İşçi Sinemalarının Gerçekçi Seyircisi: İbrahim AKYÜREK
Gerçeği ham durumuyla insanlara anlatabilme olanağının bir sınırı var. Gerçeği sanatla işleyerek, incelterek, duygulara seslenerek daha kalıcı kılabiliriz.
Kimdir İbrahim Akyürek? Fotoğraf formasyonunuzla politik kimliğiniz arasındaki ilişki nasıl etkiledi bugünkü İbrahim Akyürek’in oluşumunu?
Başlangıçta, gençlik yıllarımda ilgim gazetecilik ve sinema üzerineydi. Zonguldak’ta geçen lise yıllarında mahalle oyunlarında çocuklara perdede Karagöz-Hacivat oynatırdım. Çizgi romanları enine keser, şerit haline getirip ucuca ekler film şeridine benzetirdim. Perdede iki çubuk arasında dolandırarak yaşıtlarıma gösteri yapardım.
O dönemdeki ismiyle Ereğli Kömürleri İşletmesi’nin (EKİ) her kömür üretim bölgesinde işçi sineması vardı. Yaklaşık 10’a yakın sinema vardı. Merkezdeki Yayla Sineması’na haftada iki film gelirdi. Okul çıkışı koşa koşa film izlemeye giderdik.
Üniversite eğitimi için İstanbul’a gittiğim zaman Sıraselviler’deki Sinematek’i buldum. Onat Kutları’ı, Vecdi Sayar’ı o ortamda tanıdım. Film üretimine yönelik kurs olmaması nedeniyle daha önce tanıştığım İstanbul Fotoğraf ve Sinema Derneği’nde (İFSAK) fotoğraf kurslarına başladım. 1974 yılında üye oldum. Az zaman sonra yönetim kuruluna girdim. Derneği dışa açıp, daha çok insanla tanışması için uğraştık. Fotoğraf Sanatı’nı dönemin politik ortamından soyutlama çabalarına karşın açıklayıcı olmaya çalıştık.
İlk serginiz ve sizin ulaşmakta zorluk çektiğiniz çocukluk hayallerinizi gerçekleştirmeniz de o döneme rastlar değil mi?
İlk sergimi 1975 yılında iki İstanbul Fotoğraf ve Sinema Derneği üyesi ile birlikte mahalle arasında boş bir dükkanda “Halktan Yansıma” başlığı altında açtım. Fotoğraf ortamını tanıma amacıyla Ulusal ve Uluslararası yarışmalara katıldım. Derneğin düzenlediği ortak sergilerde yer aldım. Maden ocaklarında, direniş, grev ve öteki hak arama eylemlerinde fotoğraflar çektim. Bunların bir bölümünü “Yaşamın İçinden” başlığı altında sergiledim. Gönüllü olarak bunları Yarın, Bilim ve Sanat, İnsancıl, Kopuş, Politika, Cumhuriyet, Özgür Gündem, Özgür Ülke gibi dergi ve gazetelere yolladım.
Aynı yıllarda dernekte kısa filmci Hilmi Etikan’la birlikte sinema kursları başlattık. Arkasından “İFSAK Ulusal Kısa Film Yarışması” geldi. Sinema bültenimiz bile oldu. Yönetmen Yeşim Ustaoğlu, genç kuşak kameramanlardan Uğur İçbak ilk kısa film çalışmalarını dernek çatısı altında gerçekleştirdi. Bültende yazıları yayımlandı.
Çalışmalara herkesi çekmek ve ortak çalışma kültürünü edinmek için çalışma birimleri oluşturduk. O yıllarda başlayan Sinema Günleri’nden esinlenerek bir ay sürecek “İstanbul Fotoğraf Günleri”ni başlattık. Gecekondu bölgelerini içine alan toplu fotoğraf çekim gezilerini sürdürdük. Üniversitelerde, sendikalarda, fabrikalarda sergiler, kurslar düzenledik. Kültür ortamındaki sansür ve baskılara karşı Dernek adına açıklamalar yaptık. Ülkemizdeki fotoğraf derneklerinin birlikte hareket etmesinin ilk örneği olan Fotoğraf Dernekleri Çalışma Grubu’nun oluşumunu destekledik.
Ben sizi isminizi ilk olarak 1985-1990 arasında İFSAK başkanlığı yaptığınız yıllarda duydum. Fotoğraf sanatçılarıyla Zonguldak maden işçilerini müthiş etkileşim içine sokan bir sanat çıkartması yaşanmıştı o yıllarda.
Fotoğraf çalışmalarımın çoğu üretim ve mücadele sürecindeki insanı kapsıyor. Bunda, çocukluğumun geçtiği Zonguldak’ın etkisi çok açık. Göçük, grizu haberleri yerel basının ana konusuydu. İrili, ufaklı; başlamasıyla bitmesi bir olan madenci kalkışmaları, yürüyüşleri kentin ortasına taşardı.
1980 öncesinde, sendikalar kapatılmadan önce iki yıl metal iş kolunda örgütlü Türkiye Maden-İş Sendikası’nın Basın Yayın Foto-Film Bölümü’nde çalıştım. Onlarca grev ve direnişi, fabrikaları, üretim koşullarını görme olanağım oldu. Sendikalar kapatıldıktan sonra İstanbul’da ve Zonguldak’ta okullarda dışarıdan ücretli öğretmenlik yaptım.
1983 Kandilli Grizu, 1992 Kozlu Grizu patlamaları sonrasında, 1991 Madencilerin Ankara Yürüyüşü, Maga Deri Direnişi, Paşabahçe Direnişi, Çorum’da bir dağda madencilerin direnişinde çektiğim fotoğraflar ortak sergi ve gösterilerde yer aldı. Zonguldak Grevi boyunca Zonguldak’a gelen fotoğrafçıların (16 kişi) ürünlerinden oluşan karma bir dia gösterisi hazırladık. 50 ayrı farklı mekanda üç bini aşkın izleyici buldu bu gezici gösteri.
İbrahim Akyürek Arşivi (negatif film veya diadan tarama)
Sonraki çalışmalarınız daha genele yayılan bir sanatsal duyarlılıkla örtüşüyor…
90’lı yıllarda İHD İstanbul Şubesi Kültürel Haklar Komisyonu’nda koşturdum. Cumartesi Anneleri’ni “Bir İnsan Nasıl Kaybolur” başlığı altında sergiye dönüştürdüm. Sergi; ilk kez, Arjantin’den annelerin katıldığı Tünel’deki Alman Kültür Merkezi’deki bir toplantıda açıldı. Daha sonra Kilimli ve Zonguldak’ta yinelendi.
Yakın tarihlerdeki çalışmalarımı sorarsanız…Seçim afişlerini komik bulduğum ve temsili demokrasi denen şeyin ne duruma düştüğünü göstermek için bir seçim öncesinde duvarlarda asılı afişlerden “Artistik Hareketler” başlıklı sergi yaptım. “Trafik Canavarı” söylemi ile gizlenmek istenen gerçekleri sorgulamak için “Trafik Canavarı Neyi Gizler” başlıklı sergiyi düzenledim.
Son yıllarda tekrar doğduğunuz şehirde fotoğraf sanatına katkılarınızı sürdürüyorsunuz. Neler yapıyorsunuz?
Yaklaşık on yıldır, Zonguldak’ta fotoğraf ağırlıklı çalışmalar gerçekleştirdiğimiz Sergi Odası’nın yönetimini sürdürüyorum. Yakınlarda, 6.Zonguldak Fotoğraf Günleri’ni tamamladık. Bir sahil kasabası olan Filyos’u liman ve fabrikalarla doldurup yok etmek isteyenlere karşı, Filyos Güzelleştirme Derneği’nin desteği ile “Filyos Buluşmaları 2010” haftası yaptık. Kültürü, turizmi, doğası ile Filyos’a dikkat çekmek istedik. Yönetmen Fatih Akın’ın Anne-Babası 60’lı yıllarda Filyos’dan Almanya’ya göç etmişti. Hamburg’da doğan Fatih Akın, yıllar sonra Yaşamın Kıyısı’nda filminin bazı çekimlerini Filyos’da yaptı.
Son olarak sanat, sol politikada neden hakettiği yer ve işleve sahip değil, bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyim?
Sanatın, sol ve sosyalizm açısından neden ilgi görmediği konusunda bir sürü neden sayılabilir. Ama bir tanesi var ki; o da konuşmayı çok sevmemiz. Enerjinin, yaratıcılığın bir bölümü çene çalmakta harcanıyor. Gerçeği ham durumuyla insanlara anlatabilme ya da anlayabilme olanağının bir sınırı var. Gerçeği sanatla işleyerek, incelterek, duygulara seslenerek daha kalıcı kılabiliriz. Kapitalist düzen kendi değerlerini bu yolla işliyor, içselleştiriyor. Televizyondaki, sinemadaki, tiyatrodaki oyuncuların; tüketimin azdırılması, yeni tüketim alışkanlıklarının yerleştirilmesi için kullanılması boşuna değil.
Düzenin kötülüklerinden etkilenen insanları sanatla ayakta tutabilir, uyanık kalmalarını sağlayabiliriz. Fatih Akın’ın, bir söyleşisinde kullandığı “ya gangaster olacaktım, ya yönetmen” sözünü unutamam. Almanya‘da, doğup büyüdüğü kenar mahalle ortamının ve öteki göçmen çocuklarının dramı da var bu sözlerde.
Sanatçıların çoğu “sol”dan gözüküyor, ancak hele hele şimdi çoğu, reklamcıların, medyanın, şirketlerin elinde. Şu anda kafamı taktığım bir tanesini, Mehmet Ali Alabora’yı söyleyebilirim. Savaş karşıtı bir topluluğunun sözcülüğünden banka reklamlarına geçmesi katlanılır bir durum değil. Banka, para, petrol ile şiddet, savaş arasındaki bağı bir tiyatrocu olarak Brecht’ten öğrenemeyecek durumda değil kendisi. Devletten uzak kalınca bağımsızlaştıklarını sanan sanatçıları şirketlerin ucuza kapatması gittikçe yaygınlaşıyor.
Bankaların, dev şirketlerin kültür merkezlerinde, müzelerinde binlerce çocuk, genç okullarından getirtilip sanat eğitiminden geçiriliyor son yıllarda. Bizim sendikalarımız, demokratik kitle örgütlerimiz ne yapıyor? İşçi direnişlerinin yaşandığı, emek kültürünün oluştuğu fabrikalar şimdi dev aile şirketleri tarafından müzeye dönüştürüldü. Örneğin; Haliç kıyısındaki Silahtarağa Elektrik Santralı ve Cibali Tütün Fabrikası. Koskoca DİSK, KESK; işçi kültürü adına ne yapıyor, emekten yana sanatçılarla bağı dayanışma konserleri dışında nasıl, bilen var mı? Sanatçıların, işçilerin, gençlerin; DİSK’ten kültürel değerlerimizi koruma, yayma adına istekleri var mı?
Bize Ulaşın