerken otobüsü kaçırma kaygısıyla gerildik doğrusu. Sonuçta çok fotoğrafik bir gün batımı olmasa da orada olmak, rüzgarın yüzümü okşadığı o anı yaşamak çok güzeldi.

Kar yağışlı bir 14 şubat gününde Ordu’da doğdu. Kalabalık bir ailede büyüdü, çocukluğu kiraz
ağaçlarının tepesinde, uçsuz bucaksız yaylaların düzünde, hayaller içinde geçti. Resim yapmayı ve
fotoğraf çekmeyi babasından, okumayı dedesinden öğrendi. Hikayeler yazmaya merakını dürten ise
öğretmen olan annesiydi. Tıp fakültesini okumak için İzmir’e gitti, “gençliği bu şehrin kaldırımlarında
geçti”; bundan böyle bir yanı hep İzmirli’ydi. Zorunlu hizmetini yapmak için, yine karlı bir günde
vardığı Eskişehir’de yalnızlığı ve bozkırda gün batımının ne denli güzel olduğunu öğrendi. Psikiyatrist
olmaya karar verince yolu 15 yıl önce İstanbul‘a düştü. Mesleğin çalışma koşulları resim yapmaya
fırsat vermeyince daha çok fotoğraf çekmeye başladı, hem fotoğraf çekerken gezebiliyordu da.
Sonunda, bir gün yolu ifsak’la kesişti.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son yazılar: Gezi Kültürü