Bunu Daha Önce de Yaşamıştık
Bir daha, bir daha…
Doymak bilmez ruhlarımız her gün aynı yollardan geçiyordu. Yollarımız sularla kesişiyor, anılarımız ansızın ıslanıyordu. Suların üzerinde, fotoğraflara esir düşmektense, aynalarda yansımayı seçen nilüferler vardı.
Soru sormuyor, yatağımızda sessizce akıyorduk. Hoş kıvrımlarımız, geçtiği yerleri aşındıran sularımız ve kimsenin tırmanmaya cesaret edemediği sarp kayalıklarımız vardı. Sanki tüm sorular aynıydı, yanıtları da. Tekrarlanan notalar, sahneye girip çıkan oyuncular, kemanların üzerinde gidip gelen yaylar… Aşklarımız ve ayrılıklarımız; hepsi birbirine ne kadar da benziyordu. Biz oyuna girdiğimizde, oyun yeni başlamış sanıyorduk. Oysa, çoğu kez başkalarının yazıp yönettiği oyunun finalinde yer alıyorduk.
Ünlü tiyatro yönetmeni Robert Wilson ile sıra dışı besteci Philip Glass, “Einstein on the Beach” operası için paçalarını sıvadıklarında, takvimler 1976 yılını gösteriyordu. Aylardan Kasım’dı ve New York’taki Metropolitan Operası, eserin prömiyeri için hazırdı. Uzun kuyrukların minimalist çocuklarında, “belki son anda bir bilet bulabilirim” ümidi vardı. Her iki sanatçı da birlikte ilk en büyük çıkışlarını bu eserle yaptılar.
Aradan çeyrek asır geçti. Robert Wilson, ömrümüzün festivaline “Önceki Günler” ile konuk oldu. Sesler, müzikler ve farklı dillerde metinler, gözlerle ve kulaklarla algılanan mahşer, sahnenin mavi ışıklarla çekilen tomografisi ve hiç bilmediğimiz hastalıklarımız… Isabella Rossellini ile Semiha Berksoy’u, bir Wagner aryası ile bir deniz kazasını aynı sahnede birleştirmeyi akıl edebilen bu deha ile iki Japon gibi karşılıklı uzun uzun selamlaştık.
Aynı Festival’de minimalist müziğin dev ismi Philip Glass da üç ayrı sorti yaptı ve bizi en stratejik noktalarımızdan bir kez daha vurdu. Kimi parçalarında Muybridge (The Photographer) fotoğraf çekiyordu, kimisinde Einstein Plajda görecelilik kavramı üzerine düşünüyordu. Aynı gibi gözüken, ama her yineleyişte farklı nüanslarla renklenen müziklerle, başka kapıların eşiğinde buluyorduk kendimizi.
Mapplethorpe, dünya fotoğrafının en aykırı çocuğu… Elinde kırbacıyla, hiçbir cesur derebeyinin veremeyeceği pozu veren yavru kaplan bakışlı adam. Gergin sanatçılar, dalgın aristokratlar, bir yanda Richard Gere, diğer yanda Patti Smith; cehennem çiçekleri, ışıklar ve gölgeler, nadasa bırakılmış bedenler, sevişirken doruklara çıkan her tür insanın aşağıdakilere işaret olsun diye bıraktığı yırtık bayraklar… İşte Robert Mapplethorpe’un, ölmeden önce tanık olduğu bu dünyaya ilişkin anıları.
1976 yılı. Opera’nın yaratıcıları iki taburenin üzerinde oturmaktadırlar. Duvardaki çizgi, iki sanatçıyı birbirinden ayırmaktadır. Yüzlerinde, ünlü fotoğrafçıyı çekim sırasında seyretmenin şaşkınlığı ve çıkacak fotoğrafların merakı vardır. Glass’ın beyaz çorapları, Wilson’un spor ayakkabıları; her ikisinin de nereye koyacaklarını bilemedikleri, sanki kendilerine iki numara büyük gelen elleri, fotoğrafın delici noktalarını oluşturmuş.
Bizler, 2000 yılınının o diğer yıllara benzeyen yaz günlerinde yan yana otururken görmedik onları. Ama aynı sahnede nefes alıp verdiler. Bize her şeyin hem nasıl aynı hem de her seferinde birbirinden nasıl ayrı olduğunu gösterdiler. Elimize geçen her şeyi attığımız postmodern çöplüğün içinde, parıldayan bir iğne gibi kalmıştı minimalizm.
Geçtiğimiz her yoldan, sanki daha önce de geçmiş gibi hissediyorduk. Hem düne yakındık hem yarına uzak. Ve bizler, içimizde aynı ırmakta bir daha yıkanamamak korkusuyla bilmediğimiz kıyılara, deniz kazalarından yorgun ve ıslak çıkıyorduk. Soranlara ise yolumuza çıkan nilüferlerden, Londra müzelerinde tutuklu Pre-Raphaelite resimlerden ve terleyen aynalardan söz ediyorduk.
Sonra sustuk; ellerimizle konuştuk. Her şey bir kısır döngünün içindeydi. Yaz ikindilerinde şarkı söyleyen zencinin kadife sesini duyduk. Mapplethorpe, ardında sahibinden temiz kullanılmış fotoğraflar bırakarak, yalnızca rüzgârla sevişen yelkenleriyle sessiz bir kıyıya hepimizden önce ulaştı. Ardından öylece baktık.
Not: Bu yazı daha önce E Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Bize Ulaşın