19. yüzyıl ortalarında baskın sistematik felsefeye karşı yeni bir tepki doğar. Bu tepki bireyin başlangıç noktası sayılan “varoluşsal tutum” olarak adlandırılıp ”varoluş özden önce gelir” ilkesine dayanır. Öyle ki 1800’lerin sonunda ortaya çıkan bu felsefe akımı bugün bile etkisini sürdürmektedir.
Varoluşçuluk insan varlığının tüm yönleriyle incelenmesini, özgürlük ve sorumluluk kavramlarının ön planda tutulmasını ve bu sorumlulukların yerine getirilmesi için bireyin özgür olması gerektiğini savunur. İnsan yeryüzünde var olmuş ama hareket ve davranışları ile daha sonradan kendini yeniden var ettiği ileri sürülür bu akımda. İnsan doğasını anlamak üzerine kuruludur ve bireyin deneyiminin biricikliği çok önemlidir. Bireyin varoluşunu, özünden üstün tutar ki bu da topluma bir karşı çıkıştır ve insanı amaçlarını seçmekte özgür kılar. Böylece insan kendini anlamaya, anlamlandırmaya çalışır. Varoluşunu sorgulayıp kendi üzerinde düşünme zorunluluğu duyar ve bu tutum insani bir gereksinimden doğmaktadır.
İnsan varlığını ön planda tutan bu akım özneden hareket eder ve öznel gerçeklerin önemini sunar. Bu bağlamda da nesneden yola çıkıp varlık konusunu nesnel doğrulara ulaşmaya çalışan akımlara da karşı duran bir akım olmuştur. Zira varoluşçuluk, öznel hakikatlerin savunucusudur ve evrenin rasyonel bir anlamının olmadığını, evrene anlamın sadece insan tarafından anlam yüklendiğini savunur. Öznel salt düşüncenin değil, duyumsal, yaşayan, yapan, eden bir varlık olan insan öznesinin vurgulanması önemli Avrupalı filozoflar tarafından benimsenmiş ve varoluşçuluk bu yönde bir düşünce olarak kabul edilmiştir.
Özgürlük ve sorumluluk kavramlarının temel alındığı Varoluşçuluk diğer adıyla Egzistansiyalizm felsefesinin öncüleri Alman filozof Martin Heidegger ve Fransız yazar ve düşünür Jean-Paul Sartre olarak kabul edilir.
Varoluşçuluğun başlangıç önermesi şudur;
İnsan bu dünyaya fırlatılmıştır, bu dünyaya terk edilmiştir ve burada unutulmuştur.
Bu önerme ile dünyada var olduğu anda toplum, kültür, din, ideoloji gibi birçok gerçeklerle çevrili olduğunu fark eder ve varoluşçular bu önerme sonrasında kendilerine şu soruları yöneltirler: “O zaman varlığımızın anlamı nedir?” ya da “anlam nedir?“
Bu akım 1900’lerin başlarında artık büyük bir popülarite kazanmış ve varoluşçu sinema, edebiyat, psikoloji, tiyatro, şiir gibi bir çok alan üzerinde yeni bir akım oluşturmuştur. Bu akımdan etkilenmiş ve önemli temsilcilerinden olan Frederich Nietzsche varoluşçu felsefeyi savunurken toplumun benimsediği ahlâki normları çok ağır bir biçimde eleştirmiştir. “Merhamet, yardım ve koşulsuz sevgi” temaları ile yoğrulan Hıristiyan ve Musevi ahlâk anlayışının, “iktidarın, soylu ve kudretli olanların elinden güçsüz ve aciz insanlarca alınmak üzere tasarımlandığını” savunan Nietzsche, Musevi ve Hıristiyan ahlâkını “sürü ahlâkı” olarak nitelemiştir.
Varoluşçuluk felsefesinin cazibesi o kadar büyümüştür ki, konuyu dinsizler kadar dindarlar da çokça araştırmışlardır.
Sartre, Nietzsche gibi isimler varoluşçuluğun tanrıtanımaz/ateist tarafını temsil ederken; Martin Buber, Gabriel Marcel, Blaise Pascal ve Soren Kierkegaard farklı mezheplerden de olsalar koyu dindar varoluşçulardır. İslâmi çevrede ise bu akımı açıklamak daha farklı bir boyut kazanır. Çünkü İslam’a göre varlık, ezelden ebede uzanan kesintisiz, varlığın mutlak ve ilahi zata ait zâti bir sıfat olduğu kabul edilen tek bir ölçeği ifade eder.
Heidegger’a göre “bireysel varlık yoksa o bireysel varlığın çevresinde başka hiçbir varlık yoktur” yaklaşımının yalnızca dünya hayatı çerçevesinde sınırlı bir var olma düşüncesini içermesi, ölüm ötesi konusunda ise onun varlığın gizil özüne dönüş olarak yaptığı değerlendirmenin eksik olduğu kabul edilir İslâm çerçevesinde. Zira İslâm’a göre ölüm sonrası hayat yani berzah hayatı ve ahiret ölçeklerinde yeni ve daha kapsamlı bir varoluş süreçleri ifade edilir. İbn Arabî’ye göre ise “tek varlık denilen cevherdir, Allah’tan gayrı değildir…” O’nun soluğu yani kün emri ile varlığa ait bilgi fiziki âlemde var olma aşamasına geçer, bu varoluş bir tecellidir yani varlık ancak Yaratıcı’nın isimlerinin, sıfatlarının göstergesidir ki onu zahir/görünür hâle getiren insandır.
İnsana dair öz, O’na ait öz’ü görünür kılmasından ötürü ve O’ndan yaratılmasından dolayı yaratıcının özünden/ruhundan farklı değildir. Varoluşçuluk ilkesi olan “varlık özden önce gelir” açıklaması İslâmi görüş açısından bakıldığında tam tersine dönmektedir; yani aslen öz varlıktan önce geliyor. Böylelikle İslam’a göre varoluş zamansallık ya da geçicilik ölçeğinde değil de ebedilik ile birlikte değerlendirilmektedir.
Farklı tutumlara rağmen bu akımda en çok dikkati üzerlerine çekenler tanrıtanımaz/ateist taraf olduğundan varoluşçu felsefe bu açıdan olumsuz bir şöhretle, yıkıcı bir anlayış olarak kalmıştır. Fransız varoluşçular, 1940’larda ve 1950’lerde en çok ”saçma, özgürlük, bağlılık ve hiçlik” temalarına değinerek, korku, can sıkıntısı, yabancılaşma gibi varoluşçu konuları popülerleştiren bilimsel ve kurgusal çalışmalar yazmışlar ve akımı dünyaya benimsetmeye çalışmışlardır.
Sonuç olarak varoluşçuların “varoluş özden önce gelir” tanımı ile varoluş yaradılışının ve ruhun simgelenmesi ile aslında bireylerin tamamen özgürlüğünü ve acı da olsa kendileri için kişisel sorumluluk almaları gerektiği savunulur. Tarih boyu insan kendi varlığı için kendisini özne konumuna yükseltmeye çalışmış, bunun böyle kabul edilmesinin yolunda ise var olma üzerine sayısız fikirler yürütmüştür. Varoluşçuluk felsefesi ile de varoluş üzerine dikkat çekmek ve insan varlığının varoluşu üzerine tasavvurda bulunmuş kendisini tanımlamaya çalışmıştır.
Bize Ulaşın